Yeni bir itikadî ekol olarak NLP

"Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara 'İnsanlar size karşı toplandı, onlardan korkun!' dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: 'Bize Allah yeter, ne güzel vekildir O.'" Âl-i İmran sûresi, 173.

Mü'minin dünyayı algılayışı ister istemez iyimserliktir. Ayrıca bir irade beyan etmesi, ihtiyar sarfetmesi, onu ona katık etmesi gerekmez. Allah'ın marifetinden gelen bir bilgi, bir esma ve şuunat bilgisi, marifet içindeki muhabbetullah, güzelin güzelliğini bilmekten gelen bir güzel düşünüş (hüsnüzan) onun kainat algısını da iyimser kılar. Ali Şeriatî'nin, konferanslarından derlenmiş olan, İslam Bilim kitabında söylediği gibi; tevhid, sadece kulun Allah'a bakışını değil, eşyaya bakışını da etkiler. Bütün âlemlerin aynı Allah'ın (Rabbü'l-Âlemin'in) dest-i kudretinde olduğuna iman etmiş bir mümin için o âlemlerden hiçbirisi düşman olamaz. Çünkü varlık, aynı elden çıkmış olma hasebiyle, 'çatışık' ve 'çelişik' olamaz.

Bu yüzden havf/korku mümin şiarı değil, kafir ve münafık şiarıdır. "Mü'min hiç korkmaz!" şeklinde anlaşılmamalı bu söylediğim ama şunu söylemek istediğim doğrudur: "Mü'min korkuyla yaşamaz!" Şirkin teolojik bölünmüşlüğü, onun varlık algısında da 'çatışmaya' ve 'çelişmeye' müsaade eder. "Hayat bir cidaldir/mücadeledir!" cümlesinin bu topraklardan değil de teolojisinde şirk barındıran topraklardan çıkması şaşırtmaz bu yönüyle. Enbiya sûresinde dendiği gibi: "Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu." İlah sayısının fazla olduğunu tahayyül ettiğiniz bir âlemde, o ilahların; hem 'ilah' olmaları hasebiyle sonsuz, hem 'birçok' olmaları nedeniyle 'birbirlerini sınırlayan' olmaları bu çatışma ve çelişkinin başlangıcıdır.

"Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, 'Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?' der, evhâma düşer."

Bediüzzaman'ın 'cesaret' ve 'iman' arasında kurduğu bağıntı bir 'bastırış' türünden değil, korkunun vesilesi olan şeyleri anlamlandırıştan (bakış açısından) kaynaklanan bir içhuzur şeklindedir. Daha eski bir eserinde bunu 'tren ve çocuk' örneğiyle şöyle izah eder:

"Bakınız, bu dabbetü'l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü'l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. 'Bana rastgelenlerin vay haline!' dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü'l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: 'Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.' (...)

İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuğum yerinde bulunduğunu farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!"

'Algı' ve 'iman' arasındaki bu bağıntı Kur'an'ın her yerindeki temsillere sinmiş bir haldedir. Bir tefsiri olarak Risale-i Nur'da da iman ve küfür muvazeneleri şeklinde yeralan temsiller ve onların hakikatleri, iki itikadî duruşun 'varlığı algılayış şekilleri'ndeki farkları ortaya koyar. Hatta Bediüzzaman, bu algılayış farklılıklarını yalnız bugünle mukayese ederek göstermez. Lemaat gibi eserlerinde 'şeş cihet' adını verdiği altı boyutta bir analize tâbi tutar. Bu boyutlardan ikisi 'geçmiş' ve 'gelecek'tir. Ona göre mü'minin kalbindeki iman, geçmişe ve geleceğe bakışını da (tıpkı yukarıdaki tren ve çocuk örneğinde olduğu gibi) başkalaştıran birşeydir. Yine Risale-i Nur'da pekçok örneği olmakla birlikte, bir nümune olarak 23. Söz'ün 2. Nokta'sındaki 'bir vakıa-i hayaliye'yi ve hakikatini haber veren şu cümleleri hatırlayalım:

"İşte, enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd malûmatla, zaman-ı maziyi bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem, herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudatı, muzır birer canavar hükmünde bildirir..."

Peki, âlemde kötülük yok mudur? Yaşanılan 'olumsuzluklar' nasıl açıklanmalıdır o zaman? Bunu da Bediüzzaman halk-ı şer ve kesb-i şer arasındaki nüansı göstererek bize izah eder. Hem der ki: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Yani varlık bizim onu anlamlandırışımıza göre anlam kazanan nötr bir durumda/izafî de görülmemelidir. Allah, varlığı esmasının ve şuunatının şanı ve muktazisi olarak 'hayır' üzere yaratmıştır. Bizim kesbimiz, suistimalimiz onu 'bizim adımıza' şer yapar. Hatta bunun özü/rayihası külliyatın her yerine öylesine sinmiştir ki; 'Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak' pek fena bir memlekete düşmez, 'nazarında pek fena bir memlekete düşer.' Yani memleketin fenalığı kendisinden değildir, bakanın nazarındandır.

Peki, bütün bunları neden yazdım? Çünkü 'bakış açısı'nın doğrudan itikadı da etkileyen veya itikattan haber veren birşey olduğunu tefekkür ediyorum. Bediüzzaman'ın altı boyut mukayesesini bu yüzden önemsediğini düşünüyor ve ben de önemsiyorum. Varlığı algılayış şeklimizin kalbimizde yanan nurla bir ilişkisi var. Yahut da şöyle söyleyeyim: Kalbimizde yanan nurun, duvarımızda asılı Mushaf'ın, dilimizdeki kelime-i şahadetin bizden istediği bir 'bakış açısı' var.

Bir de modern zamanların dayattığı bir bakış açısı var, vehmî. Zira "Dalalet vehmîdir." Haklılığı kuvvette bilen, varlığı (bencilliğinden ötürü) 'düşman' olarak gören, hayatı 'mücadeleden' ibaret sanan, hedefini 'menfaat' düşünen, muvaffakiyeti 'takvayla' değil 'kazanmayla' ölçen bir nazar bu. Bunun bir nümunesine de NLP  Uzmanı Münir Arıkan'ın bir twitinde gördüm. Şöyle diyordu Arıkan Hoca: "Gelecek, düşmanınızdır! Çabalayıp, onu dostunuz yapamazsanız, sizi kölesi yapar!" Buna katılmak mümkün mü? Gelecek, tıpkı bizim gibi Allah'ın bir mahluku olarak, düşmanımız olabilir mi? Varlık böylesi bir çelişkiye müsait mi? Bu tevhide uyumlu bir düşünce mi?

İşte payımıza düşen bireysel tecdid: Yüzümüzün kapitalizmin kurguladığı başarı formüllerine değil Kur'an'a dönük olması lazım. Kainat, modern zamanların seküler düşüncesine göre yaratılmadı. Allah, varlığı birbiriyle çatışması, kariyer yaparken aynı zamanda kastlar da oluşturması ve insanların makamlar için savaşması gereken bir düzlemde yaratmamıştır. Bilakis, geleceği, insanla dost olmak üzere yaratılmıştır. "Akıbet takva sahiplerinindir." Kur'an'da geleceğe yönelik bütün müjdeler müminlere yapılır, kariyer yapanlara değil. Çabalayıp küfür ile, gaflet ile, fısk ile onu kendimize düşman etmezsek hep dostumuz olacaktır. Mümin varlığa böyle bakar ve bakmalıdır. Saadeti buradan gelir. Bu nedenle Arıkan Hoca'nın salt Allah'a ve eşyaya yönelik değil, kadere yönelik de bir suizan barındıran bu sözünün itikadî anlamda kötü çağrışımlar içerdiğini düşünüyorum.

NLP gibi sinir uçları kapitalizmin elinde bilgi alanlarının, dindar kimseler üzerinden, hem böyle 'etkileyici' aforizmalar ardından itikadımıza yönelik saldırılar yapmasına karşı uyanık olmamız gerektiği kanaatindeyim. Ebubekir Sifil Hoca'nın da İslam ve Modern Çağ kitabında dediği gibi; "Dikkat edilecek nokta; kitap okurken bilincimizi teyakkuz halinde bulundurmak; kimden sadır olursa olsun ve ne şekilde takdim edilirse edilsin, itikadî sahaya taalluk eden 'aykırı' görüşleri eleyecek zihin duruluğunu elde etmek..."tir. Sâdıklardan olan delil getirmeye mecburdur. Biz de aklımızın hakkını verip sınamaya mecburuz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum