Yolcusu Bediüzzaman olan, Karadenizden doğuya giden vapur

Yıkık kubbelerden arta kalan virane bahçelerin andelib'i gibi hissediyordu kendisini.
Gün ikindi sonrasıydı, mevsim yazdı ama hazanı andıran bir yazdı.
 
“Hazan ağlar baharımda“
 
Her yer hazana dönmüştü.
Yıl 1911…Aylardan Temmuzdu…
Karadenizden doğuya doğru bir vapur süzülmekte.
Kıyıya yakın giden vapura zaman zaman martılar eşlik etmekte.
Ve denizde gemiden sonra arta kalan köpükten oluşan bir iz belirmektedir.
Ve ben o köpüğe karışmış gemiyi takip etmekteyim.
 
Gün ikindi sonrası.
Her tarafta kurşuni renkler hâkim.
Bediüzzaman normalde hep en önde ve en zirvede dururken bu sefer en arkada… Lakin gözlerini ileriye dikmiş bir vaziyettedir.
Ayağında çizmesi, elinde altın savatlı Çerkez yapımı kamçısı, belinde fildişi saplı kamasıyla heybetli bir duruş sergilemekte...
Arkasına bakmak istemiyor.
Geride çok şeylerin kaldığını biliyor.
Kaybettiği şeylerin arkasında bakmak gibi bir âdeti yok.
O hep ilerliye bakar.
Ama kafasında da olayları geçirmiyor değil.
 
Yıkımı durdurmak için bir dayanak olmak istemişti. Onun için ülkenin hemen hemen tüm nirengi noktalarını gezmiş her tarafın zaaflarını teşhis etmişti.
Her yerde ve her mekânda konuşmuş, haykırmış reçetelerini sunmuştu.
1910'da şarkın tüm illerini gezmiş “Münazarat” isimli eserini yayınlamış, ”meşrutiyet-i meşruanın” nasıl olması ve nasıl karşılanması gerektiğine dair bir şaheser bırakmıştı.
Avam tabakasına bu reçetesini sunarken ulemaya da “Muhakemat”ı sunmuştu.
Küllenmiş veya pas tutmuş tüm değerlere cila sürmüştü.
 
Batı orta çağdan “aydınlanma” hareketiyle çıkmış lakin İslam uleması hâlâ oralarda dolaşıyordu. İsrailiyat ve Yunan felsefesiyle zihinler bulandığı için Müslümanlar topyekün ortaçağda patinaj yapmış bir türlü yukarıya çıkmamıştı.
 
Ulemanın israiliyat ve Yunan felsefesiyle kirlenmişliğini Kur’ani bir dezenfekte ile yıkamıştı.
Hakikaten "Muhakemat" tetkik edildiğinde şu gerçek tüm ihtişamıyla ortaya çıkıyordu: Bediüzzaman, önce Kur'an'ın kâinat kadar büyütülmüş fotoğrafını sunduktan sonra, Resulullah’ın (asm) risaletini; Kur'an, kâinat ve arz eksenli bir tahlille sunup, tüm insanlık tarihini de nazarlara vererek ispatladıktan sonra, İslamiyet’e hikayat ve israiliyat yollarıyla girmiş ve zamanın birçok âlimini çaresiz bırakmış bin yıllık konuları (mesela dünyanın yuvarlak oluşunu, dünyanın öküz ve balık üzerinde oluşunu...) öylesine net ve kesin delilerle ispatlıyor ki; adeta herkesin boğulduğu konuların "topuklarına" kadar gelmediğini gösteriyordu.
Daha da ötesi zamanın İslam dünyasına öyle bir özgüven şırınga ediyor ki; herkesin "İslamiyet bitti" dediği bir zamanda İslami düsturların tüm insanlığın tek çaresi olduğunu kesin kez belirtiyordu.
 
O garip bir arayışa girmiş, bazen bilerek bazen de bir sevki ilahi sonucu geziyordu. Gezdikçe konuşuyor konuştukça yeni ufuklar açılıyordu.
Bazen çok uzakta bazen burnunun dibinde "bir yerler" görüyordu.
Çoğu defa görerek konuşuyor bazen de söylettiriliyordu.
1910 yılında -ki çıktığı yolculuğunda asıl hedefi Kahire'ye gidip Ezher üniversitesini yakından inceleyip sonra da Hacca gitmekti- Şam’a vardığında son durağın burası olduğunu anlamıştı.
Mevlana Halid Bağdadi Hazretlerinin türbesini ziyaret ettikten sonra rotasını değiştirmek zorunda kalmıştı.
Zira müceddidler bayrağını eline almıştı. Artık ona durmak yasaktı. Şahsi kemalat da yasaktı.
Artık hacca gidemeyeceğini de biliyordu.
İçi zaten yanıktı şimdi daha çok yakıyordu.
Artık sadece gününe değil, asırlara hitap etmesi gerekiyordu.
 
Bu vesileyle Emevi camiinde 100 kişilik bir ulema ve 10 bin kişilik bir topluluğa asırlara yön verecek meşhur hutbesini irad etti.
Bu hutbesini de eser haline getirtip neşrettikten sonra,  bu eserleri ve bire bir yaşadığı tespitleri bizzat padişaha sunmak, Sultan Reşat’ın Rumeli seyahatine katılmak için 1911 Haziran aynın ilk günlerinde Egede İzmir üzerinden deniz yoluyla İstanbul'a gitmiş seyahate katılmıştı.
Sultan Reşat’la batıya yaptığı geziyle, batıdaki Osmanlı saçaklarının tamamen yıkıldığını görmüş, meydana gelen deliklerden içeriye korkunç sızıntı ve sellerin geleceğini anlamış, sultan Reşat’a, “tek çare İslam âleminin merkezine dönmek olduğunu” kesin bir dille anlatmıştı.
 
Artık batıyı değil doğunun ve doğu üzerinde tüm İslam âleminin muhafaza edilmesinin gerekliliğini anlatmak istemişti.
Doğunun coğrafi açıdan İslam dünyasının merkezi konumunda olduğunu dile getirmişti.
İslam’ın kalbine inmek gerekti. Ve kalp doğuda atıyordu.
Aslında anlatmak istedikleri tarihi bir stratejiydi. Ne yazık ki kimse onu anlamamıştı. Sadece ben anlamıştım. Ve ben de köpükler arasında ancak seyredebiliyordum.
 
Sesi o kadar net o kadar gür çıkıyordu ki çağdaşları o sese yetişemiyorlardı.
O kadar yüksek bir seda ile haykırmıştı ki; tam yüz yıl önce yapılmasını istediğini ancak yüz bu kadar yıl geçtikten sonra biz anlayabiliyorduk.
Doğuda 3 dille eğitim gören bir üniversitenin açılmasıyla gelecekte İttihadı İslam’a vesile olabileceğini kim bilecekti ki?
Doğunun 3–4 muhtelif yerlerinde (Van, Bitlis, Siirt, Diyarbakır) kurulacak olan üniversitenin ülkenin her tarafında devletin masraflarını karşılayacağı öğrencilerden müteşekkil bir üniversitede yetişecek olan talebelerin gittikleri memleketlerinde asla dış güçlerin, özelikle İngiliz keferesinin oyunlarına alet olmayacağı muhakkaktı.
 
Her sene yüzlerce öğrenci hamiyet duygularını pekiştirmiş ve aydınlanmış bir şekilde mezun olsaydı Osmanlı asla yıkılmayacaktı.
Hele eğitim şeklinin kendisinin düşündüğü bir biçimde uygulanmasıyla din ve fen ilimlerinin birlikte okutulmasıyla geleceğe tamamen hükmedecek bir dinamizmin kazanılacağını çok iyi biliyordu.
Dindarlarda taassup, ilim adamlarında şüphe kalmayacaktı.
Kimisi topal, kimisi sağır olmayacaktı.
 
Gemi dalgalar arasında kıvrılırken Bediüzzaman derin düşüncelere dalmış tüm yaşadıklarını ve bundan sonra yapmak istediklerini düşünüyordu.
Aklı, mantığı ve ilmi ona çok farklı ferasetler kazandırdığı gibi bazen sevki ilahi ile gelen halet-i ruhiyeler gözlerinin önüne değişik hadiseler getiriyordu.
Bazı olaylar adeta sadece uzaktan seyrettiriliyordu.
Bazen zifiri karanlıklar, bazen karanlığın ötesinde güneş gibi aydınlıklar gözüküyordu.
 
Bazen kendisini Başit dağında hissediyor tüm dünyayı avucundaymış gibi görüyordu. İçinde bu haletlerin garipliğini düşünüyordu ki, tam o arada yanına bir grup insan yaklaşmıştı, "Seyda! Müsaade ederseniz biraz konuşmak istiyoruz, Saidi Meşhur her zaman ele geçmez.”
"Buyurun gardaşlar”
İçlerinden en yaşlısı:
"Epeydir sizi takip ediyoruz, hiç yerinizden kımıldamadınız, çok derin düşünüyorsunuz, yüzünüzde garip bir halet gözüküyor. Sevinçle üzüntü arası bir şey… Bunun sırrı nedir Seyda? Sizi bu kadar düşündüren hakikat nedir?”
 
Bu soru özerine Bediüzzaman’ın yüzünde biraz tebessüm belirdi. Önce herkesin yüzüne bir bakış fırlattı sonra yaşlı adamın yüzüne odaklandı:
“Gayet muğlâk şeyler olacak… Ufukta inkılâplar gözüküyor.”
Cevap şok etkisi yapmıştı. Tüm yüzlerde tereddütler gözüktü.
Yaşlı adam tekrar sordu.
"Ne tür inkılâplar."
"Önce bir zülümat sonra bir nur görüyorum. Zira eski halin devam etmesi imkânsızdır. Her şey değişecek."
Cümlesini bitirdikten sonra başını hafif sağa çevirerek ufuklara belli belirsiz bir nazar fırlattıktan sonra tekrar topluluğa hitaben:
"İşte ben bu gelecek değişimin hazırlığını yapıyorum. Kuracağım medresenin gelecekteki tesirini düşünüyorum. Yep yeni bir ittihad-ı islamın inşası şarttır."
 
Hilafet henüz vefat etmemiş saltanat da yıkılmamıştı.
Ama mutlak surette bir şeylerin değişeceğini hissediyordu.
Daha doğrusu gidişat bunu gösteriyordu…
Zira “eski hal muhal ya yeni hal ya da izmihlal” diyordu...
Yeni hal için aslında tüm eski hallerin değişmesi bir fıtrat kanunudur.
Her şeyden önce de eğitim değişmeliydi.
Tam bu esnada Sinop kıyılarına yanaşmışlardı ki Bediüzzaman birden durdu. Yüzünde bir tuhaflık belirdi. Sanki kulaklarına bir uğultu gelmişti. Etrafına bakındı herkes şaşkın şaşkın bakıyordu.
"Rica etsem beni biraz yalnız bırakır mısınız?"
Topluluk yanından uzaklaşırken Bediüzzaman’ın yüz hatlarında şefkat belirtileri gözüküyordu.
Kulaklarında top sesleri ve ölüm çığlıkları duyuluyordu.
 
Bir ara sol cebinde bir madalya çıkarttı ve acımtırak bir gözle madalyayı süzdü. O an gemi de Sinop kıyılarına yaklaşmıştı.1853'de bu kıyılarda Ruslarla Osmanlı arasında kanlı bir savaş olmuş ve 2700 askerimiz şehit olmuştu. Bir an sanki o zamana gitmiş gibi yüzünde şefkat ve acıma belirtileri gözüktü.
Gözlerinde yaşlar akıyordu…
Sonra yüzünü kuzey kutbuna döndürerek “alın, madalyonuz başınızı yesin” deyip denizin derinliklerine doğru fırlattı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum