Van… Hizan…Bediüzzaman

"Ayrı düşmüş idik  bu ellerden nice zamandır
Ah, bu hicran yarası ne de yamandır
Maksut bu güzeran-ı hayatta ne Van’dır, ne Hizan’dır
Leylamız bizim imandır, Kur'andır, Bediüzzaman’dır." 

Kaç yıl oldu bilemedim..Kaç bahar geçti sayamadım.Yıllar var ki gidemedim, göremedim bir türlü.Van mevlidinin hasreti, daüssıla  acısı, iyileşmeyen aşk yarası gibi sızım sızım yüreğimde..O eller hatıralarımın saklı bahçelerinde gizli bir hazine gibi duruyordu .Eskimiş albümlerin sayfalarında unutulmuş solgun bir fotoğraf gibi...Eski bir kitabın ortasına gömülü, unutulmuş kurumuş bir gül gibi. Durgun sularda zamanın akisleri yeniden dalgalanır mıydı bilmiyordum.Bildiğim, işte gidiyorduk,bizi bekleyen Şarkın yalçın dağlarına doğru.Bir sabah vakti, erkenden..Dört civanmerd yoldaşla, kardaşla.Leylâ’nın kuy-ı mahbubuna giden dört Mecnun gibi Seyda'nın doğduğu topraklara doğru azimet eyledik.Bismillahi mecraha ve mürsaha..33 sene önce trenle gittiğim Van mevlidine  dört nur yoldaşı olarak “Sübhanellezi sahhera lena...”dedik. 

Hayat bir yolculuktur biliyorum.İstesem de istemesem de gidiyorum.Bir yerlere gidecektik sonunda.Denizlere akan bir su,boşluğa kayan bir yıldız ,toprağa düşen bir yaprak gibi gidecektik bir yerlere.Önümüzde yol,elimizde umut, dilimizde dualar/tesbihatlarla memleketi,çoluğu çocuğu, kafesteki boncuğu Allah'a ısmarlayarak hareket ettik. 

Yol düşünceleri makarada dönen film şeridi gibi canlanır insanda..Hayat sahnemizde yeni bir macera oynamaya başlıyordu.Jenerikte isimler Said Özadalı ağabey.Nurettin Gürsoy,Mehmet Demir ve baş rollerde ben aciz..Senaryo Said ağabeyden.Şoförlük:Yoruldukça direksiyonu Said ağabeye devredecek Mehmet Demir kardeş.Yardımcı oyuncu, soru sorucu, oyun kurucu: Nurettin Gürsoy ağabey.Sular, billur akan çeşmelerden; yemekler kimin misafiriysek O’ndan;ilahiler, türküler, aşirler biz dördümüzden; müzaheret Üstadımızdan; inayet Rabbimizden marşa basıldı.. 

Faruk Nafiz’in “Han Duvarları” şiirindeki gibi yavaş yavaş atlı  ve raylı arabayla değil, atak ve çevik bir arabayla hızla yol alıyoruz.Önümüzdeki asfalt uzadıkça uzuyor,her iki yanımızdan ağaçlar, dağlar, insanlar,evler,tarlalar, bahçeler , bağlar hızla bize uğrayıp geçiyorlar.Selam selam selam.. memleketimin her yerine selam.Yola devam.Diyarbakır,Baykan,Bitlis,Tatvan,Ahlat,....ve Van..Ve deprem, ve  virane evler..ve konteyner şehirler.Ve Erek dağı.Ve Van kalesi.Ve Ata hoca,Sabri kardeş.Ve Selahattin Akyıl.Ve Fırıncı ağabey.Ve Hasan ağabey ..Ve Anadolu’nun her yerinden nur kardeşler, nur kardeşler,nur kardeşler. 

35 sene önce lise öğrencisi iken Adıyaman’dan bir otobüs dolusu cemaatle gittiğimizde içimizdeki ağabeylerden şimdi pek çoğu yok.Rahmetli Hacı Mahmut Allahverdi,Mehmet Bozdoğan ağabey, Ahmet Tanrıverdi ağabey,Husrev Kayır ağabey yok şimdi.33 sene önce üniversite öğrencisiyken Kayseri’den trenle Tatvan’a, Tatvan’dan feribotla Van’a geldiğimiz kafilede rahmetli Ali Mutlu ağabey yok.. Akranlarım ve sınıf arkadaşlarımdan M.Ali Pektaş, Said Olcay,Muzaffer Daştan,Adnan Gayberi,Necdet Özçelik, Mehmet Evren,Mahmut Akgün, Nuri Olgun,Cevher İlhan ve daha niceleri rahmetli olmadılar ama yoklar.Gelemediler, hangi hizmet, hangi meşguliyet bırakmadı bilemiyorum.Bir işaret mi yoksa keramet mi sırrını anlamak imkansız.Gidenler gelmiyor ama, gelemeyenler elbet bir gün gelecekler diye ümit ediyorum. 

İlk durak Bekir diyarı. Akademik rütbesinin yüksekliğini  kat be kat aşan bir  tevazu ve hasbilik nümunesi M.A.ağabeyin mükemmel bir kahvaltıyla süslenmiş ev sahipliği.O lezzet anlatılmaz yaşanır.Kısa başlıklarla samimi bir ufuk turu sohbeti ve Hasretinden Prangalar eskiten Ahmet Arif ile 35 yaşın destanını yazan Cahit Sıtkı Tarancı’nın müze evinin önünden geçiş.Sonra elveda hocam faslı ve yola devam töreni.. Ve aleyküm selam.. Yolumuz üstünde Veysel Karani hazretlerinin türbesi var.Ziyaretine gidiyoruz.Ellerinden, ayaklarından öpme niyetine Yasin okuyoruz, Fatiha gönderiyoruz.Muzüheretini istiyoruz.Yemen illerinde Veysel karani ilahisini Yunusleyin söyleyerek Bitlis’e yöneliyoruz. Baykan’dan geçerken Latif Salihoğlu'nun kulaklarını çınlatış.Karayağız delikanlı ağabeyimizin memleketinde yarım asırlık süreye rağmen fazla bir kalkınmanın olmadığını aynel yakin görüş ve hayıflanış. Ah memleketimin sabırlı, çilekeş insanları. Onca ihmale,dışlanmaya, tahrike rağmen sessiz, dingin akan bir su gibi tozlu,topraklı caddelerde ağır ağır akıyor Baykan insanları.Arabanın içinden hepsini uzaktan kucaklıyoruz, alınlarından öpüyoruz.Atilla İlhan gibi "Nice insanları gördük ama yoktular." diyerek hüzünle geçiyoruz Baykan’dan. 

“Tiflis, Bitlisin kardeşidir.Medresemin planını çiziyorum.Şaşarım senin aklına.Ben de senin aklına şaşarım.Dedi İslam parca parça olmuş.Dedim tahsile gitmişler..."Bitlise yaklaşırken bunları düşünüyorum.İslamın paramparça olduğu , gençleri bile ihtiyarlatan Harb-i Umumî’nin ardından gelen inhitat,çöküş ve yıkılışlara rağmen bir tek adam ayakta durmuş medresesinin planını yapıyor.Dünyayı ve İslam alemini yeniden kuracak.Biz de şaşıyoruz Üstadımızın o ümit,şevk ve iman dolu   

azmine,sebatına, sekinetine..Her şey sıfır noktasındayken bu yanardağlar gibi iman dolu haykırış ve inanışa, bu dava uğrunda gösterdiği metanete, mücadeleye,sabra sebata,hareket ve berekete şaşıyoruz. 

Sabri kardeş Bitlis dersanesinde çayları demletmiş bizi bekliyor.Şoförümüz Mehmet demir kardeş, 1970'li yıllarda Bitlis İmam-Hatip lisesinde yatılı okumuş. Yokluğunu,kıtlığını çilelerini anlatmaya başlıyor Bitlise girerken.Yatılı öğrenciler olarak aylarca yatak ve ranza olmadığından yerlerde yattıklarını,her öğün yemekte  pekmez-ekmek ve zeytinle karın doyurduklarını gözleri dolarak anlatıyor. Kıvılcımlı gözlerinde şimşekler,titrek sesinde yağmur bulutları var.Göz dedim bir başka güzel gözlüden bahsetmeliyim.Sabri Okur kardeş.. Üstadın amcazadelerinden bir cevval insan.Gözleri süzgün ve sürmeli gibi.Üstadın hafif şehla gözlerinden bir iz vardı gözlerinde.Çayları içerken  şehla gözlerinde Üstadı arıyordum.Bizlere hararetle bir şeyler anlatırken kızdırmak istedim O’nu. Bana uzak düşen çay şekerini bahane ederek "Yahu, bırak konuşmayı da şu şekeri ver" emr-i vaki yaptım.Hiç edebini ve vakarını bozmadan Üstadımıza yakışır bir tavır ve olgunlukla şekeri uzattı.Asalet bu olsa gerek.İşte şehlâ gözlerini o zaman farkettim.Allah nur hizmetinde daim kılsın hal ve tavrında Seyda amcazadesi gibi.. 

Onlarla birlikte Ahlat turuna çıktık.Ahlat dersanesine geldiğimizde vakit akşamdı.Sanki mevlit Ahlat’ta olacakmış gibi nur kardeşler ve ağabeyler seferber olmuşlardı.Hoş gelişler, hoş buluşlar.Kucaklaşmalar, tanışmalar.Ahlat dersanesinde kimyonlu mercimek çorbası, makarna ve demli çay kokusu beni yıllar öncesine götürdü.Kayseri’deki dersane yıllarımı hatırlattı.Genellikle bulgur pilavı ve makarnayla köreltirdik kör nefsimizi.O kadar makarnaya aşinaydık ki yemek duasında geçen "Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız... Bizleri makarr-ı saltanatına celbet.." cümlesini bazı yeni yetme saf kardeşlerimiz “bizi makarna saltanatına celbet” şeklinde anlarlardı."Yahu  Ahirette de mi makarna yiyeceğiz?" diye mütevekkilane,itirazsız şekilde duaya amin derlerdi yine de.İşte bu rayiha, bu bûy-u ruh-u makarna bana Kayseri yıllarımı hatırlattı.Ah Ali Mutlu ağabey,ah Celalettin İstanbullu, ah Ali Göllü, ah Şenozan ağabey,Ah Bekretler, Hakkoymazlar vesaireler Allah hepinizden ebeden razı olsun. 

Ahlat’ta Sahabeden Hz.Muaz bin Cebelin'in (r.a)oğlu Abdurrahman Gazi Türbesi’ni ziyaret ettik.Anadolu’nun İslâmlaşması’nın kapısını açan mücahidin-i İslâm öncüleriydiler.Ruhlarına yasin okuduk.Malazgirt meydan muharebesinin belki de en sağlam kaidesi burada atılmıştı.Bunlar fethin Besmelesi gibiydiler.Alparslanlar, Selçuklularfatihası;Osmanlılar hatm-ı Kur’anı  oldular.Hatim’den sonra yeni bir fetih ve hatim başlayacaktı bu topraklarda.Bediüzzaman Üstadımız yeni bir fütuhata” Bismillah” diyecekti.Her hayrın başı olan Kur'anın volkan gibi infilakını simgeleyen Ararat dağının patlaması yine 120 km. mesafedeki Ağrı’dan bize mesaj gönderiyordu.O korkunç patlamada merhume annesi Nuriye hanım vardı yanında.Korku anında çocuklar annelerine sığınırdı.Ama bu tecellide tam tersi oluyordu.Nuriye ana, oğlu Said’e sığınıyordu.Ananın yavrusuna sığınması olur şey değildi.Ama olmuştu işte."Ana korkma.Allah hem Rahimdir hem Kerimdir"diyordu anasını teskin için.Koca üstadın sekineti hep beyle olmuştu işte.Yılmaz, sarsılmaz bir kale.Eğilmez bir dağ.Bükülmez bir bilek.Dönmez bir yüz.Kırılmaz bir elmas kılıç.Bediüzzaman Said Nursi buydu işte. 

Ahlat’ta akşam vakit Koca salona sığmayan izdihamlı bir nur dersi. Ara fasılalarda Sungur ağabeyden, Bayram ağabeyden, Zübeyir  ağabeyden hatıralar sunan İsmail ağabeyin sevk ve idaresinde bir kaç muhterem kardeşimizin yaptığı dersler ve içilen çaylar, saatleri de yorgunluğu da unutturdu bizlere.Gece yarısı  cumartesi sabahı görüşmek üzere üçer-beşer dersanelere ve misafirhanelere dağıldık. Sabah namazından sonra Van’a yöneldik.Van gölünün doğusundan kuzeyine doğru çıkıyoruz. Adilcevaz, Erciş falan derken  Van....Dünyada Van.. Ahirette iman.. Vanlıyam, Şanlıyam! Şanlı Van kartalının Bitlis ve Hizan’la kaynaşmış memleketindeyiz.Erek dağı ufukta meydan okurcasına duruyor, görünüyor uzaktan."Van kalesi Horhor, Erek..Şevkinden raks etse gerek.."diyordu şair Hilme Doğan ağabeyimiz.Tevafuktur  dersanede mulaki olduğumuz Ata hoca, Van kalesini ziyaret edeceğimizi söylediğimizde bu satırlar dudaklarından dökülüyordu.Şehir içi trafiğinden sıyrılıp vaktinde gidebilmek için bize mihmandarlık eden iki genç kardeşle Van kalesine uğradık.Onlar sanki benim 33 sene önceki halimdi.1979 yılında Van mevlidi için geldiğimde kanı deli,canı akıllı,şevkinden yerinde duramaz çiçeği burnunda,eli belinde,kalbi dilinde 20 yaşın içindeydim.Nice dağlar Erciyes de dahil ayaklarımın altında kalmıştı.Tırmanmak benim için yürümek gibiydi.Yüksek yerden atlamak, bir basamaktan inmek gibiydi.Çıkmıştım yekpare kayadan oluşan Medreseye,içmiştim kana kana Horhor suyundan. 

Medresenin içinde Allahü Ekber diye bağırmıştım.Demir korkuluklu kapı girişinde nur kardeşlerle fotoğraf çektirmiştik.Van mevlidi hatırası olarak.Horhor çeşmesinin önünde çimlere oturmuş, gazeteden bir sofra yaymış üzerinde peynir, zeytin, ekmekle kahvaltı yapmıştık.Yeryüzü sofrasına sığmıyorduk.Soframızda gökyüzü,bardağımızda nur feyzi,koynumuzda ve koyun ceplerimizde cevşenler, küçük sözler.Hey gidi günler...Şimdi yıl 2012.Aylardan Eylül.Mehmet Rauf’un Eylül romanı gibi hazânı yaşıyorum.Bana mı öyle geldi, kestiremedim.İçimde ılık bir bahar esintisi gidip geliyor, bir de yorgun bir eylül hüznü.Bir o yana, bir bu yana yürüyoruz Van kalesinin eteklerinde. Ön yüzünde giriş bölümü.Urartular vesaireler.Tipik Van evleri yapılmış.Ziyaretçilere ve turistlere Van kültürünü tanıtmak için.Toprak damlı,balçık sıvalı,kışa meydan okuyacak biçimde inşa edilen Van evlerinin nümunelerini  seyrederken nice fırtınalara ,sarsıntılara, harplere, darbelere, katliamlara karşı direnmiş Vanlı insanın sembolünü aradım, yoktu ön yüzünde.Ama biliyordum ki vardı. 

Düşerken ”Eyvah davam !” dediği medresenin ve zikrini dinlediği horhor çeşmesinin bulunduğu bu sembol yine kendini gizlemeyi bilmişti.Van kalesinin anlaşılan iki yüzü vardı.Ön yüzü mülk cihetiydi halka bakıyordu.Arka yüzü melekut cihetiydi Hak’ka bakıyordu.Biz Hak’ka bakana yürüdük Urartulardan kalan kale taşlarından atlayarak.Horhor’un başında Azerbaycan’dan gelmiş çarşaflı nur bacılarımız ve onlara Risaleden "Henien leküm.Saidler, Hamzalar, Ömerler.Başınızı kaldırınız Sadakte deyiniz.Böyle demek boynunuza borç olsun"lu bahisler okuyan şerefli bir şakirt.”Sadakte üstadım” dedim içimden.Gayr-ı ihtiyari bir hüzün çöktü üstüme.Yıllar yıllar öncesindeki o şen şakrak ziyaretimle şimdiki ziyaretimi karşılaştırdım.İçimde bir gül yangını.Serinlemek için Horhor suyundan  bir daha kana kana içtim, bir daha abdest  aldım.Fakat hayır hararetim gitmedi. Kalenin Medrese tarafında bulunan minare boyundaki ağaçlar Yükselip yükselip kalenin yalçın kayalarına başlarını dayamışlardı yukarıdaki üstadımın medresesine sığınır gibi.Ben de bitik bedenimi, yangın yerine dönmüş yorgun başımı yaslıyorum.Alnımdaki ateşi soğutsun diye kalenin soğuk,serin tarihi yekpare taştan gövdesine,anamın kucağına sığınırcasına bastırıyorum başımı.Yalnız kalmak için uzaklaştığım gençler yanıma yanaşıyorlar geri dönüş için “Ben 33 sene önce geldiğimde..."diye hatıralarımı anlatamaya başlayacaktım ki yanımdaki genç mihmandarlarımız bana Horhor’un hikayesini,son şahitlerdeki  ibretli hatıraları anlatmaya başladılar.Sustum ve güldüm.Tarifi imkansız bir iç gülümsemesiyle güldüm.Mehmet Demir kardeş, topluca bir hatıra fotoğrafı çektirmeyi teklif etti. 

Poz verirken şair İsmet Özel’in"Celladıma gülümserken"dediği gibi celladıma acı ve buruk bir gülümsemeyle poz verdim. Yıllar  önceki pozlarım gençlik rehberini andırıyordu.Sonra 1980'lerde Kader-i ilahi Hastalar Risalesini  okuttu bol bol.Ve 2012 yılında şimdi verdiğim bu pozlarım acaba  İhtiyarlar  Risalesini mi okutuyordu.”Beni bu havalar mahvetti” diyen Orhan Veli gibi ben de “Beni bu hastalar risalesi ihya etti ve  buralara getirdi dedim kendi kendime..Vakit akşamdı ve namaz kılmak üzere ayrıldık celladımıza gülümsedikten sonra. 

Seyahatimiz boyunca ibade,iaşe, isale ve nakliyat işlerimizi yüklenen Said ağabey şehir içi turuna çıkardı bizi ertesi sabah.Cadde ve sokaklarda yer yer yıkılmış,yer yer silinmiş, yer yer deprem desteği için takviye edilmiş binaların suskun dillerinden dökülen virane hikayelerini dinledik.Zilzal suresi tenzil-i aşk etmişti yüzüne.Artık yeryüzü konuşuyordu,insanlar susuyordu.Yıkık ve çatlak binalar,yaralı kalpler konuşuyordu.Ve Hz.Ömer camisinde okunan ezan,Kur’an ve mevlid, acıları dindiren bir ninni gibi geldi Van’daki yıkık gönüllere..Yaşlı ama hala güzel insanlar için söylenen "Kubbesi gitmiş mihrab yerinde"  deyimi Hz.Ömer camisinde tersineydi.Minberi gitmiş ama kubbesi duruyordu.Duvarlarda çatlak deprem izleri.Mihrapta  ve  duvarlarda sarsıcı çini yaraları.Yaralarından çini akıyordu caminin. Çini parçaları hala inşaat artıkları  ve molozlar arasında avluda öylecene yatıyordu.Ezanı beklerken elime felsefe taşı gibi aldım bir çini parçasını. Bir süre desenlerini inceledikten sonra hatıra olarak cebime koyacaktım ama avluya doluşan kalabalıkların yanlış anlamasından korktum ve  aldığım yere bıraktım çini cenazesini. 

Ezan, çağrı, namaz huşu ve secde.Yapılan dualar, çekilen tesbihler yaraları sarıyordu şefkatli binlerce el gibi.Ve ben yolculuğa çıkıyordum caminin içindeyken.Uzun bir yolculuğa..Hayalim Erek dağının tepelerinde Üstadı aramaya koyuldu.”Üstadım niçindi bu zelzele ?” diye soruyordum ..Yıllarca mevlit okutulmadı diye mi?Yıllarca nur yolcuları bu yollarda görünmedi diye mi?Bir şefkat tokadı mıydı bütün bunlar?Senin en ümitsiz en olmaz şartlarda Keçekülahlılar diye maruf ve meşhur talebelerinle işgalci Ermeni ve Ruslara karşı verdiğin  mücahede gibi yıllar sonra başladığın manevi mücahedende nur yüzlü talebelerinin Van’ı ihmal etmesinden dolayı mı bu zelzele sarstı bizi?Eğer böyleyse bizi hoş gör, kusurumuza bakma üstadım!İhtilaflar, iftiraklar yaşandı diye mi bunları yaşadık?Nur çekilince zulmet gelir.Bu kardeş kavgası, bu Türk -Kürt kavgası nurun perdelenmesinden fırsat bularak mı gelişti ?Yalvarıyorum Rabbime.Allahım bizi bize düşürme.Kardeşi kardeşe kırdırmak isteyenlere fırsat verme. 

Bizi susuz, havasız , ezansız , kuransız bırakma Allahım!” diyen Şair Arif Nihat Asya gibi ben de yalvarıyorum bu duaaya ilaveler yaparak.Allahım bizi Mektubatsız, Muhakematsız, münazaratsız bırakma.bizi Sözlersiz, şualarsız,Lem'alarsız bırakma!.Ruslarla savaşırken,at sırtında hücum ederken, “Bu kafirlerin kurşanları bizi öldüremeyecek “derken İşaratül İ'cazı yazdıran Üstadımızın sekineti gibi bizlere sekinet ver.Kalplerime yeniden ülfet ver.Uhuvvet ve muhabbetimizi artır.Husumete husumet, adavete adavet edelim.Muhabbet fedaileri olan Nur talebelerini muhabbet havuzunda erit ya Rab.."diye dualar ediyorum. aminler ekleyerek.Mevlit bitiyor.Asil kalabalık bir biriyle kucaklaşıyor ayrı düşen çayların, ırmakların, nehirlerin birbirine kavuşup karışmaları gibi.Ve bir yağmur başlıyor.Çisl çisil bir yağmur.Kubbeleri.caddeleri,sokakları yıkıyor, temizliyor.Günahlarımızı silercesine.Başlarımızı okşuyor bir anne şefkatiyle.Ve güle güle dercesine yağmur hem üstümüze hem içimize yağıyor.Selamet ve rahmet üzerimize olsun niyetine dağılırken üç güzel adam bitiyor az ilerde.Suat Alkan ekolünden Edebiyat ve şiir aşıkları. Hep konuşan,şakıyan, yakışıklı yazıları gibi yakışıklı ve boylu boslu Caner Kutlu.Cahit Sıtkı’ yı andıran ama Orhan Veli gibi  hep suskun ve hep dinleyen Mustafa Oral Programcı Osman kardeş.Kır kahvesinde edebiyat sohbetleri yapan Y.Kemaller, Cahit Sıtkılar,OrhanVeliler,N.Fazıllar,Abasıyanıklar,Tanpınarlar gibi koyu bir sohbet yapıyoruz. 

Suat Alkan üstad, Paris’te sabah şiirinde geçtiği gibi yine Paris, Eiffel turunda olduğundan,”öksüren denizinden, Kekliği vurma beni vur” dizelerinden bahsediyoruz. Yine celladımıza  poz veriyoruz. Caner Kutlu’nun Risale Haber’deki pozu gibi bir pozum olmadı, diye hayıflanırken Osman kardeş deklanşöre peş peşe basarak uygun bir perspektif aramaya başlıyor.Koyu sohbetten doğrusun ne yedik ne içtik fark edemedim.Osman kardeşin içtiğimiz maden suyunun mideyi kabartmasından çok daha fazla gazla ene’mizi kabartan iltifatları her halde ayağımı yerden kesmiş olacak ki yemeklerin cinsini, cibilliyetini hatırlamıyorum bile. Akşam namazı,yemek ve M.a.ağabeyin mükellef sofra gibi ruh doyuran dersinden sonra yağmur yağmaya başıyor Edremit’ yakın, Van’ın sınır noktasındaki  dersanede.Ve elektirikler kesiliyor.Cep telefonları ışığında çay servisi başlıyor.Koca dersanenin salonları, koridorları tıklım tıklım dolu.O kalabalığa , o karanlıkta çay ikram etmek kahraman  ancak Van’lı kardeşlerimizin üstesinden geleceği bir fedakarlık ve misafirperverlik.Said ağabeye elekrikler gelsin diye cevşendeki “Yu nur’en-Nur.Ya münevvir’en-Nur“ bölümünü okumayı teklif ediyorum. Bir dakika sonra elektrikler geliyor.Fakat o da ne?İçtiğimiz çaylar kıpkırmızı değil sapsarı.Papatya çayı renginde.O kalabalığa, o karanlıkta meğerse bu, suyu bol ,demi kıt, iktisat risalesinden yanlış istihraçla  mülhem tasarruflu çaylar bizi kesmiyor.Geceyi geçireceğimiz başka bir dersaneye kapağı attığımızda geç saatte tekrar çay demleniyor Said ağabeyin marifetiyle.Çayları içip sabah namazında buluşmak üzere dingin bir uykunun kuytuluğuna çekiliyoruz. 

Sabah namazını kılıp gün doğmadan alacakaranlıkta Hizana gitmek üzere yola çıkıyoruz.Sırada Nurs mevlidi var.Yer yer  yapım çalışmaları var.Buna rağmen rahatça yol alıyoruz.Ve Hizan görünüyor tepelerin ardından,derin bir vadi içinde.Yemyeşil.Saklı cennet.Ama asıl saklı cennet az ilerde, Nurs köyünde.Dağlardan tepelerden aşarak,yamaçlardan geçerek, gevenleri, yeşil kavakları,dağ yemişlerini,yayılmış koyun sürülerini seyrederek tefekkür ve tezekkürle son 20. km.de bir köy bakkalının önünde kahvaltı yapıyoruz.Bakkalda ekmek yok.Bisküi, çay ve karpuzla bize ikramda bulunan Said ağabeyin ihlasından ve Mehmet Demir kardeşin lisan-i haliyle yaptığı niyazından mıdır nedirse biraz sonra yakın bir evden ekmek temin edecek bir  nur yüzlü genç geliyor yanımıza.”Nereden nereye?” sorusuna” Nurs köyüne, mevlide” cevabını alınca sofradaki nimet çeşitleri artıyor.Otlu peynir,tulum peyniri, organik salatalık,domates ve geven balı geliyor sofraya.”Buralar  söylendiği gibi değil Abartılıyor terör merör yok diyor.Kardeşiz diyor, yazıktır diyor.Biz de Bediüzzaman diyoruz,İslam kardeşliği diyoruz,muhabbet diyoruz.”Fırat’ın tatlılığı, Dicle’nin acılığına ; zındıkanın entrikalarına, fitne fesatçıların oyunlarına rağmen risale-i Nur sayesinde inşaallah bu gailenin biteceğine olan inancımızı paylaşıyoruz onlarla.Avrupa zalimleri,Asya münafıkları bu mazlum ve masum milleti daha fazla kandıramayacak “diyerek kucaklaşıp Nurs’a yöneliyoruz. 

En nihayet Nurs köyüne girdiğimizde hummalı bir hazırlık çalışması olduğunu görüyoruz.Bir yüzünde “Bediüzzamanın köyüne hoş geldiniz, öbür yüzünde “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı tardirde fani dürnyada bıraktığın eserlere de kıymet verme”vecizesinin yer aldığı serlevha abide gibi duruyor.İki dağ arasında yamaçlara kurulu Nurs köyü sakinleri olanca halimlikleri ve mütevazilikleriyle hoş âmedi yapıyorlar gelen misafirlere.Tokalaşmalardan sonra  Üstadımız gibi ellerini başlarına götürüyorlar.Huzur veren, dinlendiren bir sessizlik ve sükünet var köyde.Kartal yuvasını andıran evlere çıkan normal bir yol yok.Sarp ve dar geçitlerden, dik yokuşlardan tırmanarak kestirme bir yol bulup Übtadın doğduğu eve yönilyoruz.Şimdiye dek sadece Tarihçe-i Hayat’ta resimlerini gördüğüm evinin kapısındayız şimdi.Her ev gibi üstadın baba evi de siyah koyu gri ,yatay biçimde yassı taşlardan inşa edilmiş.Tavan ağaç kalaslarla desteklenmiş toprak damlı bir ev.Ne zaman inşa edilmiş belli değil ama üstadın bu evde doğuşundan bu yana 135 yıl geçmiş.Dar bir antre girişi gibi selamlık bölümünden geçip iki odalı bu eve girdiğimizde her taş, her direk bize hoş geldiniz diyordu sanki.İnsanı ürpertmesi, ürkütmesi gereken yüz otuz kusurluk evin içinde, sıcak bir yuva edası vardı.Müncaat’tan bir ders yapıldıktan sonra Sabri Okur kardeş evin hikayesini ,detaylarını anlattı.Bu mütevazilik,sadelik, iftikarlık dolu evde üstad dünyaya gözlerini açmıştı.Evin dip odasında yerde tandır vardı.Bu havalide olduğu gibi Nurs’a da ekmekler tandırda pişiriliyordu.Tandırın kapağını seyrederken gözlerimin önüne merhume Nuriye anacağın bir yandan tandırda ekmek pişirirken bir yandan da küçük Said’i belki bir beşikte belki kucağında sallayarak ninnilerle büyütmesi geldi. 

Belki abdest alıp emzirirken “Hasbi rabbi  cellalah, nur Muhammed sallallah.La ilahe illlah” diye ayaklarının üzerine yatırıp ilahilerle uyutmuştu bu tandırın yanı başında.Ve baba sofi Mirza’nın bağlardan, bahçelerden geçerken başkalarının ekininden bir yaprak dahi olsa yemesinler, midelerine bir haram lokma inmesin diye ineklerinin , öküzlerinin ağzını bağlamış halde eve dönüşü canlandı hayalimde.Takvanın , inceliğin, edebin, dikkatin, rikkatin bu derecesi hakikaten enderdi .Bedizzaman’ın enderliği bu enderliğin meyvesiydi bir bakıma.Allah Allah diyorum içimden ve hayalimde bu ebeveyne hitap ediyorum “Ey mübarek Nuriye ana,ey muttaki Safi Mirza baba!Siz nasıl bir anne ve babaydınız ki bu rikkati gösterebildiniz.Sizi evliya makamına çıkaran ve size Bediüzzaman gibi bir evladı  hediye eyleyen bu sırrın sırrı neydi ? Bu takva, bu inanç nasıl bir takva ve inanç ki sizlere bu inciyi teslim etti?Böyle anne -babadan böylesi bir evlat doğmuş.Bediüzzamana da böyle ana- baba nasip olmuş.İhtiyarî kaderle birlikte ızdırarî kaderin cilvesi işte.Birbiri içinde sır yumağı.Fihi ma fih gibi sır.Ey mübarek ebeveyn !Binler rahmet sizlere.Mekanınız cennet olsun diyorum .Ve kabirlerine gidiyoruz Yasinler, Fatihalar okumak üzere.Dualarını, müzaheretlerini diliyoruz yüce Rabbimizden.Onların yüzü suyu hürmetine iman ve Kur’an hizmetinde berdevam olmak için. 

Mevlidin okunacağı Nurs köyü camii külliye şeklinde inşa edilmiş.Pırıl pırıl bir cami.İçi çinilerle süslü.Üstad hazretlerinin gençlik yıllarında namaz kılıp ilim ve zikre daldığı mescidin hemen üzerinde inşa edilmiş.Mescid orijinal haliyle muhafaza edilmiş.Cami adeta o mescidi korumak için bir zırh ve hami görevini de ifa ediyor.Batı cephesinden küçük bir ahşap kapıyla giriliyor .Kıble tarafına yakın, yine batı’ya bakan minik bir penceresi var.Taş duvarlar, tahta direkler ve tahta kalaslarla tavanı çatılmış bir hücre aslında burası.Duvarlara ve tavana kuran ve zikir sesleriyle beraber idare lambalarının  isleri ve sisleri de sinmiş.Her şeyi aslî haliyle duruyor..Doğduğu evin kuzey duvarları hariç diğer aksamı restore edildiği halde bu mescid her haliyle yüz elli küsur yıl önceki haliyle duruyor.Üstad uzun kış gecelerinde burada kitap mütalaa etmiş,tesbihatla,namazla, tefekkürle meşgul olarak Yunus Emre’lerin, Ahmet Yesevi’lerin,Mevlana’ların daha yüzlerce evliyaullahın tekkelerinde  inzivaya çekilerek maveraî hallere mazhar oldukları çilehanelere benzer bir hücre-mescid karışımı bir mekan.Bu mescidin duvarları nelere şahit oldu Allah bilir.Yine Allah bilir ki bu köyün iki yamacı Bediüzzaman Said nursiyi  bir inci tanesi gibi saklamak ve yetiştirmek için istiridye kabuğu gibi bir birine kapanmışlar.Musa’yı korumak için sandıktan bir beşiğin nehre atılması gibi, Nurs köyü de Üstadı asrın Firavunlarından korumuş sonra onların kucağına göndermiş.O asırda Mucize-i İlahi olan Asa-yı Musa’ya mukabil , bir İhsan-ı İlahi olarak Üstadımıza yazdırılan Asa-yı Musa bu asırdaki tağutlaşmış fikir ve felsefeleri yıkacaktı. 

Namaz vakti yaklaşıyor.Nurs köyü sakinleri ev sahipliği için seferber olmuşlar.Sepetlerde, leğenlerde bezlere sarılmış sıcak tandır ekmekleri bir yerlerden bir yerlere köyün gençleri tarafından taşınıyor.Gelen misafirleri ağırlamak için. Ve camiye Fırıncı ağabeyle,Selahattin Akyıl ağabeyin geldiklerini görünce şaşırıyorum.Bu yaşta bu zahmetlere katlanmak, bu dik ve sarp yollardan geçerek yol da değil, patika da değil adeta su arkları boyunca  uzanıp giden keçi yolu diyebileceğim zahmetli geçitlerden geçip bizlere fedakarlık dersi veriyorlar.Ve namazdan sonra mevlid, dua.Namazda müzzinlik yapan yaşlı bir ağabey namaz tesbihatını koro halinde camideki  cemaate okutuyor.Caminin kubbesi ve nurs semaları “Ya cemilü Ya Allah, Ya karibi ya Allah” sadalarıyla çınlıyor.Dua ve aşir sırasında yine Van’da olduğu gibi bir yağmur yağıyor Nurs köyüne.Mis gibi bir toprak kokusu yayılıyor etrafa.Yapraklar yıkanıyor,dallar ıslanıyor.Kuşlar cıvıldıyor.Kendimi camiden dışarı atıyorum.Bu yağmurda ıslanmak için.Bu yağmur hiç dinmesin isteyecektim.Hep yağsın isteyecektim.Rahmete susayan dudaklara,rahmete acıkmış topraklara,rahmete muntazır yüreklere ve gözlere, gönüllere nurlu rahmet damlaları hep insin istiyordum. 

Nurslular, haydi yemeğe diyorlar misafirlere.Su kenarındaki toprak çıkıntıları üzerinde dikkatlice ve izdihamdan dolayı aheste aheste  yürüyerek gönlü bol ve cömert insanların mütevazi ikramlarından tadarak dönüş hazırlıkları yapmaya başlıyoruz.Gelecek sene inşallah yine buluşmak temennileriyle kucaklaşma, selamlaşma faslından sonra memlekete doğru yola koyuluyoruz.

Geldiğimiz yollardan yine aynı minval üzere hızla geçiyoruz.Nöbetleşe araba süren Said ağabey ve Mehmet kardeşleri canlandırmak için  Nurettin ağabeyle birlikte ilahiler ve marşlar faslını başlatıyoruz.Said ağabeyden rica minnet türküler söylemisini istiyoruz.Yeşil ördekli, allı turnalı türküleri yanık sesiyle söylüyor bizleri kırmayarak.Yolculuğumuz boyunca hem ruhumuzu hem karnımızı doyurdu Said ağabey.Biz O’na hep bilmediğimiz meselelere dair sorular sorduk.O da bize hep cevabını bilemediğimiz sorular sordu.Tefsir, hadis , musiki, edebiyat,sosyal ilişkiler,kıraat, plan, proje derken bindiğimiz araba dört tekerli 5 vitesli yürüyen değil adeta uçan bir dersaneye döndü.

Gecenin ilerleyen saatlerinde uyku bastırınca Sungur ağabeyin yolculuk esnasında tesbihat gibi saydığı “Biz Kur’anın hadimleri.Pür imanlı ve zindeyiz.” Marşını bağrı bağıra söylerek derelerden, tepelerden, vadilerden geçiyoruz.Sesimizin yankısı rüzgar gibi uçan arabanın camından gecenin karanlığına karışıyor.Ömrünü nur hizmetlerinde geçiren gönlü genç ihtiyar Nurettin Gürsoy ağabeyimiz “Biiiz hazretiii Kur’an ileeee” diye bizlere koro şefliği yaparken kocamış Akıncıları andırıyor.Gençliğini serhat boylarında fütuhat için geçirmiş ve bitirmiş ihtiyar akıncı beyleri gibi.Bir farkla ki gençliğimizde mevlitlere otobüslerle giderken , delikanlılığımızdan dolayı  yorulmadan şevkle söylediğimiz bu nur marşlarını şimdi uykumuz gelmesin diye,şoförlerimizi uyutmamak için söylüyorduk ..Yok yok benimki sadece bir kuruntu.İnanın aynı şevk ve iştiyakla haykırıyordu ağabeyimiz.

Ve gece yarısı üç günlük mevlit yolculuğumuz memlekete kavuşunca tatlı ,huzurlu, feyizli bir yorgunlukla son buluyordu.Allah bu mevlitleri tertipleyenlerden ve bu mevlide icabet edenlerden ebeden razı olsun.Selam ve dua ile….

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
10 Yorum