‘Dünya öyle bir metâ değil ki, nizâa değsin’

“Dünya öyle bir metâ (mal) değil ki, nizâa (kavgaya) değsin.”

“İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne (insanlığa yakışır şekilde) muaşeret (iyi ilişkiler) ve düşmanlarına sulhkârâne (barış içerisinde) muamele etmektir.”

Hâfız-ı Şirazî

Düşmanlık toplumsal bir yaramızdır. Yirmi İkinci Mektubun konusu olan bu meselenin, yani müminler arasında sıklıkla hayat bulan bu toplumsal yaranın çok acı sancılarını, Bediüzzaman Said Nursi’nin çekmiş olduğu açıktır. Bu nedenle kin ve düşmanlığı, ayrılık ve tarafgirliği bir insafsızlık ve vicdansızlık, siyaseti de gaddarlık olarak vasıflandırıyor.

Bugün göğsümüzü gere gere, “Elhamdülillah Müslümanız” deriz. Fırsat buldukça “Müninler kardeştir” emrini hatırlarız veya hatırlatırız. Bugünlerde maalesef aramıza nifak girdi bölündük. Kin ve düşmanlık dostumuz oldu neredeyse. Müminlerin bir kısmı bir tarafa çekiştiriyor, diğer kısmı başka taraflara çekiştiriyor. Hepimiz tarafgir olduk açıkçası. İnatlaşma ve haset meydanlarda cirit atıyor.

Yine bugünlerde müminlerin hatırlamak istemediği ya da çok uzaklaştığı düstur “Müminler kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat, 49:10) düsturudur.

Bu düsturdan uzak kalınınca, “Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler”den (Âl-i İmrân, 3:134) eser kalmadı. Hâlbuki Allah “öfkelerini yutanları, affedenleri ve iyilik yapanları severim” diyor. Böyle bir sevgiden mahrum kalmak ne büyük bir kayıptır?

Allah’tan ve emirlerinden uzaklaşanlar nifak ve hasedin, tarafgirlik ve düşmanlığın oyuncağı olmaktan kurtulamazlar.  “Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussılet, 41:34) emrini akıllarına bile getiremezler. Çünkü düşmanlık akıllarını almıştır.

Mümine kin ve düşmanlık besleyen adam insafsızdır. Gözü hiçbir şeyi görmez, kuru yaş ne varsa yakar, haklı haksız herkesi aynı kefeye koyar, büyük bir zulme çanak tutar. Bu zalimliğini hangi adil kanuna kabul ettirebilir?

Müminin vücudu mübarektir, Allah’ın emanetidir, Rabbani bir hanedir, İlahi bir gemidir. Dört dörtlük mükemmel bir insanı dünyada bulmak mümkün müdür? Elbette beğenmediğimiz, hoşumuza gitmeyen kötü sıfatları olan birçok mümin kardeşimiz var. Bu sıfatlar kendimizde olduğu gibi ailemizde, akrabalarımızda da var. Kendimizde ve yakınlarımızda olan kötü sıfatları görmezden gelerek mümin kardeşlerimize nasıl düşmanlık edebiliriz? Onlara düşmanlık ederek manevi vücutlarına nasıl zarar verebiliriz?

Mümin kardeşini sever, sevmelidir de. Müminin yüzü ve kalbi nurlu olmalı, sevgisinin nurunu da her tarafa yansıtmalıdır.

Mümin mümine ancak müzahir olur, ona düşmanlık edemez, zarar veremez. Yaptığı hatalardan dolayı ona acır, dua eder, tahakkümle değil, lütufla ıslahına çalışır. Aksi halde ikiyüzlü ve riyakâr olmaktan kurtulamaz.

Müminde muhabbet ve ittifakı gerektirecek birçok İslami vasıflar var. Mümine karşı düşmanlığa sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurları, iman ve İslâmiyete tercih etmek, pek büyük bir insafsızlıktır, akılsızlıktır ve zulümdür. Bunu yapan insanlar, “Muhakkak ki insan çok zalimdir.” (İbrahim Sûresi, 14:34) ayetinin hedefi olmaktan kurtulamazlar.

Elhamdülillah iman etmişiz. Bu, iman ve kalp birliğini, artı sosyal birlikteliği, artı kardeşliği gerektirir. Bizi birbirimize bağlayan Esma-i İlahiye adedince birlik, kardeşlik ve ittifak bağlarımız var. Dahası Yaratıcımız, Sahibimiz, Mabudumuz, Rızık Verenimiz bir, Peygamberimiz, dinimiz, kıblemiz bir, devletimiz, vatanımız bir. Bu şekilde yüzlerce, binlerce birliği, ittifakı, kardeşliği ve muhabbeti gerektiren ortak noktalarımız varken son derece ehemmiyetsiz şeyler yüzünden müminlere düşmanlık beslemek, muhabbet ve kardeşliği görmezden gelmek, bunca birlik bağlarına ve muhabbet sebeplerine karşı yani Allah’a, sayısı bizce mechul Esma-i İlahiye’ye, Peygambere, dine, vatana, millete karşı saygısızlık ve hürmetsizlik etmektir.

Üstad Bediüzzaman insafsız nazardan ve düşkün fikirden bahseder, bunların hakem olamayacağını savunur. Tarafsız olamayan, nefsanî davranan, düşmanlık eden, salim kafayla düşünemeyen, bir mümini, bir hatasından dolayı silip atan, hatta imha yollarını arayan bu insafsız nazara, fikir bile denemeyecek olan saçmalıklara kim, nasıl güvenebilir? Güvensiz birilerine nasıl “Hakemlik yap” denilebilir?

İnsan evvela nefsini terbiye etmelidir. Doğruluğu, dürüstlüğü, güzel ahlakı önce nefsine emretmelidir. Çünkü nefsine güvenen aldanır. Kalbi nefsine yenik düşebilir, bir mümin kardeşine düşmanlığa yeltenebilir. İnsan illa da düşmanlık etmek istiyorsa, önce kalbindeki düşmanlık duygusuna düşmanlık etmeli, onu kalbinden söküp atmaya, nefsini ıslah etmeye çalışmalıdır.

Bir mümin eğer hasmını mağlup etmek istiyorsa, onun fenalığına karşı iyilik etmesi yeterlidir. Fenalığa fenalıkla karşılık vermek düşmanlığı artırmaktan başka bir işe yaramaz. Sonu gelmez tartışmalara yol açar.

Mümin kerim olur, olmalıdır da. İkramıyla ve iyilikleri ile etrafına, güzellik, huzur ve barış getirir. “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan, 25:72)  ayetine uygun olarak saadet ve selamet yolunu seçerler. Mümin affedici olmalı ve; “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki, Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Teğabün, 64:14) ayetine kulak vermelidir. Bir müminin Allah’ın çok bağışlayıcılığından ve merhametinden mahrum kalmayı istemesi düşünülebilir mi?

Mümin nefsini elim bir azap içerisinde bırakmak istemiyorsa, düşmanlık ve haset etmeyi bırakmalıdır. Çünkü zararı en çok kendisi çeker. Dünya fanidir. Bir gün bile düşmanlığa değmeyecek olan şeyler için bir sene veya yıllarca düşmanlık etmek hem insafsızlıktır, hem de vicdansızlıktır.

Mümin kardeşinden sana gelen bir fenalıkta, kaderin hissesi, nefis ve şeytanın hissesi, bir de senin görmek istemediğin kendi nefsinin kusurları var. Mümin, geriye kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp etme yolu olan af ve büyüklükle yolunu seçse, zulümden ve zarardan kurtulur. Aksini yaparsa, zalimlik, sarhoşluk ve delilik etmiş olur.

Tövbe kapısı açıktır. Müminin kusurunu bilmeli, tövbe ve istiğfar ederek elinde olmadan yaptığı düşmanlık ve zulümlerin şerrinden kendisini korumalı ve kurtarmalıdır.

Üstad Bediüzzaman üzücü ve İslam’ın kalbini ağlattıracak bir sosyal hastalıktan bahseder ve bunu da ibretli bir hikâye ile örneklendirir. Sonucu da hıyanet olarak vasıflandırır. “Harici düşmanların hücumu sırasında dâhili düşmanlıkları unutmayı bedevi kavimlerin bile takdir edip yaptıkları halde şu İslam cemaatine hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, basit ve küçük düşmanlıkları unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir, İslâm’ın sosyal hayatına bir hıyanettir.” Der. Bunu da bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesinin, birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde karşılarına güçlü bir düşman çıktığı zaman, o iki düşman taifenin, eski düşmanlığı unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dâhilî düşmanlığı hatırlarına bile getirmeyerek en güzel bir şekilde uyguladıklarını ifade eder.

Bediüzzaman içi yanarak müminlere seslenir:

“İşte, ey müminler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek (dayanışarak), el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek (kolaylaştırmak), onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne (düşmancasına) inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan (bozgunculardan) tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine (musibetlerine) kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an, uhuvvet-i İslâmiyedir (İslam kardeşliğidir). Bu kal’a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle (düşmanlıklarla) ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan (vicdana aykırı) ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye (İslamın yararına aykırı) olduğunu bil, ayıl.” Der.

Bir de hadis-i şeriflere dayanarak uyarı yapar, ahirzamanda nifak ve zındıka başına geçecek müthiş ve muzır şahısların, İslam’ın ve beşerin, hırs ve ayrılıklarından istifade ederek az bir kuvvetle ortalığı karıştırıp koca âlem-i İslâm’ı esaret altına alacağını söyler.

Uyarıya devam eder:

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı  ‘Müminler ancak kardeştirler.’ (Hucurat, 49:10) kal’a-i kudsiyesi (kudsi kalesinin) içine giriniz, tahassun ediniz (sığınınız). Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle (sosyal hayatınızla) alâkanız varsa,  ‘Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir.’ (Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65) düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.”

Garazkârâne tarafgirliğin neticesi çok vahimdir. Bediüzzaman şahid olduğu çok çirkin bir hadiseyi örnek verir:

Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir (kafir) derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, ‘Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.’ dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.”

Bir mümine “Allah için sevmek. Allah için buğz etmek.” (Buharî, Îman: 1; Ebû Dâvud, Sünnet: 2; Müsned, 5:146) gerektir. Yoksa adalet etmek isterken zulmeder. Fitne ateşlerini çıkaran tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk  (kendini beğenmişlik), şöhretperverâne  düşünce ve hareketlerden kaçınmak lazım. Yapılan hareket hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, düzelmesi imkânsız ayrılıklara sebebiyet verir.

Düşmanlık ve inat manevi hayatımıza, kulluğumuzun sıhhatine de zarar verir. Halis ameller işlememize engel olur. Hem hüküm ve muamelâtta tarafgirini tercih etmek ve adaletten uzaklaşmak gibi bir hataya düşebiliriz. Hayırlı fiil ve emellerimizin esasları olan ihlâs ve adaleti, husumet ve düşmanlıkla kaybedebiliriz.

Kardeşlik ve barış için, dostluk ve muhabbet için, ihlâslı bir kulluk için, memleketimizin selameti için tarafgirlik ve düşmanlığı, inat ve garazı aramızdan kovalım. Aksi halde hem dünyada, hem de ahirette hüsrana uğrayanlardan oluruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.