Söğüt’ten Barla’ya uzanan imparatorluk

Bizler Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük bir mirasın sahipleriyiz. Bu muhteşem medeniyetin kalbi Edebali, aklı Dursun Fakıh, kolu Osman Gazidir. Bu yolda, akıl ve kalb birbirlerin ellerinden tutmuştur. Kalem, kelam ve kılıç birbirine omuz vermiştir. Böylece Osmanlı gibi bir medeniyet inşa edilmiştir. Böyle bir ruh birlikteliğinden doğan tarihimiz zaferlerle, fetihlerle doludur.

Son günlerde bir kısım müminler arasında yaşanan kırıcı, üzücü, yorucu hadiseleri düşündükçe Osmanlı ruhuna ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu bir daha anlıyoruz. Ne demişti Ertuğrul Gazi Oğlu Osman Gaziye:

Bak oğul!... Beni kır, Şeyh Edebalî’yi kırma.
O bizim boyumuzun ışığıdır.
Terazisi dirhem şaşmaz.
Bana karşı gel, ama ona karşı gelme.
Bana karşı gelirsen üzülür incinirim.
Ona karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur.
Sözümüz Edebalî için değil, senceğiz içindir.
Bu dediklerimi vasiyetim say.

Evet; kimseyi kırmadan, küstürmeden sorunlarımızı çözmek mümkündür. Edabalilerin, Ertuğrul Gazilerin, Osman Gazilerin ruhlarını incitmemeliyiz. Bizler böyle bir imparatorluk tecrübesinden geliyoruz.

Evet; bundan yedi asır önce Söğüt’te üç kıtada “yedi düvele” meydan okuyan Osmanlı İmparatorluğu kuruldu.

1224 yılında Kayı boyundan Süleyman Şah, 50.000 kişi ile Horasan'dan kalkarak  Erzincan ve Ahlat üzerinden  Halep’e doğru ilerler.  Süleyman Şah’ın Caber Kalesi önlerinde vefatı üzerine birlik başsız kalır. Birliğin bir kısmı Suriye’de kalırken Dündar Bey ve Ertuğrul Bey komutasındaki 400 aile Anadolu içlerine doğru yönelir. Bir süre sonra da Bilecik’in Söğüt ilçesine yerleşir.

Ertuğrul Gazi’nin 1281 yılında vefatı üzerine oğlu Osman Bey aşiretin başına geçer. 400 çadırlık aşiret 70 yıl gibi kısa bir süre içinde Avrupa içlerine kadar ilerleyerek Beylikten İmparatorluğa dönüşür. Şanlı Osmanlı bilahare üç kıtaya yayılarak 6 asır boyunca dünyaya ilim, irfan ve medeniyet götürür.

Aşiret Söğüt’e yerleşince Ertuğrul Gazi bir mescid inşa etmek ister. Söğüt’ü ikiye ayıran derenin doğu tarafında Müslümanlar, batı tarafında ise Rumlar yaşamaktadır. Ertuğrul Gazi, mescidi Müslümanların ikamet ettiği yere inşa etmek yerine Rumların yaşadığı yere inşa eder. Bu durum bir kısım Müslümanlarda kırgınlığa yol açar. Durumun farkına varan Ertuğrul Gazi onları teskin eder: Sizler Müslümansınız. İslamı zaten biliyorsunuz. Ben İslam’ı Rumlara anlatmak istiyorum. Mescidi Rum tarafına yaptırmamın nedeni budur.

Evet, Ertuğrul Gazinin şahsında Osmanlının bir tek davası vardır. O da, Allah ve Resülünün (s.a.v.) nam-ı celilini güneşin doğup battığı her yere ulaştırmaktır.

Evet, onlar “Herkes benim Allah’ımın adını ansın; benim Efendim’in (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nam-ı celîlini yâd etsin” diye diye ölmek istemektedirler.

Evet, onlar “î'la-yı kelimetullah (Allah’ın adını yüceltme) ve beka-yı istiklaliyet-i İslam (İslâmın ve Müslümanların bağımsızlığının devamı, kalıcı olması)  için, farz-ı kifaye-i cihadı (Müslümanların bir kısmının mutlaka yapması gereken cihat görevi) deruhde (yerine getirme, üstlenme) ile kendini yekvücud olan âlem-i İslama fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş” bir “devlet-i İslamiye”dir.

Bu gayelerle inşa edilen Mescid ibadete açılır. Abdest almak için bir  kuyu açılır. Bir gün Ertuğrul Gazi abdest alırken 80 kadar Rum’un dikkatini çeker. Onu hayranlıkla seyretmeye başlarlar. Akabinde abdest hakkında sorular sorarlar. Ertuğrul Gazi abdestin manasını ve hikmetini beliğ bir şekilde anlatır. Bunun üzerine 80 kadar Rum Müslüman olur.

Kuyulu Mescid olarak bilinen mescidin önünde başlayan bu manevi cihad dalga dalga dünyaya yayılır. Susuzluktan kuruyan ruhlara umut olur. Bu vesileyle milyonlara insan imanın nurani katreleri ile buluşur.

Onlar atlarıyla ve kılıçlarıyla dünyayı arşınlarlar. Kalemle ve kelamla ilmek ilmek ruhları örerler.

Onların mana ve muhtevaları “iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhani”dir.

Onlar dünyaya peş para ehemmiyet vermezler. Keselerinde de, kalplerinde de dünyalığa yer vermezler. Osman Gazi bir çadırda dünyaya gelir. Bir eve sahip olmadan dünyadan göçüp gider. Orhan Gazinin ömrü at üzerinde geçer. Bir çadırda vefat eder. Murat Hüdavendigar “sakın ha; attan inmeyesünüz, kılıcı kınına koymayasunuz” diye diye şehit düşer.

Ertuğrul Gazi, Söğüt’e geldiğinde Anadolu Beylikleri kendi aralarında savaş halindedir. Müslümanlar birbirlerine kılıç çekmiştir. Osmanlılar ise ila-yı kelimetullah davası uğrunda gayr-i müslimlere karşı maddi ve manevi olarak cihad ederler. Bir taraftan imanın ve İslamın güzelliğini gönüllere taşımaya çalışırken, bir taraftan da ıslahı kabil olmayan düşmana karşı kılıçla mücadele ederler.

Bu durum Osmanlıya birçok avantaj sağlar. Başta Anadolu Selçuklu Devleti olmak üzere Anadolu Beylikleri Osmanlı Beyliğine maddi ve manevi destek verir. İslam aleminde Osmanlıya karşı muhabbet hasıl olur.

Anadolu Beylikleri kendi aralarında Müslüman kanı dökerken Osmanlıların Allah’ın düşmanları ile cihad etmesi ilahi rahmetin ve inayetin Anadoludaki Beyliklerin arkasından çekilip Osmanlıların arkasında yer almasına vesile olur. Onlar bunun gibi birçok güzel halleri ile “Allah’ın sevdiği kavim” sırrına mazhar olurlar.

Bu şekilde maddi ve manevi desteğini alan Osmanlılar üç kıtada yüzlerce yeri fethederler. Yeryüzünün birçok köşesinde İslamın bayrağını dalgalandırırlar.

O anil merkez hareketin, merkez kaç hareketin, gücü bir yere kadar” gider ve durur. Bayrak taşıyan kollar yorulur. Atlar çatlar. Kılıçlar körelir. Yaylar açılmaz, oklar gitmez olur.

Tarihler 1878 yılını gösterdiğinde 93 harbi olarak bilinen Plevne Savaşı patlak verir. Savaş Osmanlı için dönüm noktası olur. Zaten düşüşe geçen İmparatorluk, gerçek anlamda bir ricat ile karşı karşıyadır. Avrupa’da birçok toprak kaybedilir.  Balkanlardaki Türk teba yoğun şekilde Anadoluya göç eder.

İşte bu günlerde Bitlis’in Hizan İlçesinin, İsparit Nahiyesinin, Nurs Köyünde, başta Osmanlı ve İslam coğrafyası olmak üzere eserleriyle bütün dünyaya önemli ölçüde yön verecek bir çocuk dünyaya gelir: Bediüzzaman.

Evet, 3 kıtaya yayılmış, üzerinde kırka yakın devletin kurulduğu, dünya tarihinin gördüğü en büyük imparatorluklardan biri olan Osmanlı çınarı yıkılırken, tohumlarından Osmanlı ruhunu tekrar yeşertecek, İmparatorluğun mirasını bütün dünyaya taşıyacak bir çocuk dünyaya gelir.

Üstün bir zekaya, harikulade bir karaktere, müthiş bir şecaate sahip Bediüzzaman o kutsal mirasa layık şekilde yetişir. İlim, iman ve aksiyonu şahsında mezceder. Zaman içinde yaşantısıyla ve eserleriyle “millet-i Osmaniye erkeği” olduğunu bütün dünyaya gösterir. Osmanlının bu çağdaki izdüşümü olur.

“Ben Osmanlıyım” diyen Bediüzzaman’ın davası da Osmanlı gibi î'la-yı kelimetullahtır.

O Bediüzzaman’dır; zamanın en güzeli, en harikasıdır.

O Bediüzzaman’dır; zamanın farkındadır. Asır “helaket ve felaket” asrıdır. Çağ değişmiş, asır başkalaşmıştır. İslamın bayraktarı “şanlı Osmanlı Devleti” vefat etmek üzeredir. Dünya coğrafyasında köklü değişiklikler yaşanmaktadır.

Fakat o ümitsiz değildir. Etrafındakilere moral verir. Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak, bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek, der. Gerçekten de kırk sene sonra Risâle-i Nur gibi bir eser ile ortaya çıkar. Bu eserler sadece Osmanlıya değil, bütün dünyaya iki cihan saadeti sağlayacak niteliktedir.

Durumun vehametini fark eden Bediüzzaman “Kur’ân'’ın sönmez ve söndürülemez ebedî bir güneş gibi mu’cize olduğunu dünyaya ilân” etmek için doğup büyüdüğü toprakları terk ederek yollara düşer. 1926 yılında yolu Isparta’nın, Barla Nahiyesine uğrar.

Barla...

Barla birçok yönüyle Söğüt’e benzemektedir. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdedir. Yüzünü hüzünlü “Eğirdir Deniz”ine, sırtını “ihlaslı Barla Dağlarına” vermiştir. İnsanların bir yüzünde deniz, bir yüzünde dağ esmektedir. Bir yanlarında coşku, bir yanlarında hüzün hükmetmektedir.

Bediüzzaman, meydandaki Köy Konağına yerleşir. Yanında Yokuşbaşı Mescidi, altında tarihi bir çınar ağacı, onun altında da Yokuşbaşı Çeşmesi vardır. Bu haliyle burası ne kadar da çok Ertuğrul Gazinin Kuyulu Mescidine benzemektedir.

Bediüzzaman Barla’ya geldiğinde başta Anadolu ve İslam coğrafyası olmak üzere bütün dünya büyük bir kaos içindedir. Dünya manevi bir buhran geçirmektedir. Savaşlarda milyonlarca insan vefat etmiştir. İmparatorluklar yıkılmış, yeni devletler kurulmaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerine milli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Osmanlının izleri silinmeye çalışılmaktadır. Toplumun İslamla bağını tesis eden medreseler ve tekkeler kapatılmıştır. Anadoluda şer güçlerin tertiplediği dini ve etnik kökenli hadiseler gerçekleşmektedir.

Cepheden cepheye koşan, hayatın her alanında görünmeye çalışan Bediüzzaman artık küçük bir nahiyede, Barla’da yaşamaktadır.

Kaderin hükmüne razı bir hayat yaşayan Nursi için Barla bir “Söğüt” olur. Barla’da Osmanlıdan menkul bir “Söğüt” hayatı yaşar.

Dünyaya kapısını kapatır. Bütün dünyası “dünya” olan insanlara sırtını döner. Bütün görüşlerden, düşüncelerden, ideolojilerden, fraksiyonlardan, anlayışlardan uzak bir hayat sürer. Kendini başkaları üzerinden açıklamaya girişmez. Kendini başkalarına göre konumlandırmaz. Başkalarının gündemine tabi olmaz. Kendi gündemini oluşturur; ona göre yaşar. Rakip veya alternatif psikolojisinden uzaklaşır. Ötekileştirme ve ayrıştırma amacı güden etnik ve dini tartışmalara prim vermez.

Evinin önündeki çınar ağacına çıkar. Kur’an’a ve kâinata bakar. Kur’an’a ve kâinata kalbinin kapılarını açar. Kur’an’a ve kâinata, yani “insan”a açılır. Barla’da Kur’an ve kâinat üzerinden küçük bir Kur’an ve kâinat olan insanı okur.

Çınar ağacından Yokuşbaşı Çeşmesine iner. Hikmet ve ahenk dolu bir edayla abdest alır. Bütün Barla, bütün dünya hayranlıkla onu seyreder. Evet, evet, bu abdest Kuyulu Mescid’in önünde abdest alan Ertuğrul Gazi’nin abdestine ne kadar da benzemektedir.

Abdest bitinci yüzünü dünyaya döner. Başta abdest ve namaz olmak üzere Kur’an’ın bütün çağları içine alan evrensel hakikatlerini imani ve insani bir dil ile anlatmaya başlar. Parmaklarından çağıl çağıl nurlar akmaktadır. Dünya onun ellerinde abdest almaktadır. Az sonra edebi bir namaza duracaktır. Bütün kainat arkasında namaza duracaktır.

“Hazreti Pirin” mesajı kırmadan, kızdırmadan, küstürmeden, ürkütmeden mümin/kafir ayırt etmeksizin hakikat arayışı içindeki ruhlara ulaşır. İnsanlığı imanın engin şefkatiyle, merhametiyle, sevgisiyle, hoşgörüsüyle buluşturur. Dinleyen herkes onda kendinden bir şey bulur…

1926 yılında başlayan bu konuşma ezelde başlayıp, ebede kadar sürecek gibidir. Zamansız ve mekansızdır.

“Asr-ı Saadet’te yani ‘İlk Diriliş’te nasıl Resulullah’ın etrafında halelenen gençler varsa, ahir zamanda ‘İkinci Diriliş’te de Hazretin Pir’in etrafında halelenen Zübeyir, Sungur, Bayram, Ceylan ve Tahiri gibi talebeler vardır” artık.

İ'la-yı kelimetullah ve nam-ı celil-i nebevinin şehbal açması için kara sevdalılar, adanmış ruhlar “yüreklerinde insanlık aşk u muhabbetiyle” yanıp tutuşmaktadır.

Ateş bacayı sarınca yeryüzünde secde edilmeyen bir karış toprak kalmayıncaya kadar, nam-ı celili Muhammediyi duymayan bir kulak kalmayıncaya kadar mücadele etmek için yollara düşülür.

Bu yürüyüş Sahabeden ve Osmanlıdan sonraki en büyük huruç, hicret ve hizmet hareketidir.

“Dünyanın dört bir yanına hicret buutlu bir göç dalgası” başlar.

Bu “ani'l-merkez” gücün arkasında Ebu Eyyûb El-ensarîler, Mus'ab bin Umeyrler, Ukbe Bin Nafiler vardır.

Bu “ani'l-merkez” gücün arkasında Ertuğrul Gaziler, Osman Gaziler, Fatih Sultan Mehmetler vardır.

Bu “ani'l-merkez” gücün arkasında, arpa kadar bir şeyi hediye olarak kabul etmeyen Hz. Bediüzzaman vardır.

Bu “ani'l-merkez” gücün arkasında Hulusi Efendi, Zübeyr Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin ve emsali dâvâ erleri vardır.

Hayatlarını Allah Resulü’nün Suffa Ashabı gibi geçiren ve Sahabe saffetinin temsilcileri olan kişiler vardır.

Hizmet ve hicret erleri tarafından tıpkı Ertuğrul Oğulları gibi insanlığa sevgi, hoşgörü, ilim, irfan ve medeniyet götürmek için okullar, yurtlar, evler, medreseler, külliyeler, mescidler, kuyular, KUYULU MESCİDLER açılır.

70’e yakın dilde yüzlerce eser neşredilir. Gazeteler ve dergiler yayımlanır. Filmler ve belgeseller çekilir. Binlerce konferans, panel ve söyleşi düzenlenir.

Nasıl Osmanlı 70 yılda üç kıtaya İslamın sesini ulaştırmışsa, Bediüzzaman ve onu sevenler de 70 yılda 72 millete dünya ve ahiret saadetini temin edecek Kur’ani reçeteleri ulaştırır. Osmanlının üç kıtada kurduğu İmparatorluğu mukabil Bediüzzaman sevenleriyle birlikte yedi kıtada gönüllerde kocaman bir imparatorluk kurar.

Barla, Söğüt’e, dünya Barla’ya döner.

Barla kocaman bir imparatorluk olur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
8 Yorum