Senai DEMİRCİ

Senai DEMİRCİ

İnci derindedir…

Kanaatimce, Said Nursî’nin hayatının kırılma yerlerinden biri, “Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettim…” dediği mahzun akşamdı. Düşmana karşı fizikî galibiyetin alttan alta bir fikrî mağlubiyeti hazırladığını görmüştü o akşam. Çok geçmeden, çeldirici “doğu genel vaizliği” teklifini reddedip Van’a doğru yola çıktı. O sıralar hazırlıkları yapılan yeni rejimin muktedirini derinden tedirgin edecek, bir şey, başka bir şey, başka bir usul, başka bir dil, başka bir damar arar gibiydi. Ankara Kalesi’nde gördüğü iç içe hüzünlerin çok daha koyusunu yaşamayı göze alarak, Erek Dağı’nın eteklerinde inzivaya çekildi. Ne olduysa, orada oldu. Zernabad Suyu’nun sızılı şırıltıları arasında. Said Nursî’nin o anki halet-i ruhiyesini hissetmek için, Erek Dağı’nın eteklerinde, Zernabad Suyu’nun başında, saatlerce beklediğimi hatırlıyorum. Van’a defalarca gidip bu özel empati denemesini tazelemeye çalıştım. Gözlerim ufukta, o günkü şartları tasavvur ederek saatlerce düşündüm. Kabuğu orada kırıldı dev bir çekirdeğin. Kaderi orada yarıldı ümmetin. Artık daha çok eminim.

Muhâkemât, Kızıl İ’caz, İşarat’ül İ’caz, Mesnevi-yi Nûriye gibi yoğun teorik eserler ortaya koyan, üstelik bunları anadili dışında yazabilen, Münazarat, Divan-ı Harb-i Örfi, Sünuhat, Tuluât, Hutbe-yi Şâmiye gibi eserlerindeki sosyal ve siyasal vizyonu yüzyıl sonra bile geçerliliğini koruyan, döneminin en saygın ve genç entelektüeli olarak “Bediüzzaman” unvanını fazlasıyla hak eden Said Nursî, “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız…” diye başlayan, hayli sade üslubu, zahirde avâmî anlatımı niye tercih eder? Ki bu tercih yüzünden, başta bugünün kimi İslamcı çevrelerinde itibar görmez, küçümsenir, dışlanır, ilmî olmamakla yaftalanır.

Okumalarımdan çıkardığım sonuç; Nursî’nin Rumî’nin FiHiMaFih’te zarifçe işaret ettiği, “vahiyle yüzleşme” diye adlandırabileceğim bir üsluba niyetlenmesiydi. Bu üslubun farklılığını Said Nursî’nin tek parti rejiminde sürekli tehlike görülmesinden çıkarmak bile mümkündür. Nursî tefsir geleneğini sürdürseydi, Elmalılı’ya tefsir siparişi veren rejim tarafından belli ki hiç rahatsız edilmeyecekti.

“Denizi tasla aktarsan, tasın içinde inci bulamazsın” der Rumî. “İnciyi isteyen denize dalmalı. Islanmayı göze almalı.” Doğrusu; Risale-i Nur’un vahiyle ilişkisini bundan daha güzel özetleyen bir ifade bulamadım. Risale-i Nur, denizin içine koyar muhatabının kalbini. Kıyıda bekletmez, deniz mavisiyle boyar. Denizi kuşatmaya kalkmaz, denizin kuşatması altına girer. Denizi dışarıdan anlatanlar ‘profesyonel’ olabilir, ama deniz içinde olmak amatörlüktür; şartları belirleyemez insan. Denizi taslara doldurmakta ustalaşabilir insan ama denize dalmanın ustası olunmaz, hep acemi kalır insan daldığı yerde; derinlerin kuralı olmaz.

Said Nursî, “dört kitap” diye kodladığı, insan, kâinat, Muhammed-i Arabî ve Kur’ân’ın buluşmasının meyvelerine yönelir Zernabad’dan sonra başlayan ömürlük sürgününde. Varoluşun dal uçlarına taşan güzelliğe hayretinin kalp çarpıntıları ile mukabele eder. Öyle ki girdiği her hapisten, tefekkürün mavi göklerine kanat çırpar. Ölüme terk edildiği soğuk hücrelerden sonsuzluğun bağına yürür, sıcacık müjde haberleriyle döner. Meyve Risalesi, Otuzuncu Lem’â, El Hüccetuzzehra, gibi devrimci eserleri, hapishanelere “Medrese-yi Yûsufiye” demesinin sadece hoş bir güzellemeden ibaret olmadığını belgeler. Her defasında zindanı “aziz” eyleyen bir güzellik şahikasıyla çıkar zindandan. Yaşadığı acıları, hüzünleri, elemleri, sevinçleri, tereddütleri, hasretleri, vuslatları, hayalleri… şeffafça, ‘dört kitab’ı anlamaya ayırır.

İnsan duygularının vahyin kâinattaki ve Kur’ân’daki kelimelerini anlayacak ve yazacak bir ‘kalem’ olduğuna inanır. İnsana “bilmediğini bildiren Rabbin” kalemi olarak iz bırakır sayfalara. Sadreddin-i Konevî’nin “Oku kitabını, bugün hesap görmek için sen yetersin sana” mealli ayette [İsra/14] gördüğünü görür. “İnsanın kendisi kitaptır insana. Kendini okumalı insan, kendine okumalı.” Okuma hesabını “insan kitabı” üzerinden yapar. Vahye dışarıdan bakan ilmî yaklaşımda kalmak yerine, vahyin fıtratın altyapısında var olan çizgilerini keşfeder, saklı sancıları dillendirir. Bir gülün soluşuna “yazığım geldi!” diyecek ince duyarlılığı kaleme alırken, hep acemi kalır, amatör ruhla yürür. İhtiyarlar Risalesi, Hasbiye Risalesi, Çocuk Taziyenamesi, Hastalar Risalesi gibi eserlerde özellikle öne çıktığı şekliyle, insan yanını vurur vahye. Duygularının mürekkebiyle yaşar ve yazar.

Kur’ân’ı anlatmak yerine, Kur’ân’a anlatır, Kur’ân’la anlatır, Kur’ân’la yüzleşir. Kur’ân’ın bak dediği yerden bakar varoluşa; kâinat kitabıyla dertleşir. Vahiy denizinin akışına katar muhatabını. Sözlerini “Bil ey nefsim” ekseninde sarf eder. İnsan yanıyla duyumsadıklarını, herkesin katılabileceği ortak zeminden, fıtrat tabanından söyler. Bir şart koşmadan, özel birikim talep etmeden, kâinat ve Kur’ân kelimeleriyle yüzleşmesine her vicdanı şahit olmaya çağırır. İnsanın düştüğü yere kadar eğilir Sözler’iyle.

Risale-i Nur, bir nüve metindir. Çoğalmaya müsaittir. Doğurgandır. Akışında ve kurgusunda, yeterince dikkatle bakıldığında, yeni cümleler saklıdır. Cümleler gerili yay gibidir; içinden sayısız oklar fırlamaya hazırdır. Kalbinin kıpırtılarına kulak kesilene, ifadelerin dip akıntılarında Kur’ân’ın titreşimlerini hissettirir. Bu yüzden, Kur’ân’ı kategorik gören kafalara, Risale-i Nur ‘tuhaf’ gelir. İyi niyetle hazırlanan “Risale-i Nur’da geçen ayet ve hadisler” başlığını ihlâl eder. Risale-i Nur’da ayetlerin ve hadislerin hepsi geçmez, ama Risale-i Nur ayetlerin ve hadislerin hepsinin içinden geçer. Zira Risale’nin vahiyle kurduğu ilişki dikeydir. İçine girdiği, içinden geçtiği ayetlerin derininde “ıslatır” muhatabını. Metnin nüve olma özelliği, içinde kodladığı bu ayet/hadis cevheri sayesindedir. Risale-i Nur’un Kur’ân’la doğrudan yüzleşmenin kayıtları olduğuna inananlara, bu cevher göz kırpar. Elbette ki, her nüve, neşvünemayı hak eder: Kabuğunu kıracak yağmur ister. Filizlenmesine vesile olacak bahar umar.

Üzerindeki meş’um gölgelerin kalkması,  kalbini hedef alan sahteleştirme taarruzunun bertaraf edilmesi, bence, bu baharın habercisidir. “Fecr-i kâzip”lerin kizbini fark etmek, “fecr-i sâdık”ın tebessümüdür. “Nûr” isminin sürekli ve sistematik olarak suiistimali ile perdelenen Risale-i Nur’un hatırı insanlığın gündemine, “ücret istemeyen elçiler”in duruluğuyla rengâhenk uzanacaktır. İnsanlığın eşyanın siyah ufkundan başını kaldırıp esma göğüne bakması için, ümmetin ümitsizlik kışından sıyrılıp vahyin taze nefesiyle dirilmesi için kardelen ümidi sunacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
8 Yorum