Turabi ve siyaset

Aklın devre dışı bırakıldığı nakil insanı hurafeye götürebilir. Hurafenin panzehiri akıldır. Lakin tek başına akıl da çoraklaşmaya götürür.  Akıl ve nakil alanları birleştiğinde kemal ve tekamül meydana gelir.  Ruh beden bütünlüğü gibi, insanin manevi alemiyle fiziki alemi ve ruhi alemiyle akli alemi arasında köprüler kurulmalıdır. Bu köprüler ve damarlar arasında tıkanma olursa manevi sağlık da yitirilir ve kaybolur. 

Bu denge meselesine işaret edenlerden birisi Bediüzzaman’dır.  Kalbin en önemli görevi inanmaktır. Bu manevî gözün ziyası ise hak dindir. Kalp ancak böylece gerçek imana erer. Akıl ise anlama aletidir. Kâinattaki mânâları ve hikmetleri keşfetmeye çalışmak aklın görevidir. Bu yönüyle bütün fen ilimleri aklın gıdasıdır. Ama bu akıl, bu kâinat kitabına, bu sonsuz mânâları kimin yerleştirdiğini bilmek istediğinde kalbin ziyasına muhtaç olur. Ona ancak dinî ilimlerle aydınlanmış bir kalp öncülük edebilir, yol gösterebilir. ‘Ziya-yı kalb’ ve ‘nur-u fikir’den kastedilen manalar şu cümlelerle açıkça ortaya konuluyor: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.”  Ayrılmaları hastalık tevlit eder. Dini ilimlerin tek başına kalmalarından taassup ve akli ilimlerin tek başına kalmasından da şüphe doğar. (Münazarat).

Gazali’ye göre, fıkıh dünyevi ilimlerdendir. Tasavvuf ise uhrevi ilimdir. Belki İmam-ı Malik’ten rivayet edilen şu sözü de bu bağlamda anlamamız gerekmektedir:”  Tasavvufsuz (kalpsiz) fıkıh fısk ve fıkıhsız tasavvuf ise zındıka (kuraldan kopukluk) üretir.” Bu manada tasavvuf İslam içinde İseviyet (kalp, batini fıkıh) damarını temsil ederken fıkıh ve şeriat ise (zahiri) Museviyet damarını temsil etmektedir. Hazreti Ömer de bu meseleye şöyle temas etmiştir: ”İki kişi belimi kırdı. Birincisi, cahil abid (abidun mütenessik) diğeri de şeriatın estarını ve perdesini yırtan amelsiz alimdir (alimun mütehettik).” ‘Yırtık rahibe’ misali yırtık alim!

Hayatta her şey denge üzerine kuruludur. Bu denge ikilemleri ve üçlemleri tevhit potasında eritir. Bediüzzaman’ın aslında ziya-i kalp ve nur-u fikirle alakalı olarak söylediği tespiti bir biçimde Ziya ul Hak da yapmıştır. Ondan menkul bir söz şudur: Pakistan’da kadim medreselerle İngilizlerden kalma okullar arasındaki mesafe ve insicamsızlık belimi büktü. Ziya ul Hak’ın şikayet ettiği esasında kadim ile cedit arasındaki şizofrenik ve kategorik ayrımdır. Hindistan’da Diobend ile Aligarh ekolü kadim ve cedit ekolleri temsil ederler. Nedvetü’l Ulema ise iki tarzı kendinde cem eden sofistike bir ilim yuvasıdır, ocağıdır. Kadim cedit ikilemini ancak sofistike yöntemlerle aşabiliriz. Bediüzzaman’ın esasında Medresetü’z Zehra projesi ve modeli bugün tam olarak Ezher’le temsil edilmeyip Nedvetü’l ulema modeli ile temsil edilmektedir. Bu model modernizm ile otantiklik arasında geçişliliği esas almaktadır.  Vasatiyeti (dengeyi) yakalamak kolay değildir, bıçak sırtıdır ama doğru denklemi temsil etmektedir.

Bir yazımda, Sudanlı Hasan Turabi’nin yaşadığı eksiğe ve ikileme temas etmiştim. Turabi fikir açısından harika bir şahsiyettir. Lakin sülükünde (manevi tezkiye) sorun/kusur vardır ve ruhi bir terbiyeden geçmemiştir.  Bundan dolayı onu tanıyanlar Turabi mesleğinin tıkanma noktası olarak buna işaret etmektedirler. Fikir yetmez ruhi terbiye de gerekmektedir. Lakin buna mukabil ilimsiz veya fikirsiz ruhi terbiye de eksiktir. Akıl nakil beraberliği gibi fikir ve ahlak ve ruhi kemal beraberliği de yaşanmalıdır.

Dolayısıyla alanları ihmal etmek dengesizlik ve indirgemeciliktir. Bu açıdan sadece siyaset ayağı üzerinden gidenler başarılı olsalar da başarılarını kalıcı hale getirememiş ve perçinleyememişlerdir. Bunlardan birisi siyasetin aktörlerinden olduğu halde zamanla mağdurlarından birisi haline gelen Tuabi’dir.  Zekası ve kurnazlığı anlamında aklı ona yetmemiştir.  Sultanu’l ulema’nın veya oğlu Mevlana’nın aynı bağlamda Fahreddin-i Razi’yi eleştirdiği ileri sürülür. Elbette Haşeviyye, Selefiyye gibi aklı nasla mezcetmeyenler belirli bir süre sonra tıkanırlar. Ama tersinden denge kuramayanlar da tıkanırlar.  Mutezile gibi.
Siyasetin alanı dar, dinin alanı geniştir. Siyasetin dar alanıyla dinin geniş alanını kapatmak isteyenler indirgemecilik üzerinden yanlış yaparlar. Bazı ekoller ve isimler- ki, Fehmi Şinnavi bunların en belirginlerinden birisidir- böyle yapmaktadırlar. Siyasal İslam da geniş fezadan kopuk indirgemeci bir meslektir. Bu dinde siyasetin yeri olmadığı anlamına gelmez. Lakin İslami siyasetin olmadığı dönemlerde de Müslümanların dinsiz yaşadıkları söylenemez. Bunu ancak dört terimin anlaşılmadığı devirlerde İslam’ın da anlaşılmadığını savunan Mevdudi gibi zevat kısmen iddia etmiştir.

Elbette Asrı saadetten sonra kitap ile siyasetin yolları ayrılmıştır. Ya da birbirinden uzaklaşmışlardır. Lakin Ömer Bin Abdulaziz devresinde olduğu gibi yeniden bir araya geldiği ve buluştuğu devreler de vardır. Bununla birlikte, her zaman dinle siyaset at başı gitmediği için siyaset ikinci üçüncü derecededir. Bediüzzaman’a göre, din siyasete alet edilmez ama siyaset dine alet edilebilir. Buna göre siyaset secde içindir. Lakin tam tersini savunan Fehmi Şinnavi bütün ibadetlerin siyaset için olduğunu söyleyebilmiştir. Bu da Umberto Eco’nun yazdığı gibi, bağlamını zorlayan aşırı bir yorum alanına girer.   

Son sıralarda din ile siyasetin ilişkilerini doğru bir biçimde kurmak isteyenlerin sayısında artış var. Muhammed Abduh’dan sonra Bediüzzaman da  şeytandan ve (şeytana bağlı) siyasetten Allah’a sığınmıştır. Suudlu davetçilerden Aiz el Karni de Bediüzzaman ve Muhammed Abduh’un mesleğini benimsediğini söylemiştir. Günümüzde siyasetin merkezine girdikten sonra itilip kakılan Turabi de neredeyse aynı noktaya gelmiştir. Son hapishane çıkışında siyasete mesafesini ifade etmek için olsa gerek şöyle söylemiştir: Ed dinu ahledu minassiyaseti ve avaridiha ve tavariiha/ Din siyasetten ve türevlerinden daha kalıcıdır. Bu aynı zamanda Mevdudi ve ekolünden ayrılan Ebu’l Hasan en Nedevi gibilerin söyledikleriyle birebir örtüşmektedir. Karadavi’nin de siyasette ifrat ettiklerine dair geçmişte İhvan’ı eleştiren konuşmaları olmuştur. Elbette Karadavi’nin Hasan el Benna muhabbeti aynen devam eder ve sarsılmaz (vefa da bunu gerektirir) ama yine de öncelikler meselesinde siyaset lehinde bir kayma olduğuna da temas eder. Hakkaniyet bunu gerektirir.

Hakikat sevgi ve nefret alanını aşar. Turabi, belki de çok gecikmeli bir biçimde siyasetin Allah rızası ve takvaya bağlı olarak yürümesi gerektiğini söylemiştir. Bu bağlamda, Bediüzzaman çıkar üzerine kurulu siyasetin canavarlık olduğuna temas etmişti.  Çünkü İslam’ın yasak ettiği cidali de beraberinde getirir. Halbuki, İslam’da cidal değil teavün ve tearüf esastır. Siyaseten bunalan ve ülkeyi bölünmenin eşiğine getirdiğini ileri sürdüğü siyasetten teberri eden Turabi, ülkenin birliği ve beraberliği korumak için sufileri göreve çağırır ve onlara sığınır (http://www.alquds.co.uk/index.asp?fname=today 08qpt944.htm&arc=data 201155-088qpt944.htm). Daha doğrusu siyaset karşısında İslam’ın manevi ve kalıcı alanını görür.  İşte bu daha önce Turabi’yi ruhi eğitimini tamamlamamış diyenleri doğrulayan bir gelişmedir.

Ruhi terbiyesini tamamlamayan fikirler ve mütefekkirler ne kadar yüksek seviyede olursa olsun yıkıcıdır. Bunun için manevi yönü bulunmayan karizmalar hepten yıkıcıdır. Elbette tasavvufun da kendisine göre hastalıkları var. Fıkıhla dengelendiğinde bu hastalıklardan beri olur ve siyasetin de şifa kaynağı olur.  Evet, İslami kesimler çok ağır bedeller ödedikten sonra orta yola geliyorlar. Lakin bu kayıpları telafi edebilir mi? İnşaallah demekten başka elimizde bir sermaye yok.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum