‘Adalet’, ismiyle müsemma sahibini bekliyor

İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarında, Said Nursi’nin 1911 tarihli Münazarat’ındaki şu ifadeler bize, yönetimleri övgüde ve yergide kullanacağımız hassas bir adalet terazisi sunuyor.

“…Bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccühüdür. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i adidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum.”

Kısaca diyor ki, hiç bir hükümet hatasız ve masum değildir. Bir yönetimin başarısı, iyiliklerinin hatalarından fazlalığında aranmalıdır. Hatasız hükümet beklentisi, gayrı memnun ve anarşik bir mizacın göstergesidir.

Hatır-gönül demeden, her yerde hak bildiğini söyleyen Bediüzzaman, “şefkatli Sultan” dediği 2. Abdülhamit idaresi ile İttihatçı yönetimler hakkında da aynı hakkaniyeti sergiledi. Olumlu icraatlarını övdü, masum yönlerini savundu. Vehme dayalı, baskıcı yöntemlerini kıyasıya eleştirdi. Meşrutiyeti, parti istibdadına indirgeyen tutumlarını şiddetle reddetti.

Hakkaniyetli tavrını Demokrat Parti hakkında da gösterdi. İktidara geldiğinde, ilk iş olarak ezanı aslıyla okutan Başbakan Adnan Menderes için kullandığı “İslam Kahramanı” iltifatı, bu karardan duyduğu memnuniyetin göstergesiydi. (1)

İktidar veya muhalefette olduğuna bakmaksızın partilere yazdığı her mektupta, “Sorumluluğun şahsiliği” kuralını, Kur’an adaletinin şartı olarak dikkate verdi. Kişisel sorumluluk, adaletin ve siyasi mesuliyetin olmazsa olmaz ölçüsüydü. Adaleti ihlalin sakıncaları, Başbakan Menderes’e yazdığı şu hacimli mektubun birinci başlığı idi:

“Âyet-i kerimenin (Fâtır, 18) hakikatidir ki, "Birisinin cinayetiyle (hatasıyla) başkaları, akraba ve dostları, (hatta kardeşi, aşireti, partisi, hanedanı, çoluk-çocuğu) mesul olamaz.” Halbuki şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.”

Bir suçun cezasını, suçlunun şahsıyla sınırlı tutmayıp, ailesini, akrabasını, partisini, çevresini sorumlu tutmak hukuk ve adalet ihlalidir. Kaos ve krizlere yol açar, hatta dış müdahaleyi bile cesaretlendirir. Bu görüşüne, 1952 Mısır darbesi ile 1954 İran krizini delil gösterir.

Siyasi sahadaki muhatabı sadece Demokrat Parti değildi. Sağduyusuna hitap ettiklerinin içinde CHP yönetimi de vardı. Kendisine kesintisiz 28 yıl sürgün ve hapis yaşatmasına rağmen, parti yetkililerine, ülkenin barış ve güvenliği adına tavsiyelerde bulunmaktan geri durmadı. İktidardaki CHP’nin Genel Sekreterine yazdığı 1946 tarihli mektupta şu mesajları veriyordu:

“Halk Fırkasının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var… O da şudur: “Eğer… Kur'ân'a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur'âniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat'iyen haber veriyorum ve kat'î hücceterle isbat ederim ki, âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet”e.. sebebiyet verecek”siniz demektedir.

Bediüzzaman, bu ifadeleriyle CHP’yi geçmişte yaptığı yanlışlıklardan vazgeçmeye davet ediyordu. Medenileşme, kimlik ve insani değerlerde yaptığı tahribatı terk edip, milletin ve İslam dünyasının güvenini kazanmaya çağırıyordu.

Bir mahalli seçime giderken, bu tavsiye ve ikazlardan, bugünün partileri acaba hisse çıkarılabilir mi? İsterlerse, elbette çıkarabilirler.

Dikkat edilirse, Bediüzzaman’ın siyasilere yönelik takdir ve ikazları, insan hakları ile adalete saygıyı, toplumun değerleriyle barışık olmayı öngören ilkelerdir.

Cumhuriyeti kurmakla övünen CHP, jandarma şekavetiyle maruf negatif kimlik çıtasını, bu seçimde biraz daha yükseltmişe benziyor. Zira, bu sefer jandarmayla değil ama, silahlı terörle iş tutanlara yanaşmış bulunuyor. Ayrıca yeşilinden turuncusuna kadar her temayüle “kim olursan gel” ilkesizliğiyle yeni bir tahribata kapı aralıyor. Ülkeye her ihaneti yapan İttihat Terakki’nin bozuk kısmının temsilcilerini, güncellenmiş kimlikleriyle çatısı altında topluyor. Bir projeyi akla getiren bu operasyon, bedelini milletçe ödemek zorunda kalacağımız oldukça sakıncalı sosyal, siyasi riskler taşıyor. Bu kompozisyona verilecek desteğin kime ve neye yarayacağı iyi düşünülmelidir.

Ülkenin maruz kaldığı tehditler sebebiyle güvenlikçi politikaları daha etkin kılmak için iktidar partisiyle ittifak kuran MHP, güçlü iktidar arayışına şüphesiz önemli katkı yapıyor. Fakat bu ittifakın, sivil demokrasiyi zaafa uğratacak her türlü tehdide karşı, demokratik özen içinde yürümesi amaçlanmalıdır. İktidar partisiyle sağlanan bu pozitif “yardımlaşma”, demokratik çoğulculuk ve çoğunluğu benimsediği ölçüde değerlidir.

Önceki seçimlerde “biz Türkiye partisi olacağız” diye yola çıkan HDP, barajı aşınca, sözünün gereğini yapacağı yerde, iradesini dağdaki teröre teslim etti. Beş bin tırın getirdiği Amerikan silahıyla açılacağını umduğu teröre “koridor” vaadini duyunca, emrine girdiği güçlerin aparatı olmayı seçti. Irak ve Suriye’de yaşanan sefalet şartlarını Türkiye’ye taşımaya çalışan ve insanların evlerini başlarına yıkan bu terörist “Hendekçi” anlayış, seçim sandığında yaptığı yanlışın bedelini ödemelidir.

AK Parti’ye gelince, iktidarının ilk 5-6 yılını, içeride-dışarıda takdir toplayarak başarıyla geçirdi. Sosyal demokratlara varıncaya kadar, toplumun değişik kesimlerinden sempati ve anlamlı destek gördü. 17 yıllık istikrarlı bir iktidar süreci elbette tesadüf değildir. Yaşanan istikrarın kaynağı, öncelikle toplumun demokratik iradesidir.

Bugün partinin kurumsal bünyesinde müşahede edilen “metal yorgunluğu” aslında doğal iktidar yorgunluğudur. Parti, bunu aşması gerektiğinin kendisi de farkındadır. Üstelik beklemeyen yerden yediğimiz 15 Temmuz sadmesini aşmadaki zorluk ve onun ürettiği sorunlar, iktidar için gaile olmaya devam ediyor. Bu konjonktürde, yönetimde benimsenen sistem değişikliğinin, yatay, çoğulcu kitle partisi görüntüsünden,  yavaş yavaş disiplinli merkez partisine doğru seyir istidadı taşıdığını söylemek, yaşanan realitenin adı olsa gerektir. Bu imaj, istişari ve katılımcı zeminler güçlendirilerek tashih edilmelidir.

Devlet için çıkarıldığı söylenen Olağanüstü Hal ve onun gereği yayınlanan Kanun Hükmünde Kararnamelerle, ateşin düştüğü yeri yaktığı, hedefi ve amacı aşan uygulamaların ürettiği mağduriyetler, hatırı sayılı bir memnuniyetsizlik oluşturuyor. Ama bu memnuniyetsizliğin partide makes bulduğunu söylemek, pek mümkün görünmüyor. Yürütme ve yargı alanında kişisel sorumluluk ilkesi yer yer sahipsiz ve boşlukta kalıyor. Bu da adalet talebi ve şikayeti olarak açığa çıkıyor. Hukuk ve yargı süreci, adaletin ihmal edilebilir boyutlarda seyrini makul gören bir algıya kaynaklık ediyor.

Partiler arasındaki söz düellosu, karşılıklı tehdit ve meydan okuma üslubundan çıkarılmalıdır. Yargıya saygı korunmalıdır. Siyasetin yargıya bir şey götürme ihtiyacı varsa, bu, seçim konuşmaları değildir. Ondan daha önemlisi var: Siyasi ayağı henüz meçhul 15 Temmuz’un hemen öncesinde “ben yakında başbakan olacağım” sözü, eğer doğruysa, niçin hala yargı yüzü görmemiştir?

Kürt sorununu masada çözme, AK Parti açısından büyük ümitler uyandırdığı halde, bu fırsatın kaybedilmesi ülke için büyük talihsizliktir. Geçmişten geleceğe ülkenin yumuşak karnı olan bu konuyu, ülke bütünlüğü temelinde barışçı yöntemlerle çözme iradesi gündem olmaya devam etmelidir. Bu konuda geçmişe nispetle oldukça olumlu mesafeler elbette alındı. Bunun önemli bir göstergesi, terör tehdidinin bölgede tavan yaptığı dönemlerde bile AK Parti’nin, gerçek bir Türkiye partisi olduğu ve ülke bütünlüğünün sigortası konumunu gösterir seçmen desteği her seçimde görüldü. Her şeye rağmen halen duyguların çok hassas ve kırılgan olduğu bir konuda, “burada yaşamak istemiyorsanız, şuraya gidin” söylemi, özellikle seçim öncesinde değil, hiçbir zaman telaffuz edilmemelidir.

“Fikr-i milliyette gafletkarane bir lezzet” ve “şeametli bir kuvvet” bulunduğunu,  tarih bize hem kitaplarıyla hem de olaylarıyla anlatıyor. İnsanlar, istismara çok açık asabiyet konusunda, vicdanen bir tercih yapma durumunda bırakılmamalıdır. Zira, insanda güçlü bir iman olmazsa, asabiyetini terk edecek kahraman çok az bulunur. Etnik hastalığı tedaviye, taklidi inanç yetmiyor. Sağlam fikir aşısı yapılmazsa, çabuk bulaşan “Asabiyet-i cahiliye” hastalığı kolay tedavi edilemiyor.

Yazının başına aldığımız sözler, yüz yıl önce yazıldığı kitapta,  siyasi gerçekçiliğin, hikmet ve adaletin cerh edilemez hücceti olarak, hala kutup yıldızı gibi önümüzde duruyor.

Şikayetlerin, protest bir iradeye dönüşmemesi için öncelikle adalete ve sakin bir yönetime acil ihtiyaç var. Seçim böyle bir sonucu hedeflemelidir.

(1) Bu vesileyle, merhum Menderes tarafından yerine getirilmiş ezan vasiyetinden sonra, Bediüzzaman’ın ikinci vasiyeti olan Nur Risalelerinin devletin Diyanet Teşkilatı eliyle, hem de mükemmel tahkikli bir çalışma ile basılarak ilim ve irfan dünyasına kazandırılmasında sayın Cumhurbaşkanı tarafından gösterilen sahabetinin ayrı bir şükran ve memnuniyet sebebi olduğunu belirtmeyi görev kabul ediyorum. Ayrıca kabir ziyaretlerindeki bid’atkar tavırlar sebebiyle “kabrimin bilinmesini istemiyorum” diyerek kendisine bir kabir bile talep etmeyen ve kabri birkaç talebesi dışında bilinmeyen merhum Bediüzzaman’ın, üçüncü ve son vasiyeti olan Ayasofya’nın açılması talebinin de yine sayın Cumhurbaşkanı tarafından gerçekleştirilmesini dua ve temenni olarak not etmeyi bir vecibe  kabul ediyorum. Bediüzzaman, Ayasofya’yı sade bir cami olarak değil, kubbesindeki dikili bulunan Hilal sebebiyle İslam Medeniyetinin Hakimiyet Sembolü bir yapı olarak görmüştür. Bu sebeple cami kimliğiyle açık olmasına, hakimiyet göstergesi olarak ayrı bir önem vermiştir. Bu talep bakidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum