Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Bediüzzaman ve mitolojik isimler

Bugün için konuşulan dillerin kesin sayısı bilinemiyor. Her çocuk annesinden aldığı eğitimle konuşmaya başlar. Her milletin ana dili, kaderin bir mührüdür. Farklı farklı oluşları yaratılmadan önce planlanmış ve kader defterine yazılmıştır.

Annesinden konuşma öğrenen bir bebeğin beynine bir düşünme program kurulur. Bu yüzden eğitim ve öğretimde anadilin üstünlüğü ve kolaylığı vardır. Konuşulan bazı diller yazılı dil haline gelmemiştir. Kur’an, insanların farklı milletlere ayrıldığını ve birbirini tanımalarını istemektedir. Birbirini tanımak ise dille olur.

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık." (Hucurat, 13)

Bediüzzaman da bunu aşağıdaki gibi açıklar:

*Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.

….kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehâsum için değildir. (Mektubat, 26.Mektup)

Eğitimin temeli ise yazılı dildir. Dilbilimciler batıda ilköğretim okullarında okuyan çocukların ders kitaplarının 71.000 kelimeyle yazıldığını söylüyorlar. Bu rakam, biz de kaçtır biliyor musunuz? Dikkat edin, 5.000–6.000 civarındadır. 70.000 kelimeyle okuyan, düşünen, konuşan, yazan bir insanla, 5.000–6.000 kelimeyle okuyan, düşünen, yazan ve konuşan insanlar aynı olabilir mi? Dilde konuşulan, yazılan kelime sayısı ne kadar çoksa ufuklar da o kadar geniş olur.

Osmanlı döneminde Türkçe’miz, Arapça ve Farsça ile zenginleşmişti. Ancak günümüzde onların yerini birçok yabancı kelimeler almıştır. Dil, durağan bir şey değildir tabi ki bazı kelimeler onun içine girer. Televizyon, radyo, otobüs, kamyon, pikap, restoran, servis gibi, bunları uzatmak da mümkün.

Devlet zoru ile uyduruk kelimeler üreterek halka benimsetmek ise bir proje olmakla beraber, başarılı olması mümkün değildir. Çünkü halkın benimsemediği bir kelime günlük konuşma içinde yer almaz.

Bilimde, teknolojide, edebiyatta üstünlük hangi milletlerde ise onun dili diğer milletleri de etkiler. Bediüzzaman risalelerinde Yunan ve Roma mitolojisinden esinlenerek varlıklara konulmuş isimleri özellikle kullanmaz. Çünkü eski Yunan’daki Tanrılar; tabiattaki olayların her birinden sözde sorumlu farklı farklı varlıklardır. Tan­rıçalar ve kadınlar ise; insanoğlunun cinsel hayallerini tatmin edici hayali masallarla yüklüdürler.

Roma Mitolojisi’ndeki tan­rıçalar da; genellikle tabiatla, bitkilerle, çiçeklerle ve kadınların kendi problemle­riyle ilgilidirler.

Eski Yunan ve Roma mitolojisi; Tek tanrılı dinlerin esası olan Allah’ın varlığı ve birliğine, Uluhiyetine ve Rububiyetine karşı, İslamın temel inanç esaslarına aykırı uydurulmuş hayali hikâyelerdi. Ve bu hayali hikâyelerde geçen isimler adına sonradan yapılmış heykeller ve resimlerden meydana gelmişlerdi.

Bediüzzaman ise eserlerinde bu hayali hikâyelerden kaynaklanmış ve Allah’ın varlığına, birliğine, Ulûhiyetine ve Rububiyetine aykırı hayali isimleri asla kullanmaz. Onların yerine, Osmanlı Türkçesinde kullanılan kelimeleri bilinçli bir şekilde tercih eder. Yunan felsefesinin İslam dünyasına tercümeler yolu ile kazandırılmasının da birçok yanlışlıklara kapı açtığına ayrıca dikkat çeker.

*Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. (Sözler, 30.Söz)

*Hem de, vaktâ hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için Me'mun'un asrında tercüme olundu. Fakat pek çok esâtîr ve hurâfâtın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan, safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi, tahkikten taklide bir yol açtı. (Muhakemat, Mukaddeme)

Şimdi aşağıda yazılanları dikkatle okuyalım. Hepimizin okullarda öğrendiği birçok kelimenin kökeninin, nereden geldiklerini bilmediğimizi de görmüş olacağız.

*Merkür: Çok hızlı hareket ettiği için Roma mitolojisinde ticaret ve yolculuk tanrısı ve tanrıların habercisi Tanrı Merkür’ den,

*Venüs:  Gökyüzünde parlayan mücevher gibi göründüğü için Aşk ve güzellik tanrısı Venüs’ten

*Mars: Kızıl renkte olduğu aynı zamanda kan ve ateşi hatırlattığı için savaş tanrısı Mars’tan

*Jüpiter: En büyük olduğu için Roma mitolojisindeki tanrıların en büyüğü Jüpiter’den

*Satürn: O zaman bilinen en dış gezegen diye Jüpiter’in babasının isminden

*Uranüs: Gökyüzü renklerini anımsattığı için gök tanrısı Uranüs’ten

*Neptün: Deniz rengine benzediği için deniz tanrısı Neptün’den

*Plüton: Karanlık görünümünden dolayı yer tanrısı Plüton’dan geldiğini biliyor muydunuz?

Batı kültüründe Samanyolu için kullanılan ”Milky Way”, "Süt Yolu" terimi aslında adını eski Yunan Mitolojisi'ndeki bir mitosdan alır: Bir gece, Zeus ölümlü bir kadından yaptığı oğlu Herakles'i fark ettirmeden uykuya dalmış olan Hera'nın göğsüne koyar. Bebek Herakles, Hera'nın memelerinden akan sütü içecek ve böylece ölümsüz olacaktır. Fakat Hera, gece uyanıp tanımadığı bir bebeği emzirdiğini fark edince onu fırlatıp atar ve boşalan memesinden çıkan süt de gece gökyüzüne fışkırıp akar. Hikâyeye göre geceleyin gökte sönük bir ışıkla pırıldar halde gördüğümüz “Süt Yolu” (Türkçe’de Samanyolu) denilen kuşak, böyle oluşmuştur.

Bediüzzaman “Süt Yolu” kelimesini de Türkçe olmasına karşılık İngilizceden çeviri olduğu ve mitolojiyi yansıttığı için kullanmamıştır. Ve onun yerine milli olan Samanyolu, Nehrüssema ve Kehkeşan gibi isimlerinin üçünü de kullanmayı tercih etmiştir. Geçmiş dilimizle bağlantımızı devam ettirmeyi asıl mesele olarak görmüştür.

*Ecrâm-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki, o ulvî âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ, Nehrüssemâ ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe Samanyolu tabir olunan, bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevâbit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevâbit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşandaki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevâbit dahi, sadık bir hads ile, manzume-i şemsiyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkezâ, yedi manzumat ve yedi tabaka birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur. (Lemalar, 17.Lema)

Bediüzzaman; “edipler edepli olmalıdırlar” diye gazetecileri geçmişte uyarmıştı. Eski Yunan ve Roma mitolojisinden gelen kelimler yerine onun dilimizdeki kullanışlarını tercih ederek dilbilimcilerin, bilim adamlarının dikkatini ise yazdığı eserlerle böyle konulara da çekmiştir. Her milletin dilbilimcileri mitolojiden gelen esinlenmeleri kullanmadan kendi dillerine uygun yeni kavramları bulmalıdırlar. Güzel buluşlar, çok eskilerde kalmış mitolojinin hayali isimleriyle artık isimlendirilmemelidir.

*Ey gazeteciler! Edipler edeplî olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. (D.H.Örfi)

Bediüzzaman Satürn yerine “Zühal”, Venüs yerine “Zühre” ve “Çobanyıldızı”, Jüpiter yerine “Müşteri” isimlerini eserlerinde bilinçli bir şekilde kullanır.

*Bir sineğe, bir meyveden bir meyveye; bir serçeye, bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühreden Müşteriye, Müşteriden Zühale uçacak kanatları O veriyor. (Sözler, 25.Söz)

*Hususuyla bu mevsimde, akşamdan sonra, ufukta Zühre yıldızı ve fecirden evvel diğer parlak bir arkadaşı, gayet şirin ve güzel bir vaziyet gösteriyorlar (Mektubat, 3.Mektup)

*Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, "Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek"; merakın varsa, vereceksin. (Sözler, 19.Söz)

*Mesela, Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir terazinin birer kefesine konulsalar ve cevv-i semâda, Zuhalde duran bir melek de o terazinin ucunu tutsa; Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa Sübhan Dağı âsumâna, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden fikri kısa olanlar, kıymet ve sıkleti tamamen o ilâveye verecekler. (D.H.Örfi)

Hidrojen için Yunanca ”İdrogono”, su yapan anlamındaki kelime karşılığı olarak Osmanlıca “müvellidülma”yı ve Yunanca “Oksis”, asit yapan anlamı için Osmanlıca “müvellidül humuza” kelimelerini kullanır. Karbon kelimesinin kökeni ise Fransızca “Carbone”dur. Azot kelimesinin de Fransızca kökeni ”Azote” olmasına karşın onların onların Türkçe okunuşlarını kullanır.

*Eşyanın asıl menşe'leri, şu dört maddedir. Yeni hikmetle, müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuza, karbon, azot'tur ki, bu anâsır, evvelki unsurların eczâlarıdır. (Sözler, 22.Söz)

Okyanuslar için de aynı yöntemleri kullanır:

Atlas okyanusu yerine “Bahr-i Muhit-i Garbî,  Büyük okyanus yerine “Bahr-i Muhit-i Şarkî” ve Kızıldeniz yerine “Bahr-i Ahmer” i tercih eder.

*İstikbal, o haber-i gaybîyi, Bahr-i Muhit-i Şarkîden Bahr-i Muhit-i Garbîye kadar İslâm kılıcının uzamasıyla tasdik etmiştir. (Lem’alar, 7.Lema)

*Tâ şark ve garb, şimal ve cenuptaki bahr-i muhitlerine, tâ Bahr-i Rum ve Fars bahrine, tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazına-ki mercan denilen balık ondan çıkıyor-tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmere ve Süveyş Kanalına. (Mektubat, 26.Mektup)

Bediüzzaman, Fransız kökenli olan Azot ve Karbon kelimelerini kullanırken temelde Yunanca kökenli Oksijen ve Hidrojen kelimelerini veya ondan esinlenerek dillerine alan İngilizce karşılıklarını acaba niçin kullanmaz? Bu konu üzerinde çok tefekkür gerekir. Acaba 1.Dünya savaşında mağrur İngilizlerin ve Yunanlıların Osmanlı’ya yaptıkları saldırılar bunun bir nedeni olabilir mi?

*Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: biri azot, biri müvellidü'l-humuza. Müvellidü'l-humuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvîs eden karbon unsur-u kesîfini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizâc eder, buhar-ı hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılâb ettirir; hem hararet-i garîziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. (Sözler, 32.Söz)

*Ben de bu otuz kırk senelik hayatımı bilenleri ve Nurun binler has şakirtlerini işhad ederek derim: İstanbul'u işgal eden İngilizlerin başkumandanı, İslâm içinde ihtilâf atıp, hattâ Şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilâfçı, ittihatçı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunanın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde Hutuvât-ı Sitte eserimi Eşref Edib'in gayretiyle tab ve neşretmekle o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmeyen. (Şualar, 14.Şua)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
11 Yorum