Yalnızlığıma Sükut

Yalnızlığıma Sükut

Yusuf Tosun'un yazısı...

Yalnızlığıma kalın çizgilerle not düşüyorum: “Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka, yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek.” (1) Kirli gürültü, her tarafta alevlerden bir dağ gibi yükselirken, ben inime çekiliyorum usulca. Yalnızlığımı, yalnızlarla kayıt altına alarak tarihin esrarlı dehlizlerinde, yıldızlar ve kurtlarla dans ediyorum.
Dehşetengiz gözlüklerle takılıyorum yaşamın peşine. Görünmeyen varlık olmanın yalnızlığını tadıyorum. İçim bir parça Kudüs, bir parça Bağdat kanıyor. Besmele gibi her sözümün başına alıyorum masum/mazlum çığlıkları. Bütün sözlerimin sonunda ise; ‘yalnızlığıma sükut’ diyorum. Böylece, içime akıyor gürüldeyen çağlayanlarım.
Bazen, aşkın hışmına uğrayan mahlukların dramatik tasvirlerini iliştiriyorum yaşam ilmiğine. Sert ve haşin sözcükler uçuşuyor bahçemde. Sancılanıyor bütün hücrelerim aşk şerbetiyle. Saçlarım dikenleşirken, gözlerim kan çanağına dönüşüyor aşkın aşılmış yollarında.  İsyan ruhumun dalgaları kabarıyor boyuna. Sükut, içimdekileri de alarak akıp gidiyor sonsuza.
Bir sabah sedası tılsımıyla hayallerimin rüyasındayım. Arzdan yükselen sessiz çığlıklar semayı inletirken, ben sükutu tercih ediyorum. Oluk oluk içime akan nehirlerin sessizliğinde yalnızlığıma akıyorum. Kitaplarla örülü dünyamda, her kelime yalnız ve sessiz çarpıyor yüreğime. Bir mühendis disipliniyle tek tek alıyorum heybeme.
Perişan ruhum avuçlarımda... Parmak uçlarım suçluluk izleriyle dolu. Tir tir titriyor beyin hücrelerim korkudan.  Çaresizliğin olmayan ilacını arıyorum. Şizofren ruhların o mayhoş tadını hissediyorum. Yaşayan ölü olmanın yalnızlık ve sessizliğini yaşıyorum.
Işıksız inimde yudumluyorum esrarlı çayımı. Nargilenin içime işleyen dumanıyla buğulanıyor gözlerim. Gökyüzüne kilitleniyorum: Dolunay, yıldızlar ve kurşuni bulut... Gökyüzünün yaramaz çocukları alıyor kollarına ince ruhumu. Yıldızlardan bir kümenin ortasında büyüleniyorum. Sonra bir bilgenin kollarında kendimden geçiyorum. Ayın ön dördü...Pak, parlak, pürüzsüz bir diyardayım.  Kurşuni bulutlarla perdeleniyor gözlerim. Üzerime boşalan rahmetle sırılsıklamım. Yaşadığımı ispatlayamam. Olmadığıma ise kim inanır? Öteli olmanın sekinetini soluyorum.
Hal böyleyken, yine de varlığımı kimse anlamayacak. Kaldırımları sessizce aşındırmamı da kimse sezmeyecek. Fatih’te caka satıp, naralarla kuşları dize getirdiğimi de bilmeyecek kimse. Duymayacak kimse Nişantaşı’nda konsolosluk taşladığımı. Yer altından notlarla kemale erdiğimi de tasavvur edemeyecek hiçbir varlık.
Taksim’in gramofon çalan caddelerinde yalnız takıldığımı kimse hatırlamayacak. Dalgınlığına zabıtalarla kovalamaca oynadığımı da... Her gece özenle diktiğim heykelcikleri de... Oysa ne kadar masum ve ketumdu ideallerim. Ancak güneşin doğmasıyla eriyen sermayem; buz heykelleri... Sahi nerde şimdi onlar?
Kurtlara yem oluşumun sessiz çığlıklarında aramalıyım kaybolan hayallerimi.  Yeniden kurmalı, diyorum aşk kitabını. Tekrar tekrar kurcalamalı beynimi kemiren tilkileri.  Ya da mutsuzluğun gözyaşlarında aramalı sonsuza akan mutluluğu. Çünkü gerçek mutluluk, acıyla yoğrulmuş yaşam serüveninde ibaret değil midir?
Sayfalarını karıştırıyorum geçmişe akan hayat kitabının: “ biz kaybolmuş yitik bir kuşağın yalnız kalabalıklarıyız.”(2) Damaklarımda kekre bir tat… Burnumda reyhani bir koku… Silik fotoğraflarda arıyorum hayallerimin renklerini. Nafile... Bütün renkler siyah-beyaz. Çaresiz, kırçıl bir resim kalıyor avuçlarımda.
Memleketimin zemherilerinde Hercai’sine vurgun bir Kardelen var yüreğimi buz kesen. Kardır, kıştır, soğuktur, ayazdır… Olsun… Yine de solmayan bir güldür o.  Dimdiktir, ayaktadır Hercaisi’nin kollarında. Rengini, kokusunu harcanmayıp buzları delen ve o bilinen öykünün (3) sonunu tersine çeviren Hercai’sinden almıştır SON/GÜL Kardelen. Aslında Hercai de Kardelen olmuştur nazarımda.  İki Kardelen ve ayaz, kar soğuk, tipi, fırtına… Her kışın sonunda bir bahar var bizi/sizi bekleyen.
Hadi SON/gül, SON bir defa GÜL, demeyeceğim. Çünkü hep varsın ve gülüyorsun.
Hadi, vira bismillah: (dikkat!.. şiir var.) SÜKUT(!)…
“Ve böylece bu ömür her dakika,
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek
Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka,
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek.

Çıngıraksız, rehbersiz deve kervanı nasıl,
İpekli mallarını kimseye göstermeden
Sonu gelmez kumlara uzanırsa muttasıl
Ömrüm öyle esrarlı geçecek ses vermeden.”(1)

(1)  Otuz  Beş Yaş, Cahit Sıtkı Tarancı, can yay. S:45
(2)  Çetele, Y. Tosun, birey yay., s:61
(3)  Öyküdür anlatılır: iki sevgili çiçek varmış ve söz vermişler birbirlerine kavuşmaya. Sözleşmişler hiçbir çiçeğin olmadığı, dondurucu soğukların hakim olduğu kışın ortasında buluşmaya. Doyasıya meşk ederler diye tercih etmişler bu zamanı ve böylece de meydan okumuşlar zorluklara.  Kış gelmiş, soğuklar artmış, kar yağmış; yani vakit gelmiş… Sevgililerden biri sözünü tutmuş ve yeşermiş karları dele dele. Beklemiş, beklemiş… ama sevgilisi gelmemiş. Kandırıldığını, harcandığını fark etmiş karları delen çiçek. Ama yine de beklemeye başlamış ve her kar yağdığında yeniden yeşermiş sevgilisi gelir diye. İşte,o gün bu gündür karları delip yeşeren çiçeğe; KARDELEN, sözünde bulunmayıp sevgilisini harcayan çiçeğe ise HERCAİ denmiş.