Yaratılışa dair meseleler Kur’ân'da üstü kapalı mı geçmiş?

Yaratılışa dair meseleler Kur’ân'da üstü kapalı mı geçmiş?

Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

Bakara Sûresi 23-24. âyetin tefsiri

“Yaratılışa ve maddiyata dair meselelerde Kur’ân müphem geçmiştir” dedikleri ikinci şüphelerine cevap, şöyle ki: Şecere-i âlemde, meylül-istikmâl vardır. Yani, kâinatın, bir ağaç gibi, bütün zerrâtı ve eczası kemâle meyleder ve kemâle doğru yürümektedirler. O umumî meylü’l-istikmâlden ayrı olarak, insanda da meylü’t-terakki vardır. Bu meylü’t-terakki çekirdek gibidir; neşvünemâsı pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimâıyla teşekkül ve tevessü etmekle fünunu intaç eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır.

Buna binaen, bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hâzırayı ders vermek veya garip meselelerden bahsetmek, onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir faide vermezdi.

Meselâ, Kur’ân-ı Kerim, “Ey insanlar! Şemsin sükûnuna, arzın hareketine HAŞİYE1 ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlâhiyeyi anlayasınız” demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevk etmiş olurdu. Çünkü hiss-i zahirîye muhaliftir. Maahaza, on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek, makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatle de kabil-i telif değildir.

S - “Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hâzıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me’lûf olduğundan, onları onlara ders vermek hatâdır” diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahvâl gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lûfturlar. Onlardan bahsetmek niçin hatâ olmuyor?

C - Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvâle hiçbir cihetle hiss-i zahirî taallûk etmemiştir ki, o hissin hilâfını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. Öyleyse, onlara itikad ve onlarla itminan peyda etmek mümkündür. Öyleyse, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye, eski insanlara göre, imkân ve ihtimâl dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilâfı onlarca muhaldir. Öyleyse, onların hissiyatına hürmeten, o gibi meselelerde belâgatın iktizası, ipham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın.

Fakat Kur’ân-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’ıyla, hakikatlere işaretler yapmıştır. HAŞİYE2

Ey insafsız! Seni insafa dâvet ediyorum.

Bir kere 1 كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telâhuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki Kur’ân-ı Kerimin o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ipham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi, yüksek i’câzını da ispata âşikâr bir delil olduğunu, gözün kör değilse göreceksin!

HAŞİYE1: Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir. Şemsin, yerinde, Mevlevî-vâri yaptığı semâvî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlit etmek içindir, kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek şemsin mihverinde dairevâri cereyan ve hareketi olmasa yıldızlar düşerler (Said Nursî).[Muhterem Müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor: Evet, güneş bir meyvedardır, silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûnuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları (Mütercim)].
HAŞİYE2: Mu’cizat-ı Kur’âniye Risale-i Nuriyesi tamamıyla bu hakikati ispat etmiş. (Mütercim) 
1 : İnsanlarla anlayış seviyelerine göre konuş.

Bediüzzaman Said Nursi
İşaratü'l-İ'caz