Asıl söz Kur’ân’ındır, söz odur ve söz onundur

Asıl söz Kur’ân’ındır, söz odur ve söz onundur

Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
 
Hâtime
 
Geçen Oniki Hakikat, birbirini teyid eder, birbirini tekmil eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihad ederek neticeyi gösterir. Hangi vehmin haddi var, şu demir gibi, belki elmas gibi on iki muhkem surları delip geçebilsin, ta hısn-ı hasinde olan haşr-i imanîyi sarssın? مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ (“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28. ) âyet-i kerîmesi ifade ediyor ki, bütün insanların halk olunması ve haşredilmesi, kudret-i İlâhiyeye nisbeten birtek insanın halkı ve haşri gibi âsândır.
 
Evet, öyledir. Nokta namında bir risalede, haşir bahsinde şu âyetin ifade ettiği hakikati tafsilen yazmışım. Burada yalnız bir kısım temsilâtıyla hülâsasına bir işaret edeceğiz. Eğer istersen o Nokta’ya müracaat et. 
 
Mesela, وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى (“En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.) temsilde kusur yok, nasıl ki, nuraniyet sırrıyla, güneşin cilvesi kendi ihtiyarıyla olsa da bir zerreye suhuletle verdiği cilveyi, aynı suhuletle hadsiz şeffâfâta da verir.
 
Hem şeffâfiyet sırrıyla, bir zerre-i şeffâfenin küçük gözbebeği, güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsavidir.
 
Hem intizam sırrıyla, bir çocuk parmağıyla gemi suretindeki oyuncağını çevirdiği gibi, kocaman bir diritnotu da çevirir.
 
Hem imtisal sırrıyla, bir kumandan birtek neferi bir arş emriyle tahrik ettiği gibi, bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder.
 
Hem muvazene sırrıyla, cevv-i fezada bir terazi ki, öyle hakikî, hassas ve o derece büyük farz edelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder; ve iki güneşi de istiab edip tartar o iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvâta, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa birini Arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.
 
Madem şu âdi, nâkıs, fâni mümkinatta nuraniyet ve şeffâfiyet ve intizam ve imtisal ve muvazene sırlarıyla en büyük şey en küçük şeye müsavi olur. Hadsiz, hesapsız şeyler birtek şeye müsavi görünür. Elbette, Kadîr-i Mutlakın zâtî ve nihayetsiz ve gayet kemâlde olan kudretinin nuranî tecelliyâtı ve melekûtiyet-i eşyanın şeffâfiyeti ve hikmet ve kaderin intizâmâtı ve eşyanın evâmir-i tekvîniyesine kemâl-i imtisali ve mümkinatın vücut ve ademinin müsavatından ibaret olan imkânındaki muvazenesi sırlarıyla, az çok, büyük küçük Ona müsavi olduğu gibi, bütün insanları birtek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilir.
 
Hem birşeyin kuvvet ve zaafça meratibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir. Meselâ hararetin derecatı, soğuğun müdahalesidir. Güzelliğin meratibi, çirkinliğin müdahalesidir. Ziyanın tabakatı, karanlığın müdahalesidir. Fakat birşey zâtî olsa, ârızî olmazsa, onun zıddı ona müdahale edemez. Çünkü cem-i zıddeyn lâzım gelir. Bu ise muhaldir. Demek, asıl, zâtî olan birşeyde meratip yoktur.
 
Madem Kadîr-i Mutlakın kudreti zâtîdir, mümkinat gibi ârızî değildir ve kemâl-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise, muhaldir ki tedahül etsin. Demek, bir baharı halk etmek, Zât-ı Zülcelâline bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbaba isnad edilse, bir çiçek bir bahar kadar ağır olur. Hem bütün insanları ihyâ edip haşretmek, bir nefsin ihyâsı gibi kolaydır.
 
Mesele-i haşrin başından buraya kadar olan temsil suretlerine ve hakikatlerine dair olan beyanatımız, Kur’ân-ı Hakîmin feyzindendir. Nefsi teslime, kalbi kabule ihzardan ibarettir. Asıl söz ise Kur’ân’ındır. Zira söz odur ve söz onundur. Dinleyelim:
 
فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْباَلِغَةُ - فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ -
 
قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ - قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ - يَاۤ اَيُّهاَ النَّاسُ اتَّقوُا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظِيمٌ - يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّاۤ اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكاَرٰى وَمَا هُمْ بِسُكاَرٰى وَلٰكِنَّ عَذَابَ اللهِ شَدِيدٌ -
 
اَللهُ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللهِ حَدِيثاً - اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ - وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ - 
 
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهاَ - وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا - وَقاَلَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا - يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْباَرَهَا - بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا - يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتاَتاً لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ - فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْراً يَرَهُ - وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرّاً يَرَهُ
 
اَلْقَارِعَةُ - مَا الْقاَرِعَةُ - وَمَاۤ اَدْرٰيكَ مَا الْقَارِعَةُ - يَوْمَ يَكوُنُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثوُثِ - وَتَكوُنُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفوُشِ - فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ - فَهُوَ فِى عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ - وَاَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ - فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌ - وَمَاۤ اَدْرٰيكَ مَاهِيَهْ - نَارٌ حَامِيَةٌ - وَ ِللهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَا اَمْرُ السَّاعَـةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
 
Daha bunlar gibi âyât-ı beyyinât-ı Kur’âniyeyi dinleyip, “Âmennâ ve saddaknâ” diyelim.
 
اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَاَنَّ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَالنَّارَ حَقٌّ وَاَنَّ الشَّفَاعَةَ حَقٌّ وَاَنَّ مُنْكَراً وَنَكِيراً حَقٌّ وَاَنَّ اللهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبوُرِ اَشْهَدُ اَنْ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّداً رَسُولُ اللهِ - اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰۤى اَلْطَفِ وَاَشْرَفِ وَاَكْمَلِ وَاَجْمَلِ ثَمَرَاتِ طُوبَاۤءِ رَحْمَتِكَ الَّذِى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَوَسِيلَةً لِوُصُولِنَا اِلٰۤى اَزْيَنِ وَاَحْسَنِ وَاَجْلٰى وَاَعْلٰى ثَمَرَاتِ تِلْكَ الطُّوبَاۤءِ الْمُتَدَلِّيَةِ عَلٰى دَار اْلاٰخِرَةِ اَىِ الْجَنَّةِ - اَللّٰهُمَّ اَجِرْناَ وَاَجِرْ وَالِدَيْناَ مِنَ النَّارِ وَادْخِلْناَ وَادْخِلْ وَالِدَيْناَ الْجَنَّةَ مَعَ اْلاَبْراَرِ بِجَاهِ نَبِيِّكَ الْمُخْتاَرِ اٰمِينَ ِ 
 
Ey şu risaleyi insafla mütalâa eden kardeş! Deme, “Niçin bu Onuncu Sözü birden tamamıyla anlayamıyorum?”
 
Ve tamam anlamadığın için sıkılma. Çünkü, İbn-i Sina gibi bir dâhi-yi hikmet, اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلٰى مَقاَيِيسَ عَقْلِيَّةٍ  demiş; “İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmetmiştir. Hem bütün ulemâ-i İslâm “Haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez” diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve mânen pek yüksek bir yol, birden bire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve Hâlık-ı Rahîmin rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden, bin şükür etmeliyiz. Çünkü imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdına çalışmalıyız.
 
Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i âzam, İsm-i Âzamın tecellîsiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakkın İsm-i Âzamının ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellîsiyle zahir olan ef’âl-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i âzam bahar gibi kolay ispat ve kat’î iz’ân ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Sözde feyz-i Kur’ân ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa, âciz kalır, taklide mecbur olur.
 
Bediüzzaman Said Nursî
 
(Sözler)

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.