Üçüncü Söz üzerine izah denemeleri

İbadetin Yüksek Hakikatini Keşfetmek: Üçüncü Söz Üzerine İzah Denemeleri

Risale-i Nur’un Sözler eserinin Üçüncü Söz’ü için yaptığımız mütevazi izah çalışmamızdaki anlam bütünlüğünü koruyabilmek için, eserin metni ile izah metnini bir arada sunuyoruz:

ESERİN METNİ

Üçüncü Söz

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا [1]

İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet[2], ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle...

Bir vakit iki asker, uzak bir şehire gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler; tâ, yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: “Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî1 bir hıffet[3], yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddi hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlub edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur...

O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra şu bahtiyar nefer, sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. Nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir surette gider. Tâ, mahall-i maksuda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.

Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek[4] rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Tâ o matlub şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasib bir mükâfat görür.

İZAH METNİ

Uzun bir yola giden bir insanın iki temel şeye ihtiyacı olur: Güvenlik ve gıda. Yani yolda karşılaşılacak tehlikelerden korunma ve yol esnasındaki ihtiyaçlarını karşılayabilme.

Temsilde üzerimizde taşımamız gereken 2,5 kg.lık bir silah ve 5 kg.lık bir gıda çantası söz konusudur. Şimdi bu 7-8 kg.lık maddi ağırlığı uzun bir yolda taşımak, tamamen yüksüz gitmeye kıyasla elbette daha meşakkatlidir. Fakat bir parkta kısa bir gezinmeye ve keyfe değil, vahşi hayvanlarla dolu bir ormana uzun süreli gitmesi gereken hangi aklı başında insan; sırf rahatlık için, bu çanta ve silahı yanına almadan gider ki?

Ya da şöyle soralım: hangi aklını kaybetmiş insan, tehlikelerle dolu bir yolda yüksüz yolculuğun “rahatlık” olduğunu iddia edebilir ve bunu savunur?

Hâlbuki her an endişe içinde kalarak her şeyden korkmak ve aç kaldığı için herkesten yemek dilenmek “yalancı” bir rahatlık ve “gerçek” bir azaptır. Yoksa “gerçek” rahatlık, güvenle, korkusuzca ve kimseye muhtaç olmadan seyahat etmekte midir? Şimdi temsilin hakikatine geçiyoruz.

ESERİN METNİ

İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki: O iki yolcu; biri muti-i kanun-u İlahî, birisi de âsi ve hevaya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki; âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takva[5]dır. İbadetin çendan zahirî1 bir ağırlığı var. Fakat manasında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünkü âbid, namazında der: “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah.” Yani: “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar. Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar[6] görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad46 edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir.2 Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet, tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalpsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?” der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)

Evet insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde... Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde bir şey... Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belaları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Malûmdur ki: Zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir. Halbuki mes’elemiz olan ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise; -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediye helâketi bulunduğu; icma ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle sabittir. Ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır.

Elhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyle ise, biz daima:  اَلْحَمْدُ ِللَّهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْفِيقِ [7] demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.

İZAH METNİ

Temsildeki çanta ve silah, hakikatte nasıl ibadet ve takva oluyor?

Şöyle ki: Elimizde illa ki maddi anlamda bir gıda çantasının ve silahın bulunması gerekmiyor. Bizi korumaya ve karşılaştığımız tüm tehlikeleri ortadan kaldırmaya gücü ve tüm ihtiyaçlarımızı karşılamaya imkânları yeten birinin, gücünü bizim için kullanması ve imkânlarını bizim için seferber etmesi de aynı sonucu doğuracaktır.

Çok güçlü ve zengin birini düşünün. Bu kişi, gücünü ve zenginliğini ne gibi bir sebeple bizim için kullanır? Bizi severse ve yanında bir kıymet ifade ediyorsak değil mi? Ya da biz kendimizi O’na sevdirirsek ve yanında çok kıymet ifade edecek davranışlarda bulunursak.

Aynen bu basit misal gibi, her menfaat ve zarar elinde bulunan, kudret ve rahmetine nihayet bulunmayan Allah’a bizi sevdirecek ve katında bir kıymet ifade etmemize sebep olarak davranışlarda bulunursak, yani O’nun bu kâinatı yaratma maksadına uygun olarak, iman ve ibadetle O’nun emrine girsek, acaba kendi kudret ve rahmetini bizim için kullanmayacak mıdır?

Böylece O’nun sonsuz kudret ve rahmetine dayanmak, her ihtiyacımızı O’ndan istemek ve her zararlı şeyden kendisine sığınmak için elimizde makbul bir sebebimiz olmayacak mıdır? Evet, biz muhtacız, ihtiyaçlarımız sayısız. Biz aciziz, bize zarar veren şeyleri ortadan kaldırmaya iktidarımız yetmiyor. İsteklerimiz ve hayallerimizse, o kadar çok ve geniş ki, bunları kendi başımıza gerçekleştirebilmekten çok uzağız. İtiraf etmeliyiz: Allah’a ve O’na iman ve ibadet etmeye çok ihtiyacımız var!

Bir yolda, onda bir bile tehlike ihtimali olsa, tanımadığımız biri bu tehlikeyi haber verse, onu bırakıp zararsız diğer yoldan gideriz.

Hâlbuki meselemiz olan iman ve ibadet yolunda bir zarar ve tehlike olmamakla beraber, imanın ve ibadetin insana sunduğu manevi lezzetin ve güvenin, mutluluğun ve huzurun yanında, bu yolda gidersek ebedi bir hayat hazinesini de elde edeceğimizi; hayatlarında yalan söylememiş, insanlığın rehberi olmuş ve en güzel ahlaka sahip yüz binlerce peygamber haber veriyor, onların verdikleri aynı haberi maneviyat âlemindeki keşiflerine ve kalp gözleriyle gördüklerine dayanan milyonlarca evliya tasdik ediyor ve akıl ve delil ile hakikate yetişen ve imanın ve İslâmiyet’in doğruluğunu detaylı tetkik ve sorgulamalarıyla tahkik ederek kabul etmiş milyarlar adedince bilinçli inanan araştırıcı insanlar, aynı hakikatin doğruluğunu ve mükemmelliğini ilan ediyorlar.

Günahların ve gayr-ı meşru hayatın ise menfaatsiz, hatta dünyada bile çok zararları olduğunu, bu yolda gidenler başta kendileri itiraf ediyorlar.

Demek iki hayatın mutluluğunu, ancak iman ve ibadette bulabileceğimiz, kesin bir hakikat haline geliyor.


[1]  “Ey insanlar, ibadet ediniz.” Bakara Sûresi, 2:21.

[2] Fısk ve sefahet: Günah ve gayr- meşru keyif ve lezzetler. Hasaret ve helaket: Zarar ve mahvolma.

[3] Hıffet: Hafiflik. Adüvv: Düşman. Mîrî: Devlete ait. Nefer: Emir altındaki er. Muarrif: Tarif edici. Mahall-i maksud: Hedef yer.

[4] Havf etmek: korkmak. Matlub: İstenen, maksat olan.

[5]  Takva: Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uymak. Çendan: Gerçi. Hâlık: Yaratıcı. Rezzak: Rızık veren. Hakîm: Hikmetli.

[6] Müsahhar: Emrine, hizmetine verilmiş. Seyyiat: Kötülük. Cebanetin menbaı: Korkaklığın kaynağı. Münevver-ül kalb âbid: Kalbi aydınlanmış, nurlanmış kul. Fâsık feylesof: Günahkâr felsefeci. Fısk ve sefahet: Günah ve gayr-ı meşru eğlenceler. Şekavet-i ebediye helâketi: Mutluluğu sonsuza kadar kaybetme ve ebedî hüsrana uğrama tehlikesi. Elhasıl: Netice olarak.

[7]  Bize taat ve muvaffakiyet nasip eden Allah’a hamd olsun. (Taat: emirlere itaat edip, yasaklardan kaçınma)

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum