Aşk da aslında 'kötü çocuk' değildir

Acze çağıran aslında bizi sudan etmiyor, aksine, oluğun başına çağırıyor. Bana sorsanız aşkı da aczin tezahür şekillerinden birisi olarak gördüğümü söylerim. Yani varolabilmek için başkasına muhtaç olduğunu anlamanın yollarından birisidir aşk. (Acze çağrı, bu noktadan bakınca, aslında cadde-i kübraya çağrıdır, aşkın ötesine değil.) Fakat öyle dolaylı ve ince bir iple bağlıdır ki ism-i Kayyum'dan bakınca hemencecik görülmez. Araya perdeler girer. Perdelerin arkalarına bakılır şekilde okunması gerekir.

Örneğin: İsm-i Vedud gibi bir berzah, bir ikinci dikkat, odaklanma gerektirir aşk. Hem bir saniye. Bu vesileyle şunu da arzedeyim: Bazı isimlerin diğerlerinin altmaddesi olduğuna dair bir tefekkürüm de var benim. Mesela: İmam Ali'den (r.a.) rivayet edilip gelen altı ism-i âzâmı, 'Allah' lafza-i celali altında altı anabaşlık gibi düşünürsek, diğer isimlerin de onların altında daha ince okuyuşların/görünüşlerin ifadesi olduğunu söyleyebiliriz/bilirim. Hatta, kanaatimce, bunlar içinde Vahidî ve Ehadî, Celalî ve Cemalî okuyuşlar da birbirinden renk renk ayrılırlar.

Ancak bu söylediklerime bakılarak konu hakkında keskin bir kategorizasyona sahip olduğum veya bir ismin yalnız bir başlığın altbaşlığı olduğunu düşündüğüm çıkarılmasın. Bence bu örgü daha girift. Birçok perspektif var ve her perspektif sıralamanın düzenini değiştiriyor.

Gökyüzündeki yıldızlar gibi. Merkeze aldığınız yıldıza göre yeni bir düzen ile şekilleniyor esma. Celalî ve Cemalî diye ayırabilirsiniz. Vahidî ve Ehadî diye bakabilirsiniz. Daha farklı kategoriler de oluşturabilirsiniz. Örneğin: Az evvel aşk penceresinden bakarak ism-i Kayyum'un altbaşlığı gibi zikrettiğim ism-i Vedud'un diğer isimlere bakan güzel yüzleri yok mudur? Mutlaka vardır. Mutlaka var. Fakat onları görmek için yalnız gözü değil pencereyi de değiştirmek gerek. Her neyse... Yazımın ana konusu bu olmadığından girmeyeceğim. Eteğimizi toplayıp aşka geri dönelim.

Aşk özünde bir başkasına muhtaç olmak; onun hüsnüne, hatrına veya hatırasına müştak olmak; bir açıdan insanın kendi dışında birşeyi (belki yine kendisi için) yanıbaşında istemesi, hatta bir adım da ötesi: Onun da kendisini varlığı için bir gerek-şart olarak görmesini beklemesi, karşılık istemesi, devamlılık istemesi, sadakât istemesi vs... Bütün bu ifadesi müşkül kıvranışlar, yediğimiz ekmek gibi, solduğumuz hava gibi, içtiğimiz su gibi somut bir şekilde görülemese de, mutlaka içimizdeki bir açlığa tekabül ediyor. Bir tuhaf boşluğumuz da bunlarla doluyor.

Yani Rabbimiz, bir hikmetten, bizi 'yalnızken mutlu olamama' açlığına/aczine müptela etmiş. Kibrimizin yediği en sağlam yumruk bu. Mürşidimin ifadesiyle: Cennet saadetlerinden bir saadet olan 'kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunması' bizi bir mukabeleye muhtaçlık hakikatiyle yüzleştiriyor. Dahası da var bu işin: İnsan paylaşmaya açtır. İnsan yaslanmaya açtır. İnsan yardım etmeye ve yardım almaya muhtaçtır. Elmanın güneşe olan açlığı, senin başını yaslayacak bir omuz aramandan ileri de, geri de değildir. O, onsuz mutlu olamaz, sen bunsuz.

"Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar."

Hem aşkın bir diğer hoş yanetkisi de size diğer açlıklarınızı daha fazla hissettirmesidir. Uyandırmasıdır. Mesela: Duygusal bir şarkıya, güzel bir şiire, hüzünlü bir filme, bir aşk öyküsüne, hatta yaprakların dökülüşüne, hatta ve hatta bir yabancının gözyaşlarına âşıkken karşı koyabilme gücünüz, değilken sahip olduğunuzdan daha azdır. Şarkılar bile dokunabilir ve dövebilir sizi pazularınıza bakmadan. Gelip giden dalgalar, yere kavuşan damlalar, rüzgârda sallanan ağaçlar bile ruhunuza tesir eder. Daha 'dokunaklı' olursunuz ister istemez. Çünkü açsınızdır. Çünkü açıktasınızdır.

Dokunulmak duygulanmaktır. Kalbinizin daha yüksek performansla çalıştığınızı hissedersiniz size dokunulduğunda. Daha iyi olmak, daha iyi şeyler yapmak, herşeye gülmek, bir şekilde içinizdeki neşeyi paylaşmak arzusu sarar sizi. Aslında şu halinizin uyandığınız açlığın tetikleyiciliği ile bir ilgisi var. Yeni bir âleme sahip oldunuz âşık olmakla. Ramazan orucu nasıl ki insana kendi fıtratını, aslında olduğu şeyi, yani fabrika ayarlarını hatırlatır ve der: "Sen aslında busun." Ve (eğer gafil değilse) aslında bu olmaktan gelen bir farkındalıkla insan yumuşar, insanlaşır, asl-ı insana yaklaşır. Yaşadığı âlemi değiştirmeden âlem içinde yeni bir âleme sahip olur. Bence aşk da bizi bir ölçüde asl-ı insana yaklaştırdığı için tatlıdır. Fakat yine Bediüzzaman'ın pek nadir kullandığı parantez içi ifadelerden birisinde dediği gibi: "Şehvanî sevmekler bahsimizden hariçtir."

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum