Gerçek ortadayken hayale gerek var mı?

Kur’an’dan Risale-i Nur Perspektifinde Günümüze Mesajlar (40)

Gündelik işlerimizde gerçekle hayal arasında olan farkı bilmem ki düşünen var mı? Gerçek var olandır ya da olması gerekendir. Hayal var olması şöyle dursun olabilme ihtimali çok zayıf olandır. Hayat gerçekler dünyasıdır. İnsan da gerçeklerle yüzleştiği sürece hakikatlerin kaynağına yaklaşma fırsatını bulabilir.

Yazı dünyasında, aralarındaki artı ve eksileri hesaba katmadan kabataslak bir ayırım yapıldığı takdirde, nesir gerçeğe ve şiir hayale daha yakındır.  Dünya da zaman zaman bu iki kutupta kendini bulmuştur. İnsanlar meramlarını bazen şiirle ve bazen de nesirle ifade etmişlerdir.

Kur’an inmeden özellikle Arap Yarımadasında şiir revaçtaydı. Edipler meramlarını şiirle adeta ebedileştiriyorlardı. Her kabile ediplerini milli bir kahraman olarak sayıyordu. Öylesine ki bir edibin sözüyle savaş çıkabiliyor ve yine bir sözüyle barış sağlanabiliyordu. Şairlere zekânın ötesinde başka bir gözle bakılıyordu. Şairler gaipten haber alabiliyorlardı; cinlerle ilişki kurarak halkın bilmediği şeylere vakıf olabiliyorlardı. Böyle olunca şair tabiatüstü bir varlık tarafından sahip olunmuş kişi demekti. Şairlerin cinlenmiş olduğu ve gaipten aldıkları ilhamlarla sihirli söz söyleyebildikleri sanılıyordu. Bu inanç yalnızca Araplar arasında değil başka milletler arasında da yaygındı.

Kur’an inmeye başlayınca Kâbe’nin duvarında asılı “muallakat-ı Seb’a” yedi şiir Arapların övünç kaynağıydı. Altınla yazılı bu şiirler, aynı zamanda güç belgesiydi. Kur’an, yüksek belagatiyle bu gözde şiirleri bastırınca müşrikler, yüce Peygambere şair yakıştırmasında bulundular. Oysa o günün şairleri olur olmaz her yerde, her mahfilde şiirlerini okuyor ve dinleyenlerin alkışına muhatap oluyorlardı. Şairlerin belli ahlaki kriterlerinin olduğu da söylenemezdi; çünkü övdüklerini göklere çıkarıyor ve yerdiklerini de yerin dibine indiriyorlardı. Bu yüzden, ayni şairin şiirlerinde hem Allah’a ibadeti, hem ateizmi, hem materyalizmi, hem ruhçuluğu, hem ahlakçılığı, hem ahlaksızlığı, hem fısk ve fücuru, hem takvayı, hem ciddiyeti, hem şakayı, hem övgüyü, hem hicvi yan yana ve bir arada görmek mümkündü.[1]  

Kur’an’ın yüksek belagatini görüp de bu düşünceyle Peygamberimize şairliği yakıştırmaları ayetlerin değerini indirme açısından aslında büyük bir ithamdı. Kur’an hem bu ithamın geri planındaki anlayışı ve hem Peygamberimizin şairlikle uzaktan ve yakından asla irtibatlı olmadığını tekit için وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغ۪ي لَهُۜ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُب۪ينٌۙ yani “ Biz ona şiir öğretmedik; bu onun için gerekli de değil. O bir uyarı ve öğüttür, dahası açık ve açıklayıcı bir hitaptır.”[2] diye açıklayıcı bilgiyi verdi. Ona şiir öğretilmediği gibi ona yakışmazdı da. O vahiy ancak apaçık bir öğüttü ve gerçeğin ta kendisiydi. Kur’an ayetlerinin hiçbirinde elastiki bir ifade olamazdı ve şairlerin hayalinden de çok çok uzaktı.

Peygamberimiz o beylik kabul edilen şiirlerin hiçbir mısraının ezberinde olmaması da vahyin dışında hiçbir şeyin hafızasını işgal etmemesi noktasında ilginçtir. Hatta sohbet esnasında bir şiiri hatırladığında dizim ve ölçüsüne dikkat etmeden mana olarak söylemeye de özen gösterirdi. Ölçü ve vezin şiirin yani sözün dış süsüdür: oysa mana süsten çok daha önemliydi.

Peygamberimiz bu ayeti bir prensip olarak hayatında olduğu gibi uygulamıştı. Hz. Aişe’ye Peygamberimizin hiç şiir kullanıp kullanmadığı sorulmuş ve verdiği cevapsa ilginçtir: “Resulullah en çok şiir mısralarından nefret eder, bazen Benî Kays’ın bir şairinin bir şiirini okusa bile, farkında olmadan sözdizimini değiştirirdi. Hz. Ebubekir düzeltmede bulununca, ‘Kardeş ben şair değilim, amacım şiir düzmek değil’ derdi.”

Arap şiiri işlediği konu itibariyle olumlusundan olumsuzuna giden bir yelpazedeydi. Hayalin en hoyratça ve taşkınca kullanıldığı bir sanattı.

Peygamberimiz ayetlerin rehberliğinde katıksız gerçeklerle ilgilendiği için o günün şiirleriyle ilgilenmemişti. Ancak onların dikkat çeken sözlerinden bahsettiği oluyordu. Sözün güzelini zaten severdi ve kendisi de en güzel söz söyleyendi. Dolayısıyla inci misal sözleri duyduğunda onları övmeden durmazdı. Ümeyye bin Ebî’s-Salt’ın mısralarını işittiğinde “Şiiri mümin, fakat kalbi kâfir” diye söylemesi sözün güzeline ne denli önem verdiğini gösterir. Bir sahabi huzurunda yüz kadar güzel mısra okumuş, Resulullah daha çok okumasını teşvik etmişti.

Söz bazen bir silahtan çok etkili olur. Sözün en etkili olanı da hayalin boyunduruğundan uzak olan şiir olmuştur. Peygamberimiz bir defasında Ka’b bin Malik’e “Onları hicvet; çünkü, nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim ki senin şiirin onlar için oktan daha etkili ve yaralayıcı olacaktır.” buyurmuştur. Hasan bin Sabit’e “ Onlarla atış, Cebrail seninledir”, “Söyle, Ruhu’l- Kuds seninledir.” dediği rivayet edilir. Peygamberimizin “Mümin kılıçla olduğu kadar dille de savaşır.” diye buyurması da etkili sözü ne denli önemsediğini gösterir.

Bediüzzaman bu ayete ilişkin açıklamasına başka açıdan bakar. Hayal ile hakikati karşılaştırır. Hayalin asla hakikate yaklaşamayacağını söyler. Kur’an ayetleri salt hakikatleri konuşturur; dolayısıyla ortada dururken hakikatin, hayalle süslenmesine ihtiyacı yoktur. Ayetin vezinle sınırlanarak Kur’an’ın diğer 6666 ayetle bir bütün olmasının önü alınması doğru değildir. Her ayetin Kur’an’ın diğer ayetleriyle bağlantısı vardır. Vezinle sınırlanmayan her ayetin birçok ayetlere bakar birer gözü, ona yönelik birer yüzü vardır. Bediüzzaman gökyüzünü metafor olarak verir ve der ki; her yıldız kayıt altına girmeden diğer yıldızlara bir tür merkez olarak, geniş daire içinde, her bir yıldıza, gizli bir nispete işaret olarak, bir münasebet hattını uzatıyor. Bunun sonucunda Bediüzzaman “Güya, her bir tek yıldız, necm-i ayet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.” diyerek intizamsızlık içinde tam bir intizamı görmemizi ve ibret almamızı istemektedir.[3] Ayetlerin Kur’an’da duruşları yıldızların gökyüzünde duruşlarına benzemektedir.        

Bediüzzaman, ayetin     وَمَا يَنْبَغ۪ي لَهُۜ yani “ Ona yaraşmaz” kısmında şiire ilişkin güzel bir yorum getirir: “Şiirin şe’ni, küçük ve sönük hakikatleri büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Hâlbuki, Kur’an’ın hakikatleri, o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve en parlak hayal o hakikatlere nispet edilse, gayet küçük ve sönük kalır.[4]

Gerçekten hakikatlerin yanında hayallerin hiçbir hükmü olmaz. Şiir kelime sayısı itibariyle azdır ama ulaşılması gereken hakikati çok uzaklarda gösterir ve ona ulaşmak için de ayrı bir efor harcamayı göze almak gerekir. Şiirde hakikat çıplak değildir; son derece örtülüdür. Oysa hakikatler kendilerini çok net göstermek isterler. Aksine onlara ulaşmak çok zorlaşır. Kur’an katıksız hakikatlerden söz eder. Ayrıca onları ifade etmek için hayalle süslemesine gerek yoktur.

Peygamberimiz Kur’an’ın bir tellalı olması noktasında şairlik özelliğine asla ihtiyaç duymamıştır.            


[1] Mevdudi, Tefhimu’l- Kur’an, cilt: 4, Şuara suresi.

[2] Kur’an, Yasin: 69

[3] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, 13.Söz, erisale.com

[4] A.e.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.