Keşke Allah’tan başka bir şey isteseydim

Bazen çok istediğimiz bir şey, aniden ve hiç ummadığımız bir şekilde karşımıza çıkagelir. Çünkü onu ihtiyaç dili ile kalbimizin derinliklerinden gelen bir istekle Allah’ın kabulüne layık bir hal ve tavırla istemişizdir. Bu bir mutluluk ve şükür vesilesidir. Bir müddet mutlu oluruz da. Ama biraz zaman geçtikten sonra sanki kafamız yeni çalışmaya başlamış gibi meselenin negatif yönlerine akıl yürütür; “Keşke Allah’tan başka bir şey isteseydim.” sözünü söyleriz. Bunu sadece biz değil, etrafımızdaki herkes söylüyor.

İçimizden geçirdiğimiz, fıtri olarak da hararetle iştiyak duyarak istediğimiz bir şeyin kabule mazhar olması bizi katıksız sevindirecekken niçin birden bire “keşke” lafzının temsil ettiği bir pişmanlık ve üzüntüye dönüşüveriyor? Bu bir, “Niçin büyük şeyler ya da elde edilmesi güç olan şeyleri istemedim de böylesine küçük ve basit bir şeyi istedim” pişmanlığı mıdır? Yoksa aç gözlülüğümüzün bir ifadesi midir?

Hazret-i Bediüzzaman; istidat, fıtri ihtiyaç ve şuur sahiplerinin ettikleri fiili ve kavli dualar olmak üzere üç türlü duadan bahseder. Bunlardan yüzde yüze yakın kabule mazhar olanları ise ilk ikisidir. Üçüncüsü için de; “Eğer ıztırar derecesine gelse veya ihtiyac-ı fıtrîye tam münasebettar ise veya lisan-ı istidada yakınlaşmışsa veya sâfi, hâlis kalbin lisanıyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür.” (1) der. 

İhtiyaç duyulan şeylerin kalbin halis lisanıyla, fıtri ihtiyaçla münasebet kurarak ve istidat lisanına yakınlaşarak, şuurumuzun, belki de nefsimizin dışında istenmesi, isteğimizin ve duamızın kabulüne vesile olmaktadır. İşin içine şuur ve nefis girince ardından “keşkeler”, “pişmanlıklar” gelmektedir. Halbuki verilen şey, az değildir. Cenab-ı Hakkın verdiği her şey çoktur. Az da olsa çoktur. Hiç yoktan bir bağış, bir lütuftur. Bunu kazanç saymayıp gözü daha yükseklere dikmek, küfran-ı nimettir.

Bunun için öncelikle kendimizi sıkı bir kontrolden geçirmemiz gerekir:

Nasıl bir kalbimiz var? Arınmış, safi ve halis bir kalbe sahip miyiz? Şayet böyle bir kalbe sahip değilsek, ifsada uğramış, kararmış ve kirlenmiş bir kalbin lisanı, Cenab-ı Hakkın merhametini celbedebilecek midir? Ne istiyoruz? Fıtratımız buna müsait mi? Fıtratımız ve bütün duygularımız da bizim istediğimiz şeyi hararetle istiyor mu? İstidadımız isteklerimizin kabulü yönünde çalışıyor mu? Yoksa her biri ayrı bir telden mi çalıyor? Sadece dünyevi maksatlara mı yöneldik? Yoksa asıl amacımız ibadet değil de sadece menfaat midir?

Çoğunlukla görüldüğü üzere nefsanî arzularımız bizi dünyaya daha çok bağlıyor. Dünyanın cazibedar, şenlikli ve aldatıcı yüzü, bizi asıl maksadımızdan alıkoyuyor. Her şeyin, Allah’ın adıyla hareket etmeye, O’nu her türlü kusurdan tenzih etmeye ve O’nu hamd ile tesbih etmeye kurgulandığı bir dünyada, hür davranma yetkisi olan bizlerin yönü ne tarafa çevriktir? Acaba bizi sadece süfli isteklerimiz mi, yoksa İlahi disiplinler mi yönetiyor? Yoksa kulluğun büyük sırrı olan duanın esrarına hâlâ vâkıf değil miyiz? Kulluk ediyoruz veya ettiğimizi sanıyoruz ama, kulluğumuzun ruhu var mıdır? Ruhsuz bir kulluğun bize faydası olacak mıdır? (2)

Bu kadar sorgulamadan sonra ibadet maksadıyla yapılmayan, sadece dünyevi maksatlara odaklanarak yapılan duaların, aksi tesir yapacağını, ihlâsın kırılmasına sebep olacağını ve artık ortada kabul edilmeye layık bir dua kalmayacağını (3) bilmemiz ve kendimize çekidüzen vermemiz gerekir.

Fıtri ve halis bir kalp ile istenen küçük şeylerin kabulü, tükenmez hazinelerin sahibi olan Allah’tan daha çok ve daha büyük şeyler isterken nasıl istememiz ve dua etmemiz gerektiği hususunda bizlere ince ve sırlı ipuçları vermektedir.

Dua esas itibariyle ibadet maksadıyla yapılmalıdır. İhtiyaç zamanı, ihtiyaç karşılanana kadar, musibet zamanı da musibet üzerimizden kalkana kadar dua edilmelidir. Kesintisiz ibadet, zaten kulluğun bir gereğidir. Dua külliyet üzere yapılmalıdır: Başta fıtratı, kalbi, aklı, şuuru ve ruhuyla ittihat edip bir bütün halinde, ardından bütün mevcudatı ve onların kendi lisan-ı halleri ile ettikleri duaları da katarak âdetâ kainatla bütünleşmiş bir vaziyette dua edilmelidir. Merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Rabbimizin böyle bir duayı geri çevirmesi ve cevapsız bırakması mümkün değildir, O’nun şanına yakışmaz.

Rabbimizin; “Bana dua edin, size cevap vereyim." (4) çağrısının altında,  “Duanızda ibadetten başka maksat gütmeyin, arınmış, safi ve halis bir kalb ile dua edin, duaları geri çevrilmeyen fıtratlar ve varlıklar ile başta Habib-i Ekremin (s.a.s.) olmak üzere bütün melek ve ruhanilerin birlikte amin dedikleri bir dua ile dua edin.” manaları yatmaktadır.

Keşke demeye, pişmanlık duymaya ve ümitsizliğe düşmeye hakkımızın olmadığını düşünüyorum. “Küçüğü ve azı veren büyüğü ve çoğu da verir” diyerek daha bir ihlas, içtenlik ve samimiyetle istemek bizi daha parlak ve aydınlık bir geleceğe taşıyacaktır. Medeniyet harikalarının ortaya çıkışı, hep böyle duaların neticesi değil midir? 

Kaynaklar:
1-Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Sayfa 289
2-A.g.e., s: 290
3-Nursi, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye, Sayfa 190
4-Mü’min Sûresi, 40:60

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.