Yağmurun Dönüşü Barla’daki Sevgiliye Mektuplar-1

Yağmurun Dönüşü

 

Ellerim dünyaya karşı tutulmuş bir mavzerdi.

Parmaklarım kendi gerçeklerimin sisine sinmiş iz sürerken, geriye döndüğümde beni bekleyen dağlar ve ağrılardı.

Dağlar ve ağrılar hayatı besliyordu.

Hayat ölümü besleyip büyüten bir içlenmeydi.

İnsan dağlara ve ağrılara düşüyordu aşka düşünce.

İnsan elden ayaktan düşüyordu aşka düşünce.

 

İnsanın doğumu da, ölümü de aşklaydı. Aşk ve ölüm birbirinin ebesiydi, birbirinin bebesiydi. Aşk ile ölüm ikiz kardeşti. İkizler birbirini nasıl özlerse, ben de öyle özlerdim seni, Emirdağ’ı ve dağları.

 

Sen Emirdağ’da iken, ceylanlar Kur’an, kuşlar Cevşen, çiçekler Celcelutiye, çocuklar Nur’ları okurdu. Ceylanların duaları, kuşların zikirleri, çiçeklerin niyazları, çocukların tazarruları kuşatırdı Emirdağ’ı. Ceylanlar, Zübeyirler, Sungular, Feyziler Kur’anların, Cevşenlerin, Celcelutiyelerin, Nurların ardında karanfil gibi yaprak yaprak saf tutardı.

 

Emirdağ bir dağdı sanki. İnsanların kasavetini çeker, ceylanlara, kuşlara ve dağlara huzur verirdi. Ben Emirdağ’ın ceylanlarını, kuşlarını, çiçeklerini özlerdim.

Bir gün Emirdağ’da gece yüzlü insanlar dolaşmaya başladılar. Ceylanları vurdular, kuşları zehirlediler, çiçeklerini ezdiler.

Sen bu iç burkan duruma dayanamayıp, dağlara çıktın. Emirdağ’ın dağlarında rahleni kurdun.

 

Ceylanlar, kuşlar ve çiçekler bölük bölük dağlara çıktılar.

Ceylan, kuş ve çiçek ruhlu Zübeyirler, Sungular, Feyziler sana koşmaya başladılar.

 

Depremin kokusunu alan hayvanlar depremden kısa süre önce nasıl şehirleri terk edip dağlara koşarlarsa, aynen öyle koştular sana doğru insanlar içlerinde depremler yaşadıklarında.

 

Emirdağ’ın sözde gece bekçileri ellerindeki sapanlarla benim de sırça sarayımı taşlamışlardı. Beni tuz buz eden, sesimi soğutan, vicdanımı kanatan kör bir bıçaktı sanki gece bekçilerinin sesleri. Öyle kördü ki, ancak senin kalemin eğeleyebilirdi bunları.

Bir tilki kovanındaydım ki, artık bunların hiçbir bağ bıçağı beni bu kovandan çıkaramazdı.

İçimde denizler biçerken, fırtınalar köklerken senden beklediğim düşümde sakin bir yaz limanı olmandı.

 

Sanki sen dağ gibi bir mıknatıstın. İçinde demir gibi cevher taşıyan şeyleri kendine çekerdin. Beni de kendine çektin. Ben de sana koştum ceylanlar, kuşlar ve çiçekler gibi. Rahlene teslim oldum.

Rahledeki kalemin bir eğeydi. Beni kırıp geçiren rüzgarlarımı eğelerdim rahlende. Kendi uçarılıklarımı törpülerdim kaleminle. Ne çok pürüzlerim varmış, ancak o zaman anlardım.

 

Ah gönlün semasında çoğalan doğu sancıları.

Ah kalbin rahminde közleşen doğum kasılmaları.

Ah kanını, canının kınından çıkartan ilham sızıları.

 

Ah her gece rahlenin önünde diz bükerdim ben.

Gün doğumuna değin sessizliğinle sohbet ederdim.

Emirdağ’a doğru döner, dağlara sırt verirdin.

Sırt verirdin, rahlenin üzerinden göklere yükselirdi dünya.

Bense sessizliğine yaslanırdım.

Sessizliğin ses olurdu beni de sırtlardı.

 

Ancak beni sırtladığında ifşa olurdu sırrım. 

Sırrım Emirdağ’a sinerdi. Sen dağlarda Emirdağ’ı sefer tası misali ayalarına alıp, üstündeki bakır figürleri okurken, gözlerimi kalemine sürerdim.

Sanki bir kediydim, sanki gözüm ağrıyordu da, ağrımı gidersin diye sürüyordum gözlerimi kalemine.

 

Kalemin seslerden merhem sunardı. Sesin sözler, mektuplar, lahikalar armağan ederdi.

‘Yaz’, derdin.

 

Sesinin yankısı bazen ırmakların göğüslerinden, bazen mağaraların sırtlarından ve sırlarından devşirilmişcesine yürürdü dağlarda.

Sesinin öyle derin, öyle renkli bir kokusu vardı ki, bu koku bütün Emirdağ’ı kaplardı.

Yasımı da, yaşımı da yitirirdim. Bir ihtiyar gibi gülmeye, bir çocuk gibi zikretmeye başlardım.

Olur olmaz kaşınan yara misali, bazen varlığından bile şüphelendiğim sen, böyle anlarda düşündüklerimin ve hissettiklerimin dışına ve üstüne çıkıverirdin.

 

Ah yarma yarma devreden şanlı serap.

Ah dağlardaki kubbesiz medreseler.

Ah şehirlerden dağlara kaçan ceylanlar.

 

Sesinin kokusu bulutlar misali höyük höyük başımda dolaşırdı. Yanımda, şuramda, köşemde olsan da cisimleştiremezdim seni. Oysa sen hep vardın. Bazen yok olan, bazen var olan, bazen azalan, bazen çoğalan bendim.

Ben hakkımdaki mahkumiyet hükmünü bildirmek üzere, yıllar önce, elimde Emirdağ Lahikası adlı kitabınla yanına gelmiştim.

 

Sanki bir Köroğlu idim. Sanki bir cenkten çıkmış, Bolu beyini alt etmiş, Emirdağ beyini mat etmiştim. Sanki bir zafer nişanını sunuyordum sana. “Bak ben de hapse giriyorum. Artık herkes kabul ediyor senin dağlarında gezdiğimi. Ne mutlu bana.” demiştim.

Sen ‘Hoş geldin’ demiştin. Yüzün mum gibiydi.  Beni, dağları ve Emirdağ’ı aydınlatıyordu. Ne var ki bu gün ki yüzün bir başka mumdu. Mahsun, üzgün, bir şeyi yitirmiş olmanın solukluğu gibi bir şey.

 

Ben sevineceğini sanmıştım.

Yüzünü bir ışık alemi mum gibi değil de, soluk bir sonbahar sarısı mum gibi görünce içlenmiştim. Hep hüzün, hep yağmur olmuştu dağlar.

 

Gülerek ‘Götürüyorlar beni. Yarın şafak sökerken sürüleceğim. Güya Emirdağ’a yağmayan yağmurun sebebi benmişim. Güya bana büyü yapmışsın. Ben de sana Mecnun gibi iplenmişim’ dediğim de kalplenmiştin de Emirdağ’a küsüvermiştin.

“Bunda da bir hayır vardır.”, demiştin.

 

Sesin ve suretin daha bir hüzünlü dolaşmıştı dağları.

İşte sesinin suretini giyinip geldim dağlarının kapısına. Bahtına düştüm.

 

Aşkına düştüm.

İnsan işte böyle dağlara ve ağrılara düşüyor aşka düşünce.

İnsan elden ayaktan düşüyor aşka düşünce.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum