Mustafa Kılıç Hocam, Hüzün ve Melenkolji (1)

Kaldığım büyük odanın kocaman iki kırık camlı penceresinden Gümrük Hanı bütün haşmetiyle görünüyordu. Burada bizden yıllar önce insanlar yaşamıştı. Buna inanamıyordum daha doğrusu inanmak çok güç geliyordu. Eğer tarihi verilerin nesnel gerçekliği olmasaydı kesinlikle inanmayacaktım, bizden önce bu metruk harabelerde insanların yaşadığına. Havayı soluduğuna, geçim sıkıntısı, beyin sancıları çektiğine. O kadar loş, o kadar ıssız. Bazen soğuk ve rutubet kokan odamın penceresinden saatlerce bu yıkıntı hanı seyrederdim. Orada bizden önce yaşamış olan zavallı insanların acılarını, sevinçlerini, hayal kırıklıklarını, yaşam biçimlerini tahayyül etmeye çalışırdım. Belki benden önce de yaşamı dert edinmiş, kendisiyle başları belada bazı cins kafalar bu hazin mekanlara bakıp kendilerinden önce gelip geçenlerin halini uzun uzun tefekkür ediyorlardı.

Ayrıca bazen Urfa’nın insanı mahveden nadir havalarında bu garip ve hüzünlü hanın yıkıntıları üzerine yağan yağmur tanelerini dakikalarca seyre dalardım. Öylesine güzel ve özel anlardı ki bitmesine, kayıp gitmesine gönlüm nedense hiç razı olmazdı. Rivayet edildiğine göre bu yağmur damlalarının her birini bir melek gökten yere indiriyordu, sonra sıraya giriyor ama kıyamete kadar sıra ona gelmiyordu. Bu çok meşhur bir rivayetti, bütün vaizler, hocalar camilerde anlatırdı. O yağmur tanelerinin toprakla buluştuğu naif anı dakikalarca seyre dalarken bazen bütün hayatımın bir film şeridi gibi gözümün önünden geçerdi, bazen de geleceğe yönelik çoğu ütopik sayılacak düşler kurgulardım.

İnsanlardan çok tabiatın her hali dikkatimi çekiyordu. Sanki o ana kadar benliğimin ta derinliğinden rüşeym halinde kalmış olan bazı duygular, teessürler ve heyecanlar ansızın filiz sürüp çiçek açmakta tatlı kokularıyla benliğimi sarmaktaydı. Rızvaniye de henüz rüşeym halinde olan bu duygular, burada yavaş yavaş açılıyor, filizleniyor ve büyüyordu. Makas giderek açılıyordu. Bir sonbahar gününün bütün anları, dilimleri, sabah, öğle, ikindi, akşam, gece… Hepsi ayrı bir şiir, bir kompozisyon, bir esrar gibi hayretle ve hayranlıkla okunmayı bekleyen bir hüviyete bürünüvermişti. Her mekan ruhuma ayrı bir esrar, ayrı bir mana fısıldıyordu. Mekanlar da tıpkı insanlar gibi değişik huyları, mizaçları, karakterleri vardı. Rızvaniye de, Damat Süleyman Paşa da camiydi. Her ikisinde de yapılan ibadetler, ritüeller aynıydı ama her birinin siması ayrı, ahlakı ayrı, manevi atmosferi ayrı, konuşması ayrıydı. Sanki her mekan ve her mabet insanı içine alıyor, kendine benzetiyor, kendi rengine boyuyordu ve sonra ilhamını döküyordu içine. ’İnsan Yüzlü Şehirler’ gibi insan yüzlü mekanlar, insan yüzlü zamanlarda vardı. Dilleri vardı, sizinle konuşurlardı ama anlayabilenler için, ehil olanlar için.

Bazen geceleyin odanın ışıklarını söndürür, dışarıdan yansıyan ışığın loşluğu ve hüznü arasında siyah/beyaz çizilmiş bir resim görüntüsü veren hanı temaşa eder ve çoğu kez bu seyrin matemli ahengi içinde uykuyu dalardım. Bu seyir işi tabiî ki uykuda da devam ederdi. İlk zamanlar tabiattaki bu ahenkli cümbüşü, çeşitliliği ve renkliliği  ‘esma’ ışığında okur, ilahi bir nedene ve sebebe bağlamaya çalışırdım. Her şey Allahın bin bir isminin değişik yansımasından ibaretti. Allahın bin bir ismi eşyaya tecelli edince bin bir değişik görünümlü bir manzara oluşuyordu. Tasavvuf terminolojisinde bu durum ‘ayan-ı sabite’ mefhumuyla ifade ediliyordu. Ama bu defa ki bakış açımda bir başkalık, bir değişiklik, bir yenilik vardı. Hayatın büyük dönüm noktaları, mevsimlerin güzelliği, hayatın geçiciliği, büyülü bakışlı arzular,  ansızın gelen zalim ölüm, tenha gece saatlerinde girişilen acı nefis muhasebeleri, aldatıcı ikbal, haşin iradeli talih…

Bazen kendimi içinde uğursuz bir musiki gibi hissettiğim düşüncelere bırakıyordum. Niçin hayatta mutlaka bir devam istemeli ve neden bir ihtiras ve ümit sahibi olmalı? Bütün bunların ne gereği var? Bütün pınarlardan içmiş olsam, bütün isteklerim karşılanmış olsa, bütün kördüğümlerim çözülse ne çıkar?

Bir şeyler olmuştu bende, bir kırılma, bir yarışma, bir ‘felsefi ümitsizlik.’ Ben eski ben değildim sanki. Allah’ın isimlerinin yansımasına bağlamaktan ziyade daha dünyevi, daha tabii bir şeylere bağlamaya eğilim gösteriyordum. Belki de adına ‘melal’ veya ‘melenkoli’ dedikleri bir şeydi bu.  Yıldızlar ağlıyor, rüzgar inliyor, gece ürperiyordu. Umulmadık fışkırışlar, gevşemiş vecd halleri. Uçan bir kuş, koku veren bir çiçek, palmiyelerin altındaki sarnıç, yakut rengi ümit, ve bin aşk, melek ve inci, söğütlerin beyaz elbisesi, sonsuzluk ve yıldızlar, sıcak, kesik, ayık aynı zamanda dolgun ve yuvarlak, çırılçıplak, piramidal, oryantal, kavranan, kucaklanan, fırtınalaşan, girdaplaşan her şey ve her taraf hüzün kokuyor, cami mimarisinin her elemanından hüzün damlıyordu sanki. Kubbe, minare, mihrap, minber, sütunlar, revaklar, eski halılar, hüznün ve melalin somut bir hale bürünmüş şekliydi. Bir şeyler kopmuştu benden, her şeyimi tutan bir şey. İçinde yaşadığım ruh haleti ile caminin manevi havası ve kuruluş amacı, birbiriyle çakışıyordu, birbirini kabul etmiyordu, iteliyordu, öteliyordu.  Aydınlık ile karanlık, beyaz ile siyah, güzel ile çirkin gibi. Artık ‘tefekkür’ edemiyor, düşünüyordum sadece. ‘Öteki’nin kokusunu alıyordum, siyahlarımın, çirkinlerimin, düşmanlarımın kokusunu. Belirsize, bilinmeze ve karşıt olana karşı duyulan tarifsiz hayranlık ve ötekiyle gizli fısıldaşmanın verdiği o dayanılmaz hafiflik.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum