Varoluş Üzerine Düşüncelerle Fantastik Bir Bilim Kurgu Öyküsü-2

(Tabiat Risalesi Açılımları 2)

Önceki yazımızda kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Tabiattaki maddî sebeplerin bir araya gelerek canlıları oluşturması mümkün müdür?

Meseleyi en genel şekliyle ele alırsak, “şu eşyanın veya olayın meydana gelmesinin gerçek sebebi nedir” şeklindeki bir sorunun cevabını temellendirecek bir iddianın, öncelikle üç noktayı ortaya koyması gerekir. 

Birinci nokta: Meydana gelen olay veya eşya hangi özelliklere sahiptir? Basit bir şey midir? Yoksa karmaşık bir şey midir? Ölçülü bir şey midir, yoksa öyle rastgele oluşabilecek alelade, sıradan bir şey midir? Bu nokta önemli.

Tıp, biyokimya, biyoloji gibi bilimler, canlıların yapıtaşları olan elementlerin ne kadar ince ve özel ölçülerde bir araya geldiklerinin ve ne derece sistematik düzenlerle çalıştıklarının yazılı ve onaylı ifadeleridir.

Ciltlerle anlatılabilecek bu konuda bilimsel verilerin teknik detaylarına çok fazla yer vermemize gerek yok. Ancak yine de siz internetin başına geçip, bir arama sitesine “Canlıların temel bileşenleri” veya “canlı kimyası” yazın ve canlıların yapılarının ne kadar karmaşık, detaylı, hassas, sistematik, belli ölçülerde bir araya gelmiş olduğunu gözlerinizle görün isterseniz. Bunu hararetle tavsiye ederim. Sonuçlar gerçekten çok ibret verici. Neyle uğraştığınızı, ne hakkında bir karar vermeye çalıştığınızı çok iyi anlayacaksınız. Canlılığın tesadüfen ya da tesadüfle çalışan evrimsel mekanizmalarla oluştuğunu söyleyen insanların bu sözlerinin, nasıl bir cüretkârlık manasını ifade ettiğini ve bilim adına yalan söylediklerini çok daha iyi anlayacaksınız. O yüzden bir bakmanızı arzu ediyoruz. Oturduğunuz yerden düşünmeyin istiyoruz.

Sizlere bir fikir vermek için bunu da aktaracağız: Bedenimizdeki dokular oksijen, hidrojen, karbon ve azottan oluşur. Dişler ve kemiklerdeyse yoğun olarak kalsiyum vardır. Bu beş element beden ağırlığımızın %98’ini oluşturur. Bakır, demir ve çinko gibi başka elementler yalnızca düşük miktarlarda vardır ama sağlıklı kalmak açısından yaşamsal önemdedirler. İnsan bedeni element yüzdeleri: Oksijen % 65, karbon % 18, hidrojen % 10, azot % 3, kalsiyum % 2, fosfor % 1, öteki elementler % 1.

İkinci nokta: Meydana gelen olay veya eşyanın gerçek sebebi olarak gösterilen şeyde bu eşyayı meydana getirecek özellikler ve kabiliyet mevcut mudur? (tabiat, tesadüf, kanunlar ve sebeplerin, bir önceki yazımızda incelediğimiz temel özelliklerini ve o gerekli kabiliyete sahip olmadıkları hemen hatıra getirelim)

Şimdi meseleyi çözümlemeye çalışıyoruz. Bir sebebin neticeyi meydana getiren özelliklere sahip olması, tek başına yeterli değildir ve o sebebin o neticeyi vücuda getirdiği anlamına gelmez. Mesela bir resmi yapanın kim olduğunu arıyor olalım. Rastgele bir ressamı seçip, sırf o resmi yapma kabiliyetine sahip diye onun yaptığını kabul edemeyiz. Acaba bir ressamın tuvalin başında durması, tuvalde sergilenen resmi yapmış olması için yeterli midir? Değildir değil mi? Çünkü onu resmin yapanı olarak kabul etmemiz için, gerekli resim kabiliyetiyle beraber, o resim yapılırken resmin başında olması, bizzat resmi yapması ve yaparken görülmesi de gereklidir.

Fakat bu kaide maddî sebepler için geçerlidir. İlahî kudret gibi temassız etki edebilen sebeplerin istisnaî durumlarını üçüncü noktada ayrıca inceleyeceğiz. Bunlara bu maddî âlemde de örnekler var. Yani dokunmadan işleyen, göze görülmeyen, gözlemleyemediğimiz etki sahibi sebepler vardır ve bu özelliğe sahip olan sadece yaratıcı değildir.

Resim kabiliyeti olan herhangi birinin resim yapılırken tuvalin başında durması, o resmi yapmış olduğuna delil olmaz demiştik. Peki ya resmin başında duran kişi, ressam da değilse ve sanattan anlamayan, resim kabiliyetinden mahrum, elleri olmayan kötürüm ve kör bir adamsa! Böyle bir şey düşünün.

Bu kötürüm, kör ve cahil adamı, sadece resmin yapılması esnasında tuvalin yanında duruyor ve tuvalle birlikte görünüyor diye, ısrarla resmin yapıcısı olarak gören ve bunu hararetle iddia eden bir adam çıksa! Adeta elinden tutup getirse kör ve cahil bir adamı ve “bu yaptı bu resmi!” dese. Acaba bu adamın sırf gerçek ressamı kabul etmemek için ve belki de ressama olan düşmanlığı ve kıskançlığı sebebiyle, delice bir inatla böyle bir iddiayı ortaya atmış olabileceği, eğer böyle değilse yani kastı yoksa ve masumsa, aklının noksanlığına hükmedilebileceği düşüncesi acaba herkesin aklına gelmez mi ve aynen birilerinin “kör ve cahil tabiat yaptı bunu!” demelerine benzemez mi?

İşte aynen bu misal gibi, sanatlı olarak yaratılan her bir canlı, beraberinde bir takım sebeplere bağlı olarak, yan yana meydana geliyorlar. Fakat sırf aynı anda birlikte bulunmaları ve o canlının meydana gelmesinin o sebeplerle birliktelik şartına bağlanmış olması, o sanatlı eşyanın sebepler tarafından icat edildiğine tek başına delil olamaz.

Evet, bir eşyanın varlığı, çok sayıda şartın bir arada olmasına bağlı olabilir. Bir tek şartın yokluğu, o eşyanın yokluğunu netice veriyor diye; o tek şartın eşyanın var olması için yeterli sebep olduğu söylenemez. Yani, bir şeyin basit şartı, o şeyin gerçek sebebi ile aynı şey değildir. Bir bahçeyi sulamazsanız kurur. Buna bakarak suyun bahçedeki bitkilerin yegâne varlık sebebi olduğu söylenemez. Biz bunu söylüyoruz.

Bir televizyondaki görüntülerin ortaya çıkması, açma düğmesine basma şartına bağlıdır. Ama böyle diye televizyonu yapan ve çalıştıranın o sihirli düğme olduğuna inanmak; ancak televizyon üreten fabrikalardan ve elektronik mühendislerinden ve televizyon içindeki çok sayıdaki elektronik parçanın varlığından yani medeniyetten habersiz ilkel bir insanın veya en iyi ihtimalle bir düşüncesizin işi olabilir.

Bizim hiç bir ateiste şahsen düşmanlığımız yok. Bu fikirlerin insan onuruna ve insanın yüksek idrak kabiliyetine yakışmadığına inanıyoruz sadece. Ayrıca eşyayı sebepler ve tabiatla izah etmeye çalışmanın, o ilkel ve medeniyetten habersiz insan konumuna düşmek olduğunu ifade ediyoruz.

Çünkü o muhteşem ilahî kudretin karşısına pervasızca dikilip, göz önünde işleyen ve muazzam bir ilim ve teknolojiyle yapılan ruh programıyla çalışan canlı makineleri basit ve şuursuz sebeplerle açıklamaya cesaret etmek; o sihirli düğme safsatasına inanmaktan bin kat daha fazla bir cehaleti ve düşünce, sanat, bilim ve teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eden medeniyet kavramından uzaklığı ifade etmez mi ve o misalden çok daha ilkel bir tavır sayılmaz mı?

Belki de böyle asılsız bir iddianın bilim adamı olan bazı insanlarca ileri sürülebilmesinin gerçek psikolojik nedeni (bilimsel nedeni değil), sanatkârı kabul etmemekteki ısrarları nedeniyle o kör, kötürüm ve cahil sebeplere mecburiyetle yaratıcılık vermelerinden kaynaklanan hezeyanlardır diye aklımıza geliyor.

Üçüncü nokta: Eşya veya olay ortaya çıkarken sebep ve neticenin göz ile görünen eşzamanlı bir birlikteliğinin olup olmadığı konusunun incelenmesi gereklidir.

Normal şartlarda bir maddî sebebin bir şeyi netice verebilmesi için, göz ile görülebilen eşzamanlı bir birlikteliklerinin bulunması lâzımdır.

Fakat iki özel durumda olay böyle gerçekleşmez:

Birinci durum: Zaman/mekân birlikteliği tek başına yetmez ve her durumda neticeyi oluşturan etki sahibi bir sebep olmayı gerektirmez, belki sadece yan yana bulunuyorlar. Bu durum yukarıda ikinci noktanın içinde incelenmişti. (Bir resim yapılırken yanında bulunan ressamın, o resmi yapan ressam olma şartının bulunmaması gibi.)

İkinci durum: Bazı sebeplerin, netice ile aynı mekânda bulunduğu ve eşyaya doğrudan etki ettiği gözlemlenemeyebilir. Siz bunu çıplak gözle göremeyebilirsiniz. Gama ışınları, elektrik akımı, elektro manyetik kuvvet gibi. Böyle özel durumlarda, eşzamanlı ve gözle görünen bir birlikteliğin olmaması, etki sahibi gerçek bir sebep olmaya mani değildir. Belki gerçek sebep, perde arkasındadır ve görüş sahanızın dışında olan gizli bir işleyicidir!

Böyle sebeplerin varlığını nasıl anlarsınız? Örneğin elektrik akımının varlığını nasıl bilirsiniz? Etkisiyle değil mi? Bakın bilgisayarınız, televizyonunuz, elektrikli sobanız çalışıyor. Bir şey var ki bunları çalıştırıyor. Neden “ben elektriği görmüyorum, o zaman elektrik diye bir şey yoktur” demiyoruz? Çünkü eşya üzerindeki eserlerini, tesirlerini görüyoruz.

Ateizm taraftarı Richard Dawkins, bir yaratıcı fikrini neden beğenmediğini vebir yaratıcı düşüncesinden bile rahatsız olduğunu şu gerekçeyle anlatıyor: “Bir yaratıcı düşüncesi kabul edilemez. Çünkü görünmüyor. Bir yaratıcı düşüncesini kabul ettiğimizde, biz tekrar başladığımız noktaya geri dönüyoruz ve bilinmeyen ve daha karmaşık bir sebep ile izah etmeye çalışıyoruz. O yüzden kabul edilemez.”

Fakat bilimsel izahlara bir bakın nasıl şekillenmişler? Mesela bir oluşumu elektromanyetik kuvvet ile izah etmeye çalıştığımızda da tekrar geri dönüyoruz ama. Dikkatinizi çekti mi? Üstelik elektromanyetik kuvvet de hem görünmüyor, hem gerçek mahiyeti bilinmez bir meçhul, hem de elektromanyetik kuvvetin bilimsel açıklamaları, başladığımız noktadan daha karmaşık noktalara götürüyor bizi!

Peki bu nasıl bilimsel oluyor diye sormamız gerekmiyor mu? Dawkins’in bu gerekçesinin bilimsellikten ne kadar uzak olduğunu dikkat eden herkes anlayabilir ve eşyanın bir yaratıcısının olduğu düşüncesi kabul edilebilir mi, edilemez mi ve bilimsel düşünceye yatkın mıdır değil midir açıkça görebilir.

Örneğin bu yazdığım satırlar bilgisayar ekranında görünüyor. Fakat yazıları o ekran yazmıyor. Ekranın dışında bulunan ve klavye kullanan bir insanın elleriyle o yazı yazılıyor. İşte bakınız, ekran ve yazıların eşzamanlı ve gözle görünen birlikteliklerine rağmen, aralarında gerçek bir sebep-netice ilişkisi bulunmuyor. O yazıları, ekran kendisi yazmıyor! Hâlbuki bundan iki yüz sene önce, birine o ekranı gösterebilseydiniz, ekranı etki sahibi bir sebep zannedecekti. Ondan beklenir böyle bir şey. Teknolojiden haberi yok ki çünkü. Bir ateistin de ilahî teknolojiden haberi yok! O kadar ilkel bir beyne sahip.[1] Peki neden öyle zannediyor? Çünkü o yazılar, ekranda meydana çıkıyor ve üzerinde görünüyor!

Olayı bilimsel olarak, akıl, mantık temelinde incelemek istersek ne yapmamız gerekir?  Bu noktada yapılması gereken, o ekranda yazı yazma kabiliyetinin olup olmadığına bakmak ve bunun çıkarımını yapmak. Bu kadar basit. Bunu -günümüzde yaşayan- en basit zihinli bir insan yapamaz mı? Elbette yapabilir. Fakat iki yüz sene öncesinden gelmiş bir profesör yapamaz. Teknolojiden anlamıyor çünkü. Günümüzde yaşayan ve teknolojiden anlayan beş yaşında bir çocuk bu çıkarımı yapar ama. Böyle çarpıcı bir farklılık var bakın.

Yazının kaynağının ekranın dışında olması ve yazıların bilgisayardan gönderilen, maddî bir vücudu olmayan ve gözle görülmeyen elektrik sinyalleri aracılığıyla ekranda belirmesi, hâdiseyi ekranın içinden seyreden birine göre sebebi manevî olan bir olaydır denilebilir. Çünkü gerçek sebep, maddî gözle görünmüyor. Böyle bir şey hayal edin, çizgi filmlerdeki gibi ekranın içinde küçük adamcıklar olduğunu düşünün. Bu çok ince noktaya dikkat rica ediyoruz.

Demek ki, maddî bir âlemde olduğumuz halde, çıplak gözle görünmediğinden ancak eserleri ve etkileri ile ve yaptığı işle tespit edilerek varlığına hükmedilen elektrik sinyalleri gibi manevî sayılabilecek bir sebebin eşyaya maddeten etki etmesiyle, eşyanın maddî şekli değişebiliyor. Elektrik diye süslü bir isim verilerek, bu kuvvetin yaptığı her şey izah edilmiş. Bunun doğruluğunu nereden biliyoruz?  Eserleri var, etkileri var, yaptığı somut bir iş var. Bu tespit ediliyor. Dolayısıyla varlığına hükmediliyor. Neden yaratıcı için aynı şey söz konusu olmasın ki? Yaratıcının varlığı en azından bir bilimsel model olarak eya alternatif bir bilimsel yorum olarak bilim dünyasında neden yer etmesin? Bu kadar mı akıl, mantık dışı yaratıcı çıkarımı?

O halde, maddiyat cinsinden olmayan ve kâinatın içinde maddeten bulunmayan ilahî bir kudret elinin maddenin parçacıklarına etkisi de, maddî eşyanın oluşumunun ve şekillenmesinin manevî ve gerçek sebebi olabilir. İşte o ekran, nasıl ki yazıların sadece bir görünme yeri ise; kâinat da, ilahî kudret kaleminin yazılarının göründüğü üç boyutlu, yüksek çözünürlüklü dev bir ekrandır. Ekrandaki yazılar ise, düzenli ve sanatlı olarak şekil verilen tüm eşyadır. Maddenin temel parçacıkları ve atomlar ise, kalemin ucundaki mürekkep gibidir. İlahî kudretin yönlendirmesiyle şekil alır.

Denilebilir ki: “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün, gerçekleşmez. Bunun böyle olduğuna nasıl hükmedeceğiz?”

Cevap: Tabiat Risalesi’nin girişinde tespit edildiği gibi eşyanın oluşumu için aklen dört ihtimal görünmektedir. Tabiat Risalesi’nde “sebepler, tabiat ve kendi kendine oluşma” olarak ifade edilen bu üç ihtimalin gerçekleşmesinin imkânsızlık derecesinde zor olduğu, her bir ihtimal için üçer maddelik izahlarla delillendirilmiştir ve böylece geriye kalan dördüncü ihtimalin gerçekliği, zarurî ve kesin olarak ortaya çıkartılmıştır. Ayrıca eserde “bütün eşya, azametli bir kudrete sahip bir tek kişinin icadıdır” olan dördüncü ihtimalin zorunluluk derecesindeki kolaylığı ve gerekliliği de ortaya koyulmuştur.

Pascal’ın[2] çok düşündürücü bir sözü vardır: “Görmek isteyenler için yeterince ışık, görmek istemeyenler için yeterince karanlık vardır.” İşte imtihan sırrının ve ilahî hikmetin çok güzel bir ifade şekli. Aklın ister istemez mutlaka kabul edeceği derecede kesin ve maddesel bir delil yok. Olmaz da, beklemeyin böyle bir ispat. Böyle bir delil ne size, ne kimseye yok. Çünkü akla kapı açılacak, fakat irade elinden alınmayacak ki, inanmanın bir ayrıcalığı olabilsin. Bilmediğimize, görmediğimize inanacağız hepimiz. Ama aklımız görüyor. Elektrik akımının varlığını aklen görebildiğimiz gibi. Akıl gözü göre göre inkâr etmek söz konusu olduğu zaman sorun oluyor.

İmanî meselelerde mutlaka kabul etmek zorunda kalacağımız somutlukta bir delil ve ispatın olmayacağı ve böyle bir şeyin beklenilmemesini özellikle vurguladığımız bu ifadelerimiz, hakkında açıklık getirilmesi gereken çok önemli bir konuya temas ediyor. Bizim tabiat risalesi izah metinleri çalışmamızda ortaya koyup tespitini yaptığımız iki şeydir:

Birincisi: Eşyanın oluşumunu maddi sebeplerle ve tabiatla veya kendi kendine oluştuğu ile açıklamaya çalışmanın, bilimsel nitelikten uzak, çok zor ve içinden çıkılmaz bir yol olduğu. (Bunu bilim adamları ve evrim taraftarları da kabul ediyor. Örneklerini ilerde göstereceğiz.)

İkincisi ise: Eşyanın oluşumunu bir yaratıcı ile izah etmenin, bilimsel düşünceye daha uygun ve akla yatkın çok daha makul ve kabul edilebilir bir yol olduğu ve içinde zorunluluk derecesinde kolaylıklar barındıran bir alternatif ihtimal olduğu ve eğer bilimsel olarak kabul edilecek bir model varsa, bu modelin bilimsel nitelikte kabul edilmeye çok daha lâyık olduğunun tespiti.

Bu noktada bir kavram tespitine ihtiyaç var. İspatlamaktan neyi anlıyoruz? İspatlamak ne demektir? Bir iddianın kesin bir delile sahip olması neyi ifade eder? Aklî delil ile somut gerçeklik arasındaki fark nedir?

Öncelikle, bir şeyin somut ve görsel bir gerçekliği yoksa bile, akli bir delili ve ispatı pekâlâ olabilir. "İspat" ise, bir iddianın doğruluğunu delil göstererek apaçık meydana çıkarmak manasını ifade ediyor.

Şimdi imana temas eden konularda elinizle tutup gözünüzle göreceğiniz, deneysel biçimde doğruluğunu teyit edeceğiniz tarzda deliller yok. Fakat bu noktadan hareketle ve böyle diye, bu meselelerin akla uygunluğunun olmadığını veya kesinlik içeren mantıkî delillerinin bulunmadığını söylemek, hakikate karşı çok büyük bir haksızlık ve hata bir hüküm olur.

Burada vereceğimiz misal, çok yaygın kullanılan bir misaldir. Fakat meselenin mahiyetini ve temel mantığını anlamakta oldukça yardımcı olmaktadır. O yüzden bu misalin üzerinde önemle durulması gerektiğini düşünüyoruz.

Şöyle düşünelim: Bir ressamın, perde arkasından, bize sadece kalemi görünecek şekilde çalıştığını farz ettiğimiz durumda, o resmi bir ressamın yaptığını nereden anlarız? Ressam görüş alanımızın dışında diye, resmi boya ve fırçadan mı bilmeliyiz? Hâlbuki incelediğimizde görürüz ki, o boyaların ve fırçanın kendi kendine işleme ve sanat kabiliyeti bulunmuyor. İşte bu durum bize, o sanat kabiliyetine sahip bir ressamı arattırır ve varlığını sanki görmüşüz gibi aklen kabul ettirir.

Size soralım: bu misalimize göre bir ressamın varlığının görsel ve maddesel bir delili, yani deneysel ve bilimsel bir delili olur mu? Elbette olmaz ve olamaz.

Çünkü deney ve gözlem sahanızın dışında bir etki edici var. Fakat böyle diye, o ortada görünen işi, gerçek etki sahibi olma özelliğini gösteremeyen ve o işi yapabilecek kabiliyet kendisinde bulunmayan nesnelere vermek, herhalde perde arkasında sanattan anlayan maharetli bir ressamın bulunduğuna hükmetmekten daha fazla bilimsel değildir.

"Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür."[3]

Yani, eşyanın üzerindeki sanat, gözle görülmeyen, ancak akıl ve kalple anlaşılabilen ve takdir edilebilen manevi, soyut bir gerçekliktir. Her ne kadar maddesel ve görsel delilimiz mevcut değilse de, maddi gözümüzle gördüğümüz sanat eserinin varlığı, ressamın varlığına yeterince güçlü ve kesin bir delil niteliğindedir ve bu gözle görülen işin, yani sanat eserinin varlığının, ressamın varlığının doğruluğu için delil olarak kullanılarak ispatlanması yoluna gidilmesi, gayet kabul edilebilir ve akıl gözüyle doğruluğu görülebilir mantıkî ispatlar özelliğindedir.

İşte bir yaratıcının varlığı hakkında, eserden eser sahibinin varlığına intikal etmek temelinde şekillenen deliller de aynen bu özelliktedirler. Hem gayet güçlüdürler, hem akıl ve mantık uyumlulukları muhakkaktır; hem de kesinlik derecesinde ispat etme niteliğine sahiptirler. Bizim söylediğimiz ve iddia ettiğimiz budur. İman hakikatlerinin gerçekliğine yönelik tümevarımsal mantıkî çıkarımların, bilimsel düşünceye ve bilimsel delillendirmeye uygunluğu ve yatkınlığı, bizce şüphesizdir.

Şimdi Tabiat Risalesi’nde ele alınan dokuz adet imkânsızlığın ilk maddesi olan ve sebeplerin eşyayı oluşturmalarında ortaya çıkan ilk imkânsızlığın anlatımında kullanılan ve meseleyi kökünden kavrayan meşhur, mükemmel ve eskimez misale tekrar bakalım. Bir eczanedeki yüz civarındaki kavanozun içindeki maddeler kullanılarak, canlılık özelliği olacak bir karışım, bir formül meydana getirilmek isteniyor. Sonra bakıyoruz ki, etrafta canlılık özelliği gösteren çok sayıda karışım yapılmış. Bu karışımların özel ölçülerle, hassas bir ayarla bir araya getirilerek oluşturulduklarını, içeriklerini detaylıca incelediğimizde anlıyoruz. Böyle bir neticenin rüzgârın esmesiyle, kavanozlardaki maddelerin birbirine rastgele karışmasıyla oluşamayacağını elbette biliyoruz.

Fantastik Bir Bilim Kurgu Öyküsü

Misalimizi biraz daha geliştirmek istiyoruz:

Kendimizi yüksek bir gelecekte ve âdeta bir bilim kurgu filmindeki fantastik bir biyoteknoloji laboratuarının içinde hayal ediyoruz. İnsanlığın hizmetine verilmiş bu laboratuarda öylesine ileri düzeyde bir teknoloji kullanılıyor ki, her çeşit element nano teknoloji kullanılarak sentetik olarak üretilebiliyor. Bununla da kalmıyor, uzaktan idare ve kontrol edilebilen bu harika akıllı nano elementler bir araya getirilerek yeni Dna dizilimleri oluşturabiliyor ve ihtiyaç halinde düzenli bir şekilde değiştirilebiliyor. Minik parçacıklarımız çok kısa bir zamanda istenen oranda ve şekilde çoğalarak bir canlının andro-klon kopyasını, yani sentetik parçalara organik özelliklerin kopyalanmasıyla oluşturulan, android ve klon özelliklerine sahip yaşam taklitlerini oluşturabiliyorlar. Bu sayede yepyeni ve bambaşka bir canlı üretilebiliyor.

Böyle bir şeyi hayal edin. Ne kadar muhteşem olur değil mi? Bir kaç tane nano makinenin program kodlarına istediğiniz bitkinin Dna bilgisini kopyalıyorsunuz, nerede ve ne kadar üretileceğine karar veriyorsunuz. Yetkili yöneticilerin ve bilim adamlarının aldıkları kararların, biyometrik kimlik doğrulama sistemiyle[4] alınan biyolojik imzalarla onaylanmasından sonra, parçacıkların kısa bir zaman çalışmalarıyla, belirlediğiniz alanı tam istediğiniz şekilde bir bitki örtüsü ile süsleyebiliyorsunuz. Bir bitki örtüsü oluşturabildiğiniz ve özelliklerini belirleyebildiğiniz gibi, tüm hayvanlar ve insanlardan da yapay canlılar üretebiliyorsunuz. Artık en ileri hayaller, programlanabilir Dna ile gerçek hale geliyor. Örneğin sevdiğiniz bir hayvan türünden detay özelliklerini kendiniz seçebileceğiniz bir arkadaşınız olsun ister misiniz?

Belki de göz alıcı yeni bir tür dizayn etmeyi daha çok tercih ediyorsunuz. Bu şekilde canlılık özelliklerini birebir kopyalama, değiştirme ve geliştirme özelliklerine sahip nano hücrelerinizle tasarımınıza uygun olarak oluşturulan mini android hayvanlarınız, çok kısa sürede etrafınızda dolaşmaya başlıyor. Böyle bir şey düşünün. İstediğiniz şekilde davranan, istediğiniz renge sahip, istediğiniz mizaca sahip, ısırmayan, tüy dökmeyen, alerji yapmayan bir kediniz olsun ister miydiniz?

Belki de siz de benim gibi bir yakınınızı kaybettiniz. Onunla tekrar görüşmek, yeniden ona dokunmak istiyorsunuz. Dna kopyalama yöntemiyle, sevdiğiniz insanın önceden kopyalanmış ve hayattayken arşivlenmiş Dna dizilimleri ve kodları, dijital veri tabanı arşivinden çıkartılarak, emrimiz altında çalışan çok sayıda nano hücreye ışık hızında işleniyor ve insan yaratımının fiziksel işlevleri ve görüntüsünü taklit etme kabiliyetine sahip başarılı bir kopyası, bu fantastik laboratuarımızda üretilmeye başlıyor. Hafıza bilgileri kopyalama metodu kullanılarak alınan ve beynin nöron ağında korunan hafıza verileri, sentetik Dna veri bankalarında depolanıyor. 

Böylece sevdiğiniz insanla aynı hafızayı kullanan, karakterini ve duygusal tepkilerini taklit edebilen andro-klon insanlar, kopyalanan Dna ve hafıza bilgilerinin sentetik ruh[5] programına yüklenmesiyle oluşturuluyorlar. Âdeta ölüme yeniden bir hayat rengi veren bu yaşam kopyalarıyla geçmişi yâd edebiliyor, sohbet edebiliyor ve önceden belirlenmemiş interaktif, yani karşılıklı etkileşimli yeni paylaşımlarda bulunabiliyorsunuz.

Elbette bu kadar muhteşem ürünler ortaya koyan bir mekânda, binlerce teknisyen ve yüzlerce dahi bilim adamı çalışıyor. Bu harika işler, arka planında muazzam bir teknolojinin ve insanlığın tüm bilimsel birikiminin en üst noktasını ifade eden devasa bir tecrübenin ve en zengin devlet bütçelerinden daha yüksek miktarlardaki malî imkânların desteği ile gerçekleşiyor. Bunu tahmin etmek, herhalde çok güç olmasa gerek.

Burada filmi durduruyoruz ve iki sorunun cevabını arıyoruz.

Birinci soru: Laboratuardaki bilim adamlarının ve üst düzey yöneticilerin kimlik onayları yani biyolojik imzaları alınmadan, oluşturulacak canlı kopyasının tasarım ve çalışma kodlarının bilgisi nano parçacıkların üzerlerine programlanmadan, laboratuarın yüksek teknolojili cihazlarını çalıştıran elektrik gücü olmadan ve yapılacak masrafı karşılayacak para desteği bulunmadan, bir gece vakti laboratuar dışında çıkan bir fırtınanın duvarları yıkarak, camları patlatarak içeriye girmesiyle, cansız, şuursuz, kör, sağır, bilgisiz olan o mini parçacıkların, yani nano elementlerin birdenbire kendi başlarına programlanmaları ve yine kendi kendilerine çalışmaları ve bir canlı oluşturmaları mümkün olur mu?

 “Evet, olur” diyene “siz de benim gibi çok bilim kurgu seyretmişsiniz” diyeceğim! Böyle bir şeyin pratikte gerçekleşmesi mümkün değildir.[6] Hele de bu imkânsız vakıanın, misalimizdeki laboratuardan çok daha büyük ve fantastik olan dünya laboratuarında on binlerce sene boyunca, milyonlarca türde trilyonlarca fertte tesadüfen tekrarlanması hiç mümkün değildir!

İkinci sorumuzu bir sonraki yazımızda soracağız ve kaldığımız yerden devam edeceğiz inşallah..



[1] Burada bir hakaret manası çıkmasın. Çünkü öncelikle şahıslara değil, fikirlere karşı olmak gerektiğinden bahsetmiştik. Hem ayrıca tüm insanlık olarak bizler kâinatın sırlarını ilahî vahyin rehberliği olmadan kendi başımıza, sadece aklımızı kullanarak anlamakta ilkel insanlar gibiyiz. Hiç birimizin diğerinden farkı yok. Fark sadece ilahî vahyin rehberliğinden yararlanıp yalnızca aklına güvenmemek noktasında kendini gösteriyor.

[2] Blaise Pascal.Fransız matematikçi, fizikçi ve Hıristiyan düşünür.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur, Mektubat.

[4] Biyometri, kişinin ölçülebilir fizik ve davranış özelliklerini tanıyarak kimlik saptamak üzere geliştirilmiş otomatik sistemler için kullanılan bir terimdir. Özetle, biyometri kişinin ölçülebilir biyolojik izlerini ifade etmektedir. E-Pasaportlarda yüz, parmak izi ve göz bebeği olmak üzere üç tür biyometrik verinin kullanılması mümkündür. İnsanların avuçlarının içindeki kan damarları kişiye özeldir. Herkesin kan damar ağı farklıdır. Buradan yola çıkarak gerçekleştirilen avuç içi kimlik doğrulama sistemi, hastanelerde kullanılmaktadır.

[5] Sentetik Ruh: Bir bilimkurgu tabiri olan bu ifade şunu ifade ediyor: Sentetik yapay demektir. Sentetik ruh ise insan davranışlarını, karakterini ve tepkilerini tamamen taklid edebilen, mesela sinirlendirecek bir durum karşısında sinirlenebilen, üzüntü verecek bir anda üzülebilen veya ağlayabilen davranışlar geliştirebilecek şekilde programlanmış, andro-klon diye tabir edebileceğimiz yani organik bir materyal üzerinde fakat aslında sentetik ve yapay, robotik, android bir canlının programını ifade ediyor. Tamamen insan görünümünde ve yapay zekâyla çalışıyor fakat yapay zekâ sadece zekâyı ifade ediyor. Sentetik ruh kavramı yapay zekâdan çok daha ileri bir noktayı işaret ediyor. Benimle nasıl konuşuyorsanız, nasıl duygular tepkiler veriyorsanız, yani sadece zekâ göstergesi olan davranışları değil, ruhsal göstergeler manasındaki duygusal tepkileri de geliştirebilen yapay bir canlı söz konusu. Bu yapay canlının programına da sentetik ruh programı ismi verilmiş. Bu kavramı buradan aldık. Risale-i Nur’da ruh tarif edilirken bir kanun olduğu söyleniyor, yani bir program. Cenab-ı Hak’kın bir programı. Canlı, üstüne şuur giydirilmiş, hayatlı bir program. Aslında hepimiz Allah’ın (sentetik değil ama) ilahî ruh programı ile çalışıyoruz. İşte bu misal aslında bizi oraya götürmeli. Bizler hepimiz canlı androidleriz, bunu görebilmeliyiz. Android, robotik canlılar olarak ortalıkta dolaşıyoruz. Robot gibi bir şeyiz. Elinizi açıp kapatmanıza, yürümenize, koşmanıza, konuşmanıza, bakmanıza, hissetmenize bir de bu gözle bakın. Robot gibi bir şeyiz işte. Bir beden içine konmuşuz ama nelerden oluştuğumuzun bile farkında değiliz ve bir damla sudan geliyoruz. Sonra insan diyor ki: “kim diriltecek bu çürümüş ölüleri?” Bunu soran insan kendinin ne olduğuna bir bakmalı. Kur’ân o insana cevaben şöyle diyor: “İlk defa kim yaratmışsa o diriltecek.”

[6] Ancak bir bilim kurgu filminde olur böyle işler. Fakat bilim kurgu filmlerinde bile bu kadar gerçek dışı senaryolar yapılmıyor. Kurgunun da bir inandırıcılığı olmalı değil mi?

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.