Zindana gelince dedi ki: Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi!

Zindana gelince dedi ki: Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi!

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Yusuf Sûresi 42-49. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

42-Ve (Yûsuf) doğrusu içlerinden kurtulacak olanın o olduğunu zannettiği kimseye: “Efendinin yanında beni an! (Umulur ki beni bu durumdan kurtarır)” dedi. Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu da (Yûsuf) senelerce zindanda kaldı.

43-Nihâyet (bir gün) hükümdar dedi ki: “Doğrusu ben (rüyâmda) yedi semiz ineği, yedi zayıf (ineğ)in yediğini ve yedi yeşil başak ile (bir o kadar da) diğer kuru başakları gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüyâ ta‘bîr ediyorsanız, bana (bu) rüyâmı açıklayın!” (*)

4-Dediler ki: “(Bunlar) karmakarışık rüyâlardır.(**) Biz ise, o rüyâların ta‘bîrini bilen kimseler değiliz.”

45-Bunun üzerine (zindandaki) iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman sonra (Yûsuf’u) hatırladı da dedi ki: “Ben size onun ta‘bîrini haber veririm; hemen beni (zindana) gönderin!”

46-(Zindana gelince dedi ki:) “Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi! (Rüyâda) yedi zayıf (ineğ)in yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başak ile (bir o kadar da) diğer kuru başakları (görmeyi) bize açıkla! Umulur ki (saraydaki) insanlara dönerim de (senin kadrini) bilirler.”

47-(Yûsuf) dedi ki: “Âdet(iniz) üzere yedi sene (ekin) ekersiniz! Sonra biçtiklerinizden, yiyeceğiniz az bir mikdârın dışındakileri başağında bırakın!”

48-“Sonra bunun (bu yedi bolluk yılının) ardından, yedi şiddetli (kıtlık yılı) gelecek ki, (tohumluk için bir sonraki seneye) saklayacağınız az bir mikdar hâriç, onlar için (o kurak yıllara hazırlık olmak üzere) önceden biriktirmekte olduklarınızı yiyecek (bitirecek)!”

49-“Daha sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki, onda insanlar bol yağmura kavuşturulacak ve onda (o yılda insanlar meyveleri ve hayvanları bol bol) sıkıp sağacaklar.”

(*) “Hem rüyâ dahi hayır iken, bazı aks-i hakīkatle (hakīkatin tersiyle) göründüğü için şer telakkī edilir (anlaşılır), ye’se (ümidsizliğe) düşürür, kuvve-i ma‘neviyeyi (ma‘nevî kuvveti) kırar, sû-i zan (kötü zan) verir. Çok rüyâlar var ki, sûreti (görünüşü) dehşetli, zararlı, mülevves (çirkin) iken, ta‘bîri ve ma‘nâsı çok güzel oluyor. Herkes rüyânın sûretiyle ma‘nâsının hakīkati mâbeynindeki (arasındaki) münâsebeti bulamadığı için, lüzumsuz telâş eder, me’yûs olur (ümidsiz olur), keder eder. (...) 

Mâhiyet-i insâniyedeki (insanın rûhundaki) latîfe-i Rabbâniye (adı verilen ve Cenâb-ı Hakk’ı bildiren isti‘dad), âlem-i şehâdetle (gördüğümüz bu âlemle) bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba (göremediğimiz âleme) karşı bir münâsebet bulur, bir menfez (pencere) açar. O menfez ile, vukūa gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfûz’un cilveleri (parıltıları) ve mektûbât-ı kaderiyenin (kader yazılarının) nümûneleri nev‘inden birisine rast gelir, bazı vâkıât-ı hakīkıyeyi (olacak hâdiseleri) görür ve o vâkıâtta bazen hayâl tasarruf eder (hükmeder), sûret libasları (şekil elbiseleri) giydirir. Bu kısmın çok envâı ve tabakātı (nevi‘leri ve tabakaları) var. Bazı aynen gördüğü gibi çıkar, bazen bir ince perde altında çıkıyor, bazen kalınca bir perde ile sarılıyor. 
Hadîs-i Şerîfte gelmiş ki: ‘Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bidâyet-i vahiyde (vahyin başlangıcında) gördüğü rüyâları, subhun (sabahın) inkişâfı (açılması) gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.’ ” (Mektûbât, 28. Mektûb, 195-196)

(**) “Rüyâ üç nevi‘dir. İkisi ta‘bîr-i Kur’ân’la اَضْغاَثُ اَحْلاَمٍ* [Karmakarışık rüyâlar]da dâhildir. Ta‘bîre değmiyor. Ma‘nâsı varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizâcın inhirâfından (huyun bir yöne sapmasından), kuvve-i hayâliye (hayâl duygusu) şahsın hastalığına göre bir terkîbât (birleştirmeler), tasvîrât (şekillendirmeler) yapıyor. Yâhut gündüz veya daha evvel, hattâ bir-iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyic hâdisâtı (heyecan verici hâdiseleri), hayâl tahattur eder (hatırlar), ta‘dîl ve tasvîr eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım اَضْغاَثُ اَحْلاَمٍ dır, ta‘bîre değmiyor. Üçüncü kısım ki rüyâ-yı sâdıkadır (doğru çıkan rüyâlardır).” (Mektûbât, 28. Mektûb, 196)