Üçüncü Said Dönemi

Bediüzzaman’ın Entelektüel Hayatı-14

1923-1949 yılları arasını kapsayan Yeni Said Dönemi pozitivist değerler üzerine kurulan anlayışa karşı iman hakikatlerinin neşri üzerine çalışmaların yoğunlaştığı, her türlü baskı, tehdit, işkence ve hapislere rağmen Risâle-i Nur’un telifinin gerçekleştirildiği dönemdir.

1949 yılının Eylül ayında Afyon hapishanesinden tahliye edilmesiyle birlikte Üçüncü Said dönemi başlar. Bu dönem din, siyaset ve devlet üçgenindeki algıya ve anlayışa işaret etmesi bakımından önemlidir. Zira bu dönemde ortaya konulan değerler ve prensipler kendisinin vefatından sonra yapılacak hizmetlerin yönünü ifade etmektedir.

Reis-i Cumhura ve Başvekile Medresetüzzehra Mektubu

Asya’yı bilhassa Doğuyu hakiki terakki ettirecek fen ve felsefenin tesirinden ziyade din hissidir. Dini değerleri zayıflayan Doğu halkını nizam altına almak zordur. Bu durum daha sonra telafisi mümkün olmayan zararlara yol açabilmektedir. İdris-i Bitlisi 450 yıl önce bu duruma dikkat çekmek için Yavuz Sultan Selim’e bir mektup gönderir.

Zamanın İdris-i Bitlisi’si Bediüzzaman da İdris-i Bitlisi gibi düşünmektedir. Şer odakları tarafından Doğuda nifak tohumlarının ekildiğini hissetmektedir. Cehalet sebebiyle, dinî duyguların zayıfladığını, bunun anarşistliği netice vereceğini, Devletin varlığı için büyük tehlike teşkil edeceğini görmektedir. Bunun için II. Abdülhamid’e, Sultan Reşad’a ve TBMM’ne bölgede bir üniversite açılmasını teklif eder. Ne var ki bu girişimlerden istenilen sonuç çıkmaz; Medresettüzzehra Üniversitesi kurulamaz.

Tarihler 28.04.1955’i gösterdiğinde Bediüzzaman tekrar harekete geçer. O günlerde Menderes Hükümetinin Pakistan, Irak ve Türkiye’den oluşan Birleşik İslâm Cumhuriyeti kurma projesi gündemdedir. Bu çerçevede Doğuda bir Üniversite açılması düşünülmektedir. Haberi alan Bediüzzaman Reis-i Cumhura ve Başvekile hitaben mektup bir yazar.

Bütün maksadının ve düşüncelerinin fihristesi olan bu mektup, onun nasıl bir tasavvura sahip olduğunu apaçık göstermektedir.

Bediüzzaman mektubunda, Birleşik İslâm Cumhuriyetleri kurma projesini tebrik eder. Doğu Anadolu’da ve İslam dünyasında meydana gelen hâdiselere vurgu yapar. Tedbir alınmazsa Devleti çok büyük tehlikelerin beklediğini ve bunu önlemenin tek çaresinin İslâm kardeşliğine sarılmak olduğunu ifade eder. Belirtileri görülen Kürtçülük hareketlerine karşı alınması gereken tedbirleri hatırlatır:

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, bir kaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare, garip, ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârane ittifakını bu millete kemâl-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah dört yüz milyon İslâm’ın sulh-ı umumisine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’i bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Sâniyen: Irkçılık fikri, Emeviler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında kulüpler suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumide yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfi hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtriyesi olduğu halde, evvela başta Türk Milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş; kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir.Hatta Müslüman olmayan kısmı Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Arapçılık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mecz olmuş ve olmak lâzımdır. Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azimedir. Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek. Ve dört beş milyon ırkçıların yerine dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.

Sâlisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nazırı, Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu, İslâmların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle iki dehşetli ifsat komitesi bu biçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeğe çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bu cereyana karşı Kur’ân’ıHakimden istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol, bir de pek büyük bir Darü’l-fünun-ı İslâmiyye tasavvuru ile altmış beş senedir âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyyemizi de istibdâd-ı mutlaktan ve dalâletin felâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeğe iki vesileyi bulduk.

İKİNCİ VESİLESİ: Altmış beş sene evvel Câmi’ülEzhere gitmek istiyordum. Alem-i İslâmın medresesidir diye ben de o mübarek medresede bir ders alayım niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmet ile bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi’ül-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya, Afrika’dan ne kadar büyükse daha büyük bir Dar’ül-fünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Ta ki: İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki ayrı ayrı milletleri menfi ırkçılık ifsad etmesin... Hakikî müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “İnnemelmü’minûneİhvetün” Kurân’ın bir kanun-ı esasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-ı diniye birbirleriyle barışsın. Ve Avrupa medeniyeti İslâmiyet hakaikî ile tam müsalâha etsin ve Anadolu’daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilâyet-i şarkiyenin merkezinde, hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medreset’üz-Zehra mânâsındaCami’ül-Ezheruslûbunda bir dar’ül-fünun, hem mekteb hem medrese olarak bir üniversite için tam elli beş senedir çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşat takdir edip yalnız binasını yapmak için 20.000 altun lira verdiği gibi; sonra ben eski Harb-i Umumi’deki esaretimden döndüğüm vakit Ankara’da, mevcut iki yüz meb’usdan yüz altmış üç meb’usun imzası ile 150.000 lira o zaman paranın kıymetli vaktinde aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemâl de içinde idi. Demek şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle ta o zamanda böyle kıymettar bir üniversitenin te’sisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anâttantecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan bir ikisi dediler ki: Biz şimdi ulam-u an’ane ve ulûm-ı diniyyeden ziyade garplılaşmağa ve medeniyete muhtacız. Ben de cevaben dedim:

Siz farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser Enbiya’nın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın, feylesofların garpta gelmelerinin delâleti ile Asya’yı hakiki terakki ettirecek fen ve felsefenin tesiratından ziyade, hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namı ile an’ane-i İslâmiye’yi bıraksanız ve lâdini bir esas yapsanız dahi, dört be büyük milletlerin merkezinde olan vilâyât-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet’in hakaikine katiyyen taraftar olmak size lâzım ve elzemdir. Binler misâllerinden bir küçük misâl size söyliyeceğim:

Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler, sen onlara ne nazarla bakıyorsun?”

Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü fasık bir kardaşıma tercih ediyorum. Belki, babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.”

Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette iken İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksül-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fasık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey suâl soran meb’uslar: Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardaş ve birbirine muhtaç olan bu kardaşlara bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dîni mi daha lâzım? Veyahut o milletleri kaçıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-i felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.

İşte bu cevabımdan sonra an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini taşıyanlar kalktılar, imza attılar. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını af etsin. Şimdi vefat etmişler.

Râbian: Madem Reis-i Cumhur, gayet mühim mesail-i siyasiyye içinde Şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes’ele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye eski hocalık hissiyatı ile başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-ı umumînin temel taşı ve birinci kal’a olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azime-i siyasiye içinde‚ yeniden nazara alması, elbette bu vatana, bu devlete, bu millete, bu azim faydalı hizmeti netice verecek.

Ulûm-i diniyye o üniversitede esas olacak. Çünkü: Hariçteki kuvvet, tahribat-ı manevîdir: İmansızlıktır. 0 manevî tahribata karşı atom bombası ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Madem elli beş sene bu mes’eleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu mes’eledere’yini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken Amerika’da, Avrupa’da ve bu mes’eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes’elede söz söylemeğe hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bu millet namına sizden bekliyoruz.

Hasta halimde konuştuğum sözlerimdeki tâbirattan kusura bakmayınız.

Said Nursi

Medresetüzzehra’nın Vazifelerini  Kısmen Deruhte Eden Doğu Üniversiteleri

Bediüzzaman’ın 60 yıl önce yaptığı Doğuda Üniversite kurma teklifi onun istediği düzeyde karşılık bulamasa da, zamanla Doğu şehirlerinde açılan Üniversitelerle maksadın kısmen gerçekleştiği söylenebilir. Ülkemizin Batı şehirlerinden gelen öğrencilerin Doğu kültürünün farkına vararak Bölge halkıyla kaynaşması birlik ve beraberliğin tesisini ve ülkenin toprak bütünlüğünün korunması fikrini güçlendirmiştir. Öte yandan İslam dünyasından gelen öğrencilerle de İslam birliğinin muhafazasının ve güçlendirilmesinin yolu açılmıştır.   

Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı

Isparta’da “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” isimli otobiyografik çalışma, talebeleri tarafından kaleme alınır ve bizzat Üstad tarafından kontrol edildikten sonra, gerekli düzeltmeler yapılarak Risale-i Nur Külliyatına dâhil edilir.

Bediüzzaman 3 Ocak 1960 günü Ankara’ya gelir. “Vasiyetnamem hükmündedir” dediği son dersinde Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem), sahabelerin ve kendi  hayatından örnekler vererek talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet hareket etmelerini, iman hizmetine ihlâsla devam ederek asayişi muhafaza etmelerini tavsiye eder. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum