Prof. Dr. Abdullah YILMAZ
Yedi Uyurlar, Hızır (as), Deprem ve İlkbahar
Kampüsteki odamda bilgisayarın başında –tabiri caizse- aylak aylak vakit geçiriyordum. Birden çalan telefonla irkildim. Ekrandaki isme bakınca hem şaşkınlık hem de mahcubiyet hisleriyle doldu iç dünyam. Çoook uzun zamandır görüşmemiştik, üstüne üstlük depremden sonra onu aramak hiç ama hiç aklıma gelmemişti. Oysa o depremin merkezinde, Afşin’de yaşıyordu. Çare yoktu. Açacaktım telefonu:
-Hacım selamünaleyküm!
-Aleykümselam kıymetli hocam! Nasılsın? İnşaallah sıhhat ve âfiyettesindir!
-Elhamdulillah pîrim! Asıl seni sormalı. Hakkını helal et, deprem curcunasında seni de arayıp soramadım. Nasılsın, zayiat var mı?
-Rabbime zerratım adedince şükürler olsun Hocam! Canımız sağ, daha yaşayacak ömrümüz, içecek suyumuz, yiyecek ekmeğimiz varmış!
-Amenna azizim! Eş dosttan vefat var mı?
-Hocam biliyorsun bizimkiler köyde. Tek katlı köy evinde oturuyorlar. Allah’a şükür onlar da evleri de sağ salim. Beni de biliyorsun nasibimiz ezelden tek tabanca olarak takdir edilmiş. Hanımım yok ki dert edineyim, evladım yok ki telaş edeyim. Evim yok ki yıkıldı diye hüzünleneyim. Bir canım var derdine düşecek, o da Rabbimin hükmüne ve takdirine her vakit âmâde!
-Elhamdulillah! İmam-ı Gazalî’nin Huzeyfe ve Ebû Umame’den (ra) rivayet ettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyuruyor: “Hicri ikinci asırdan sonra insanların en hayırlısı geçim derdi az ve çoluk çocuğu olmayan kimsedir.” Sen o hayırlılardansın pîrim!
-Estağfurullah kıymetli Hocam! O hayrılılar nerde biz nerdeyiz! Ben seni niye aradım biliyon mu?
-Beni her zamanki gibi yine mahcup etmek için, değil mi?
-O da var da, asıl gayem o değil. Senin şu Fisakar yazını okudum yenilerde. Arasam mı aramasam mı? Diye çok mücadele ettim kendimle. Sonunda arayıp ben de yaşadığım o müthiş hadiseyi Hocama anlatayım, dedim. Onun için seni rahatsız ettim.
İçimi merak ve heyecan hisleri doldurmuştu. Arayan “Pîrim”di. Eğer o bir hadiseye “müthiş” diyorsa o hadise “öteler buudlu”, “Hızır soluklu” olurdu mutlaka. Sesim heyecandan çatallanarak sordum:
-Fesüphanallah, anlat pîrim, merakla dinliyorum. Ve pîrim başladı anlatmaya, bendeniz de pürdikkat ve telaşla dinlemeye. Şimdi düşününce keşke kayıt tuşuna bassaydım diyorum ama iş işten geçti. Hafızamın müsaade ettiği kadarını aşağıdaki satırlara döküyorum:
“Kıymetli Hocam, biliyorsun bendeniz 3 katlı bir binanın son katında tek başıma yaşıyorum. Alt katta ev sahibi oturuyor, onun altında da başka bir kiracı. Aslında ben çok evde kalmıyorum. Normal zamanda şehir şehir gezer, oralardaki medreselerde kalırım. Vakf-ı hayat etmeyince, daimi olarak medresede kalmak bana pek muvafık gelmiyor. O yüzden kendi evimde kalıyorum. Peder bey sağolsun, bu yaşıma geldim, hala maddi desteğini esirgemiyor benden. Zamanında sigortamı da yaptırdığı için 2 yıldır emekli maaşım da var. Daha ne isteyeyim Rabbimden.
O gece de her gece olduğu gibi telefonun alarmını teheccüt vaktine kurmuştum. Çalmadan 5 dakika önce uyandım. Alarmı kapattım. Buz gibi soğuk suyla abdestimi aldım. Teheccüt namazımı kıldıktan sonra evrad ve ezkârımı okumaya başladım. Saati o an bilemedim ama sonradan 4’ü 17 geçe olduğunu öğrendim. Tam o saatte birden zeminden müthiş bir ses gelmeye ve ev beşik gibi sallanmaya başladı. “Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber” diye tekbir getirmeye başladım. Ömür yolculuğumda birkaç defa depremle yolumuz kesişmişti. Bu da onlar gibi bir müddet devam eder sonra zemin sekinet bulur, diye düşündüm ama o “bir müddet” bitmek bilmedi. Birden aşağıda birşeylerin önce çatlama sonra yıkılma sesleri gelince bu defaki depremin çok ama çok farklı olduğunu anladım. Kelime-i Şehadet getirerek can havliyle kapıya koştum. Merdivenlerin başına ulaştığımda aşağıdaki merdivenlerin yıkıldığını ve aşağıya inmenin mümkün olmadığını fark ettim. O anda aklıma çatıdaki teras geldi. Son bir gayretle terasa yöneldim.
Terasa çıktığımda şehrin karanlığa gömüldüğünü, yıkılan binaların insanın içini ürperten dehşetengiz seslerini işitiyordum. Bir anda devasa bir gürültü ile altımdaki zeminin hareketlendiğini fark ettim. Telaşla bir yerlere tutunmaya çalıştım. Büyük bir gürültü ile aşağıya doğru hareket ettiğimi farkettim. O anda alt katlardan birinin yıklıdığını anladım. Ortalığı toz duman kaplamıştı. Gürültü patırtı bitip ortalık durulunca teenni ile ayağa kalktım. Altımız enkaz olunca zemin düzgün değildi artık. Epey eğimli zeminde etrafa bakıp binanın dışına çıkmaya yol ve çareler ararken yağmur yağmaya başladı. O anda üşüdüğümün farkına vardım. Üzerimde sadece bir hırka vardı, aylardan Şubattı ve daha dün kar yağmıştı. Giderek hızını arttıran yağmur, iliklerime kadar işleyen soğuk, binanın dışına kendimi atabileceğim hiçbir çare bulamamak bendenizi “herşeyden ve herkesten ümit kesik bir vaziyet”e sokmuştu. “Esbab bilkülliye sukut etmişti.”
Nurlu külliyattan aldığım dersle tazarru ve niyaz için en uygun vakit bu vakittir, dedim ve başladım niyaza; “Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum!” (Sözler: 39) Bu tazarruyu kaç kez söyledim hatırlamıyorum. Kısmen korunaklı bir yerde sabah namazımı kılayım dedim. Ömr-ü hayatımda kıldığım en ihlaslı namaz olduğuna yemin edebilirim. Namazdan sonra gözyaşlarımın eşliğinde tesbihatımı yaptım. Bir an hatırıma geldi. ‘Onu çağırsam mı, acaba? Şimdi gelip teselli etmeyecek, mededres olmayacak ta ne zaman gelecek?’ diye kendi kendime konuştum. (tam pîrime göre bir bakış açısıydı. Zira Hazret naz makamındadır) Sonra var gücümle avazım çıktığı kadar nida ederek; “Yetiş Ya Hazret-i Hızır!” dedim.
Hocam biliyon, eskiden beri saat kullanmam, benim günüm 24’e değil 5’e bölünmüştür. Hele o afet anında zaman mefhumu zaten kaybolmuştu. Saniyeler saat gibi, dakikalar gün gibiydi. Bildiğin “bast-ı zaman” yaşıyordum. İşte o zamansızlık vaziyetinde birden sağ tarafımdan şefkatli bir dost sesi yükseldi: “Bre sabırsız, biraz önce ‘Bu Yerlerin Hakimi’ne tazarru ediyordun. Azıcık bekleyemedin mi?” O anda onu gördüm. Bembeyaz cübbesi, başındaki siyah-beyaz karışık sarığı, taaa yüreğimin derinliklerine nüfuz eden gözleri, beşûş çehresiyle karşımda duruyordu. Fırtnaya döneyazan yağmurda cübbesi ıslanmıyor, sağa sola savrulmuyordu.
Aslında alışık olmam gereken bu manzara, her defasında olduğu gibi yine bendenizi haşyete gark eylemişti. İlk anın heyecanı geçtikten sonra ellerine sarıldım. Ağlamaklı bir ses tonuyla; ”Meded Ya Hızır!” dedim. Omuzlarımdan tutup kaldırdı. Şefkat ve muhabbetle kucakladı. Bendeniz yaşadıklarımın te’siriyle hüngür hüngür ağlıyordum. Ama o kutlu zatın bedenimi sarıp sarmalamasıyla iliklerime kadar işleyen soğuk yerini hızlıca latif bir sıcaklığa bırakmaya başlamıştı. O vaziyette ne kadar kaldık hatırlamıyorum. Yavaşça kollarını gevşetip sonra karşısına aldı bendenizi. Gün neredeyse aydınlanmaya başlayacaktı. “Söyle aziz dost! Ne istiyorsun? Seni dışarıya mı çıkarayım yoksa bu “kıyamet-i suğra”yı temaşa mı etmek istersin?”
“Sen yanımdasın ya, başka bir şey istemem. Neyi, nasıl muvafık görürsen bu fakire ona ittiba etmek düşer.” dedim. Ellerini –daha önce birkaç defa daha şahit olduğum gibi- ötelere uzattı, “Tayy-ı Mekân Abası”nı alıp bendenize uzattı: “Madem öyle seninle kuş misali bir seyahate çıkacağız.” dedi. Abayı hızlıca giydim. Uzattığı eline sıkı sıkıya yapıştım. Önceki seferlerde olduğu gibi gözlerimi kapattım. Ayağımın yerden kesildiğini fark ettim. Bir müddet sonra biraz ürkerek biraz da korkarak gözlerimi yavaşça açtım. Aman Allahım. Gerçekten “Kıyamet-i Suğra” yaşanmış meğer. Yıkılmış binalar, yerle bir olmuş şehirler, ağlayan, yardım isteyen insanlar… “Görüyor musun? Birkaç dakika değil sanki asırlar geçmiş gibi.” Hemşehrilerin “Ashab-ı Kehf” gibi oldun sen de. Sanki üç asır sonra uyanmış gibi bir vaziyettesin şu anda.”
O anda Üstadım Bediüzzaman’ın 13. Rica’daki ifadeleri hatırıma geldi:
“Van'da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı (…) Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enîs talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musibet yüzünden mânevî şehid olarak vefat etmişlerdi (…) Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça, bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum (…) Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi, kale dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrip edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip öyle hazîn nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğuyla dost ve ahbap idim. Kısm-ı âzamı, Allah rahmet etsin, muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka, Van'ın bütün Müslümanlarının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı. Ben gurbetten vatanıma döndüm, gurbetten kurtuldum zannediyordum. Vâ esefâ, gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm” (Lem’alar: 288-289)
Bir an durdu. “Burasını hatırladın mı?” diye aşağıda yıkılmış bir binayı gösterdi. “Hayır” dedim. “O defalarca gelip hizmet ettiğin, kürsüsünde dersler okuduğun, okuma programları yaptığın Maraş’taki medreseniz” dedi. O anda yine Üstadımın hislerime tercüman olan ifadeleri hatırıma geldi:
“İki yüz sene sonra, gayet sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle, hem ruhum, hem kalbim, gözüme yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde harabezâra dönmüş yerlerin, gayet mamur ve şenlikli ve neş'eli ve sürurlu bir surette bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın, en tatlı bir hayatta, tedris ile kıymettar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin safahâtı, birer birer, sinema levhaları gibi canlanıp görünerek, sonra vefat edip gider tarzında hayali gözümün önünde epey zaman devam etti.
O vakit, ehl-i dünyanın haline çok taaccüp ettim: Nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünkü o vaziyet dünyanın tam fâni olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedâhe gösterdi. Ehl-i hakikatin mütemadiyen “Dünya gaddardır, mekkârdır, fenadır; aldanmayınız” demeleri ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Rivayet-i hadiste vardır ki, her sabah bir melâike çağırıyor:
لِدُوا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ Yani, “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz; harap olmak için binalar yapıyorsunuz” diyor. İşte bu hakikati kulağımla değil, gözümle işitiyordum.” (Lem’alar: 289-290)
O anda ben de o hakikati kulağımla değil gözümle işitiyordum ve hem ruhum, hem kalbim, gözüme yardım edip ağlıyorlardı. Azarlayan bir ses tonuyla; “Sen niye ağlıyorsun ki? Üstadından bu görünenin batnında gizlenmiş olan hakikatin dersini almadın mı?” dedi.
O anda yine Üstadımın o veciz ifadeleri hatır ve hayalimi nurlandırdılar:
سَبَّحَ ِللهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ - لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ “Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder. Onun kudreti her şeye galiptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. Göklerin ve yerin mülkü Ona aittir. Hayatı da, ölümü de O verir. Onun kudreti her şeye yeter.” (57: 1-2) âyetinin hakikati tecellî etti. O rikkatli, firkatli, dehşetli, hüzünlü hayalden beni kurtardı, gözümü açtırdı.
Baktım ki, meyvedar ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar, “Bize de dikkat et; yalnız harabezâra bakıp durma” diyorlardı. Bu âyet-i kerimenin hakikati böyle ihtar ediyordu ki: “Van sahrasının sayfasında misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan sun'î bir mektubun, Rus istilâsı denilen dehşetli bir sel belâsına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asıl Mâlik-i Hakikî ve herşeyin Sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezelîye bak ki, bu Van sayfasında, mektubatı kemâl-ı şâşaa ile eski zamanda gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harap, hâlî kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikîsinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor.” (Lem’alar: 290-291)
İmanın feyzi ve Kur’anın nuru ruhuma ve kalbime öyle bir nokta-i istinad verdi ki, o vaziyetin dehşeti yüz derece ziyadeleşse karşı gelebilir bir kuvve-i mâneviyem vardı artık. Zira benin Hâlıkım olan şu kâinatın Mâlik-i Hakikîsinin emrine her şey musahhardı. Her şeyin dizgini O’nun elindeydi. Aşağıdaki küçük kıyamette vefat eden ahbaplarım başta olmak üzere ehl-i imanın gittikleri âlem karanlıklı değildi. Onlar sadece yerlerini değiştirmişlerdi ve uzak olmayan bir istikbalde yine görüşecektik. Gözümle, kulağımla, kalbimle, ruhumla.. Hâsılı bütün latifelerimle yaptığım bu tefekkürî seyr-ü sülük neticesinde ağlamayı tamamen kestim.
“Gördün mü? Benim refakatime, ilm-i Ledün talimime ihtiyacın yokmuş. Unutma ki: Dünya sahipsiz, başıboş değil; harap olmuş gördüğün bu memleketlerin zahirî harabiyet suretlerini yanlış tasavvur etme. Kâinatın ve dünyanın ve bu Anadolu memleketinin Mâlik-i Hakikîsi hikmetinin iktizasıyla, fani insanların eliyle yazılmış sun'î şehir levhalarını değiştiriyor, mektubunu tazelendiriyor. Tıpkı bir ağacın bir kısım meyvelerini kopardıkça yerine yine başka meyvelerin gelmesi gibi. Beşer dünyasındaki bu zeval ve firak dahi bir teceddüddür, bir tazelenmektir.”
Ve bir anda geldiği gibi gitti. Bendeniz kendimi binanın dışında hala yağan yağmurun altında ıslanır vaziyette buldum. Artık gün iyice ışımış siren sesleri, feryad ü figan sesleri ile karışmıştı.”
فَاعْتَبِرُوا
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.