Alaettin TAŞKIN

Alaettin TAŞKIN

İnsaniyet ülkesinde iman ve küfür mücadelesi!

İnsanın irade-i cüz'îyesi hakkı ya da bâtılı tercih etmekte tamamen özgürdür. İnsanın sorumluluğu da bu irade özgürlüğünden kaynaklanır. İnsanı insan yapan en temel özellik de iradesiyle hakkı ya da bâtılı seçebilme imkânına sahip olmasıdır.

Yaratılış düzeninin gereği olarak hak olanın/var olanın 'var olmadığının vehmedilebilmesi' insana bir alternatif sunar. Ve bu alternatif seçenek, irade-i cüz'îyeden önce vardır. Yani insan, yaratılış düzeninin gereği olarak ya 'gerçek olana', ya da onun alternatifine bakarak bir tercihte bulunur.

Öyle ise insan, imanı ve küfrü kendisi üretmez. İman, var olanın tasdik edilmesinden ibarettir. Küfür ise, var olanın 'yokluğunun vehmedilmesinden' ibarettir. Yani cennet, Yaratıcı'nın ikramıdır, ihsanıdır. Cehennem ise, bendendir; benim, var olanın vehmî alternatifi olan 'var olmadığını' tercih etmemin sonucudur. Kısaca cehennem, benim 'yokları' tercih etmemin toplamından ibarettir. Daha doğrusu cehennem, var olanı/hak olanı tercih etmememden ibarettir. Yani, cehennemin sebebi ben olurum.

İnsan "serbest seçim" hakkını kullanırken, iradesi seçmiş olduğu seçeneği doğrulamakta aklı görevlendirir. Ancak akıl, iradenin tercih ettiği yönde hareket eder. Yani, eğer irade var olanı tercih etmiş ise, zaten kâinatta var olanın delillerini, gerekçelerini akıl toplar getirir. Ancak irade, var olmayanı, yani vehmî olanı tercih etmiş ise, bu sefer aklı bu vehmî olan tercihini doğrulamak için görevlendirir. Ancak kâinatta, var oluşta 'vehmî olanın' delili yoktur. Çünkü vehmî olan, yoktur. ‘Yokun’ delili olmaz ki. İradenin yönlendirmesiyle akıl bu sefer vehmî olan seçeneği doğrulamak için vehmî olan gerekçeler, yani 'bahaneler' arar. Kısaca, demagoji yapar ve demagojik sözler üretir.

İnsanın irade ve akıl ilişkisi böyle çalışırken kalb ve vicdan var edilmiş olduğunun ve kendisini bir var edenin olduğunun farkındadır. İrade her ne kadar akla vehmî tercihini doğrulatmak için 'sözde gerekçeler' ve bahaneler buldursa da ve bu bahanelerle kendisini ikna etmeye çalışsa da vicdan ve kalb bu vehmî gerekçelerin birer bahane olduğunun bilir ve onlarla "tatmin olmaz."(İyi bilin ki kalbler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur"; Kur'an, 13/28). Yani, vicdan ve kalb var edilmiş olduğunun şuurunda olup hep varlık kaynağına bağlanmak ister. Vicdan ve kalbin itminanı, ancak varlık kaynağına bağlanmakla olur.

İnsanın ruhuna ekilmiş olan özelliklerin, istidatların kabiliyete dönüşmesi, yani yetenek hâline gelmesi ancak iradenin tercihiyle, yani duasıyla mümkün olur. Yani, yaratıcı her insanın ruhuna insaniyet kapasitesinin tüm özelliklerini birer tohum hâlinde ekmiştir. İnsanın ruh ‘tarlasına’ ekilen bu tohumlara “istidat” deniliyor. İşte insan, istidatlarından hangilerinin yetenek hâline getirilmesi için iradesiyle çalışmayı, yani duayı, çabayı tercih ederse o istidatlar insanda kabiliyet/yetenek olarak var ediliyor.

İnsanın ruhuna ekilmiş olan özellikler olarak tanımladığımız istidatların toplamına "kalb" diyebiliriz. Vicdanı da ruhun ve/veya kalbin ‘kendisinin şuurunda olma özelliği’ olarak tarif edebiliriz.

İnsanî özelliklerin gereğince kullanmasını; insan, ruhuna takılmış olan özelliklerin/istidatların 'kabiliyete dönüştürülme duası/çalışması yaparken’, iradesiyle aklını, onların varlık kaynağını sorgulamada kullanmayı tercih etmesi olarak anlayabiliriz.

İnsanın iradesiyle aklını, ruhuna takılan özeliklerin varlık kaynağını sorgulamakta kullanıp, onları varlık kaynağına bağlaması "iman" olur. İnsanın iradesiyle böyle bir sorgulamayı yapmamayı tercih edip aklını, bu tercihine bahaneler bulmakta kullanması ise "küfür" olur. İman ve küfür mücadelesi tam buraya, insanın içine dayanıyor.

İnsanın ruhundaki, var oluşundaki tüm duygu ve özellikleri, yani 'mülkü' Mâlik’ine bağlayarak kullanması imandır, dedik. Bu şekilde, mülkü Mâlik’ine bağlayarak kullanmak insanın bu dünyada cennet misali bir hâl yaşamasına vesile oluyor. Çünkü mülke baktığımda görüyorum ki bu mülkü var eden kaynağın ancak mutlak olan bir kaynak olması gerekir. Başka türlü asla olamaz. Mutlak olmayan bir kaynak, bir atomun, bir çiçeğin, bir insanın, bir duygunun varlık kaynağı olamaz. İnek olsun sinek olsun, çiçek olsun güneş olsun, atom olsun zerre olsun, insan olsun yıldız olsun kâinata baktığımızda görüyoruz ki her bir şeyin varlık kaynağı ancak Mutlak Varlık'tır. Benim ve bendeki tüm duygu ve özelliklerin varlık kaynağının Mutlak Varlık olduğuna emin olup tüm var oluşumla bütün duygu ve özelliklerimle o Mutlak Varlık'a bağlanmak benim için cennet misal bir hâli netice veriyor. Çünkü anlıyorum ki bana bu duyguları ve emelleri verenin ve onlara ihtiyaçları verenin onların karşılığını verir olduğuna emin oluyorum. Çünkü Mutlak Varlık olan Yaratıcı'nın bana verdiği ihtiyaçları karşılamayacağını neden kabul edeyim ki? Kâinata ve kendime baktığımda Yaratıcı'nın 'kendisiyle çelişen' birisi olduğuna dair hiçbir emare yok. Aksine her şeyde hep Yaratıcı'nın 'sadık' olduğunu gösteren işaretler var.

Ayrıca bu fani dünyayı yaratan Mutlak Varlık'ın diğer bir yaratılış türüyle ebedi bir âlemi yaratması gerektiğini anlıyorum. Çünkü hem bu fani yaratılışta mutlak/sonsuz özelliklerini sergilediğinden, bu fani dünyayı bir maksat için yaratmış olmalı diye düşünüyorum. Ve bu fani dünyadan ilgili maksat hâsıl olduktan sonra, ebedi olan diğer âlemi yaratır olduğunu anlıyorum.

Hem bana ebedi bir âlemde tüm arzularımla ebediyen lezzetlenme duygusunu veren Mutlak Varlık; demek ki ebedi âlemin sahibi/yaratıcısı olandır ki bu duygularla, bu arzularla beni oraya davet ediyor.

Hem bu bağlamda Mutlak Varlık'tan bir haber, ebediyete dair bu anladıklarıma bir 'teyid' olması gerekir diye araştırmaya başlıyorum. Çünkü beni konuşan, anlayan ve soran özelliklerle var eden bir Mutlak Varlık; konuşmasıyla beni yaratmasındaki maksadını bana anlatması ve benim sorularıma cevap vermesi gerekir. Yaratılış düzeninden Yaratıcı’nın kendisiyle çelişen birisi olmadığını gözlemlediğime göre, öyle ise Yaratıcı bana konuşmalıdır ve benim sorularıma cevap vermelidir diye bir sonuca vararak araştırmaya başlıyorum. Mutlak Varlık'ın benim devrimdeki elçisi ve haberi olan Hz. Muhammed'e(a.s.m.) ve Kur'an'a baktığımda Mutlak Varlık onlarla bana ebediyeti vereceğini kâinatın/yaratılış düzeninin şahitliğinde katiyetle vaad ediyor. Ben de bundan tam emin oluyorum. İşte bu emniyetin adıdır iman ve bu emniyetli hâl benim için cennet misal bir hâl anlamına geliyor.

Kendisine verilen duygu ve özelliklerin “varlık kaynağını” sorgulamamayı, yani 'mülkü' Mâlik’inden hırsızlamayı tercih etmek ise küfür/inkâr oluyor, dedik. Bu şekilde küfrü tercih edenler kendilerine bu dünyada cehennemî bir hâl yaşatıyor. Mesela şefkat duygusunu kendisine mal ederek Mâlik’inin mülkünü hırsızlayan birisi, şefkat ettiği şeylerin ebediyen huzur içinde olmalarını temin edemediğini gördüğünde için için cehennemî azaplar çeker. Böyle bir duruma düştüğünde şeytanî bir tavırla dönüp Yaratıcı’yı suçlar. Yani, hem bütün var oluşu ve şefkat duygusunu Yaratıcı'ya bağlamaz. Hem de sevdiği şeyleri 'kötü' durumlardan kurtarmaya gücü yetmeyince(!), "Yaratıcı bu kötü durumları niye yaratıyor?", der. Yani, şeytanın izinden gidenler, var oluşu Allah'sız düşünmenin 'kötü sonuçlarından’ Allah'ı sorumlu tutar.

Mülkü Mâlik’inden hırsızlamayı tercih edenlerin, ebedi yaratılışta hırsızladıkları mülk ellerinden alınacaktır. Yani, hep acıkıp hiç yemek bulamayan, hep susayıp hiç su bulamayan, hep görmek isteyip hiç göremeyen vb. hâlleri ebediyen yaşayacaklardır. Sanki denizde eli kolu bağlı boğulmak üzere olan bir insanın hâlini ebediyen yaşayacaklardır.  Aslında onlar, mülkü hiç Mâlikine bağlamadıkları için ikinci yaratılışta “müflis” olacaklardır. Çünkü hiç mülkü Mâlikine bağlayarak 'mal sahibi' olmadılar ki.   Bu dünyada mülkü Mâlikine bağladığımız kadar ikinci yaratılışta ‘malımız’ olacak. Bu dünyada insanın bulunma amacı ‘mal sahibi’ olmak değildir. İnsan, bu dünyada ‘mülkü’ Mâlikine bağlamak için bulunur. İnsanın, mülkü Mâlikine bağladığı kadar cenneti, bağlayamadığı kadar da cehennemi olacaktır.

Allah bizi 'mülk hırsızı' olmaktan korusun.

*Bu yazı, http://ha-mim.org/ tarafından organize edilen 09/09/2017 tarihinde yapılan Mesnevî-i Nuriye 4. sohbeti kaynak alınarak yazılmıştır. İlgili sohbete şu linkten ulaşabilirsiniz: http://ha-mim.org/kayitlar

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.