Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Titanik battı, filikalara binenler kaçtı!

Tarihte Titanic olarak bilinen transatlantik yolcu geminin yapımına 31 Mart 1909'da başlanmış ve üzerinde 26 ay boyunca 11 bin 300 kişi çalışmıştı. Tam kapasitesi 3 bin 547 kişi idi ve ilk seferine İngiltere'nin Southampten limanından çıkarak New York City’e doğru 10 Nisan 1912'de hareket etmişti. Titanic yolcuları ve mürettebatı ile birlikte 2 bin 228 kişi idi, yoldan yeni yolcular da alacaktı.

Lüks, zenginlik ve ihtişam konusunda tüm rakiplerinin üzerindeydi. Yapımında zamanın mevcut olan en ileri teknolojileri kullanılmıştı. Birçok insan tarafından "batmaz gemi" olduğuna inanılıyordu. Bu derece ileri teknoloji ve eğitimli mürettebata rağmen batması birçok insanı şoke etmişti. Bir buzdağına çarpmış ve sonunda batmıştı.

Titanic gemisinin serüvenini niçin anlattım? Günümüzdeki toplumumuzu derinden yaralayan en önemli siyasal bir olayla benzeştiği için. Nedir o olay? İlk çıkış amacı dine hizmet, kendini “Hizmet hareketi” diye isimlendirdi, 40 yıldan fazla süregeldi ama sonra önce “Paralel yapılanma” sonra da terör örgütü FETÖ’ne evrildi ve darbe yapmaya kalktı. Milletin hayatını hiçe sayıp sokağa çıktı, karşı koydu ve ihtilal teşebbüsü hezimete uğradı. FETÖ’cülerin kendilerine bir şey olmayacağına olan müthiş özgüvenleri yerle bir oldu, itibarları, onurları, ticari hayatları veya memuriyetleri kaybedildi.  Bu süreç batmaz denilen Titanic’in o müthiş batışına ne kadar çok da benziyor.

Bu hareket şimdi anlaşıldı ki müthiş bir takiyyecilik imiş, yani asıl maksadını çok uzun süre gizleyen, olduğu gibi görünmeyen, uzun soluklu, hesaplı, planlı, sabırlı, içerdeki insanları kendine tam bir itaatle bağlayan ama hiç sorgulatmayan bir hareket. Ve de en önemlisi dışgüçlerin ortak aklıyla oluşturulan bir başkaldırının hikayesidir bu hareket. Maalesef kendilerine inananları, onları seven bütün siyasileri, devlet adamlarını, işadamlarını, öğrencileri ve hatta diğer dini cemaatleri bile topyekun aldatmış ve sonu millete ihanetle bitmiş bir harekettir bu hareket.

Bugünlere nasıl gelindiğini anlamak için Türkiye’nin yakın siyasi tarihine bakmak, milletin seçtiklerine reva görülen hareketleri iyi analiz etmek gerekiyor. Devlet kademelerindeki kadrolara bu kadar kolay yerleştirilmelerin arkasındaki sebeplere bakıldığında, bunun köklerinin geçmişte yaşanmış bir sürü hukuk dışı olaylara, millet üzerinde kurulan baskı ve vesayetlerden kurtulma arzularından kaynaklandığı görülecektir.

Ülkemizdeki seçkinci ve laik kesim tarafından yıllarca hep ötekileştirilen, hor görülen, iktidar olmasına sıcak bakılmayan, oyları çeşitli partilere böldürülen milliyetçi-muhafazakar kesimin yaşadıklarını iyi anlamak gerekiyor ki FETÖ’cülerin kadrolara neden bu kadar çok dolduruldukları anlaşılabilsin. Çünkü hükümet, ülkeyi idare edecek iyi kadrolara sahip olursa başarılı bir yönetim sergiler, kadrosu yoksa iktidar olsa bile muktedir olamaz.

Bu ülkede milletin üzerinde Cumhuriyetle beraber bir vesayet sisteminin de kurulduğunu, çoğulcu demokratik sistem yerine tek partili otoriter bir rejimle idare edildiğini herkes biliyor. Ülkemiz 1946 yılına kadar ne yazık ki tek parti ile idare edildi, halkın iktidarı değiştirmesi ancak 1950 seçimleriyle mümkün oldu. Bu sefer de ihtilaller ve muhtıralar dönemi başladı. Askeri vesayet eskisi gibi devam etmek arzusundan hiç vazgeçmedi. Önce Üniversite öğrencilerine yürüyüşler yaptırıldı, basın ve anamuhalefet partisi onları destekledi ve sonunda Ordu-CHP işbirliğiyle 1960 ihtilali ile halkın seçtiklerini iktidardan indirdi. Siyasal iktidar Yassıada’da hukuk dışı yargılandı ve peşinen verilmiş mahkumiyet karaları sonucu, Başbakan ve 2 Bakan idam, diğerleri hapse mahkum edildi.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ülkede hep sorunlu olmuş, uzun yıllar askerlerin istediği adaylar o makama seçtirilmiştir. Başka adaylar ortaya çıktığında ise zorlamalar ve tehditler başlamıştır. Mesela 1961 yılında bağımsız senatör olarak Parlamentoya giren Ali Fuat Başgil’in Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmemesi için yoğun baskılar, tehditler olmuş, zorla yurtdışına gönderilmiş ve sonunda CHP nin adayı Cemal Gürsel seçtirilmiştir

1963 seçimlerinde iktidar, halkın oylarıyla askerlerle işbirliği yapan CHP hükümetinden geri alınır ve Adalet Partisine teslim edilir. CHP, askerlerin ihtilal yaparak kendilerine verdiği iktidarı seçim olunca yine kaybeder ve muhalefete düşer. Ancak aynı senaryolar, askeri vesayetin istediği olana veya yeni bir ihtilal ile seçimle gelen iktidarı indirene kadar devam edecektir.

1968 yılında üniversitelerde solcu-sağcı öğrenci olayları, çatışma, yürüyüş, boykotlar, yıllarca devam edecek başörtü meselesi ve fabrikalarda grevler başlatılır. Bir ihtilalin olabilmesi için önce zemin hazırlanmalıdır. Çeşitli muhalif yollarıyla iktidar aralıksız hırpalanmalıdır. Güçsüz bir hükümet için aynı tabana hitap eden çeşitli partiler olmalı, oylar bölünmeli,  asayiş bozulmalı ve huzur kaçırılmalıdır. Güçlü hükümetler yerine koalisyonlar olmalıdır ki askeri vesayet kolay olsun. Hükümetler, sonunda sıkıyönetim ilan edilmek zorunda bırakılmalıdır. Bunlar psikolojik harp taktikleridir. Sonunda birileri kurtarıcı olarak ortaya çıkar, milleti kurtarır ve iktidarı ele geçirir. Seçime gidilince halk yine onların arzuladığı partilere oy vermez ise oyun yine değişmez, yeni senaryolar, yeni figüranlarla yola devam edilir ta ki istedikleri olsun.

12 Mart 1971 muhtırası ülkede büyük siyasi hayatta çalkantılara neden oldu. 1973 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerine askerler yine müdahale ettiler, Genel Kurmay başkanı Faruk Gürler istifa etti, bir gecede kontenjan senatörü olarak atandı ve Cumhurbaşkanı adayı oldu, fakat Meclisin askerlerce doldurulmasına rağmen iktidar ve muhalefetin manevrasıyla seçtirilmedi.

Cumhurbaşkanlığı makamı, Anayasa mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay askeri vesayetin 3 önemli ayağıdır. Bu makamlara, Rektörlüğe ve Valiliğe atamalar Cumhurbaşkanından geçtiği için bu makam çok önemlidir.

1969 seçimlerinde bağımsız olarak parlamentoya giren Erbakan ve arkadaşları tarafından 1970 yılında Milli Nizam Partisi (MNP) kuruldu. Ancak 20 Mayıs 1971 de Anayasa mahkemesince kapatılınca 11 Ekim 1972'de, Millî Selamet Partisi (MSP) kuruldu ama o da 1980 darbesiyle kapatıldı.

1977 de Taksimdeki 1 Mayıs kanlı Pazar olayları, 34 işçinin açılan ateşle öldürülmeleri, 29 Mayısta Ecevit’e İzmir’de suikast teşebbüsü o günlerde kimse fark etmese de yeni bir ihtilalin alt yapısını oluşturuyordu. 1974-1980 arasında ülkemizdeki solcu-sağcı çatışmalarında toplam 5.388 kişi öldürülmüştü. İhtilalin ayak sesleri artık çok yakından duyulmaktaydı.

12 Eylül 1980’de yine bir ihtilal ile halkın seçtiği iktidar indirilir, vesayeti devam ettirmek için solcu-sağcı siyasetçiler gözetim altına alınır. Yeniden serbest seçimlere gidileceğinde istemedikleri kurucu adaylar da veto edilir. Askerlerin belirlediği iktidar partisi MDP ve muhalefet partisi HP’dir. Bunların dışında bir de Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi vardır ki ona şans verilmez ama ANAP halkın oylarıyla 1983 seçimlerini kazanır ve Özal başbakan olur. Hesap yine tutmamış, millet vesayet partilerine geçit vermemiş,  oylarıyla istediği ve güvendiği partiyi başa getirmiştir.

MSP nin kapatılmasından sonra 1983 yılında Refah Partisi (RP) adıyla yeni bir parti daha kurulur. 1998 yılında o da Anayasa mahkemesince kapatıldı.

28 Şubat 1997’de askerler yine iktidara müdahale ederler, hükümet el değiştirir, o dönem koalisyon başbakanı olan Erbakan başbakanlıktan indirilir ve vesayet altına girmeye gönüllü siyasetçiler iş başına getirilir.

Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye başkanı iken okuduğu bir şiir yüzünden 1999 da 4 ay hapse girer.

2001 yılın gelindiğinde Erbakan ekolü Saadet Partisi’ni (SP) kurar ama artık o ekolden ayrılan Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve arkadaşları da  AK parti adıyla yeni bir parti kurarlar. 2002’de seçime gidilir, Erdoğan genel başkandır ama siyasi yasağı nedeniyle seçimleri kazanmasına rağmen başbakan olamaz, yerine Abdullah Gül başbakan olur. Bu anormal durumu ortadan kaldırmak için daha sonra yasa değiştirilir, ara seçim yapılır, Recep Tayyip Erdoğan milletvekili seçilir ve 14 Mart 2003’te başbakanlığı devralır.

Şimdi yakın siyasal gelişmeler böyle devam ederken biraz ara verelim ve gelelim Gülen hareketinin nasıl doğup nasıl geliştiğine, AK Parti ile yollarının kesişmesine ve ilişkilerine, hizmet hareketinden terör örgütüne nasıl dönüştüğüne ve 15 Temmuz darbesiyle son bulan bu hareketin hazinane haline…

F.Gülen bir imam olarak görev yaparken 1960’lı yıllarda İzmir’de Nurcularla tanışır, onların arasına katılır, sohbet toplantıları yapar, çeşitli yerlerde vaazlar verir ve yazın gençlik kampları kurar. Ancak F.Gülen, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra “irtica propagandası” yaptığı gerekçesiyle 6 ay tutuklu kalır. Yargılandığı davada 3 yıl hapse mahkûm olur ve bu ceza Askeri Yargıtay’ca da 1973’te onanır. Ancak 1974’te çıkan Af Kanunu ile davanın düşürülmesine karar verilir. 54 sanıklı bu davada, kendisi ve kendisine bağlı bulunan birkaç kişi dışında yargılanan tüm sanıklar Nurcu olduklarını kabul ederken, Gülen bunu inkâr etti. Gülen nurcu olmadığını ilerde bir kez daha söyleyecektir. O da 2000 yılındaki 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesinde (DGM) avukatı aracılığıyla gönderdiği şu ifadeyle anlatmıştır. “Müslüman olmak dışında Nurculuk, vb. hiçbir akıma mensup değilim. Şimdiye kadar ‘ci, cu’ gibi değerlendirmelerin ayrımcılık manasına geldiğini, bu bakımdan Müslüman olmak dışında hiçbir akıma mensup bulunmadığımı ve dolayısıyla Nurcu olmadığımı defalarca belirttim.”

F.Gülen Nurculuk hareketinden önce faydalanmak ister ama buna imkan bulamayacağını anlayınca kendi hizmet anlayışını kurup işe koyulur ve yıllarca “altın nesil(!)” yetiştirme adına hareket ettiğini iddia eder, çevresini de inandırır. Diğer dini cemaatlerden farklı olarak “zengin iş adamlarını” çevresinde toplamaya ve onları himmet adı altında yardım etmeye yönlendirir. Aynı zamanda ülkedeki siyasal partilerle ilişki kurar, iktidarlarla daha yakın ilişkiler kurmakla beraber muhalefeti de asla ihmal etmez. Erbakan hariç, Demirel, Ecevit, Özal ve Erdoğan ile ilişkilerini hep sıcak tutar. Erbakan ekibiyle aralarında hep mesafe olmuştur.

1979 yılında Sızıntı dergisi, 1986 yılında Zaman gazetesi, 1993’de Samanyolu TV’yi, 1994’te Aksiyon dergisi ve daha sonra diğerlerini kurdurarak basın yayın hayatına da el atarlar. 1994’te Gazeteciler ve yazarlar vakfını kurdurur.

Devlet kadrolarına kendine bağlı insanların yerleştirilmesine çok önem verir. Özellikle onları askeriye, emniyet ve adaletteki kadrolara yerleştirmeğe özen gösterir. Bu elemanları seçerken testler yaptırarak fakir fakat zeki öğrencileri seçer. Bunlar geleceğin subayı, emniyet müdürü, hakimi,  savcısı, Yargıtay ve Danıştay üyeleri olacak şekilde hazırlanır. Diğer önemli kamu görevleri ile öğretmenler, doktorlar da bu halkanın diğer elemanları olarak yetiştirilir.

Etkilediği zengin iş adamlarına yurt içinde ve dışında özel okullar, yurtlar ve dersaneler açtırır. Yurtdışında orada okuyan öğrencilerden seçilmiş bir grubu Türkiye’ye getirterek “Türkçe Olimpiyatları” düzenletir. Bunların ilki 2003 yılında başlar, 2012 de  ise 10.su yapılır, sonra işler karışır.

2000’li yıllarda “Kimse yok mu derneği”ni kurdurarak insani yardım adı altında yardımlar toplatır, vekaletle kurban kesimi için(!) paralar alınır.

Özellikle 2002’de AK Parti’nin iktidarı devralması ve bundan sonraki seçimleri de hep kazanması nedeniyle devlette yapılanmaları bu iktidar zamanında en üst düzeyde olur, adalet, emniyet ve askeriyede ağırlıklı görevlere getirilirler. Askeri vesayetlerden, Anayasa mahkemesi eliyle geçmişte parti kapatmalarından bıkmış olan AK Parti için hizmet hareketinin mensupları sanki birer can simidi olur.

Bu ülkede 2003 yılında Gülen hareketinin harekete geçmesiyle Balyoz davası sürecini yaşandı, bu süreçte pek çok asker ve sivil tutuklandı, yargılandı. İktidar kendilerine karşı bir darbenin yapılacağına inandırılmıştı. Zaten geçmişte de 2 ihtilal bir muhtıra devri yaşanmıştı, askerlerin AK Partiden hoşlanmadığı herkesin malumu idi. Bu davada suçlu suçsuz herkes bir torbaya dolduruldu, sonunda pek çok kimse mahkum edildi ve mahkumiyetleri Yargıtay’ca da onandı. Bu arada mahkum askerlerin boşalttığı kadrolara sonradan Gülen hareketine bağlı olduğu anlaşılacak olan subaylar çoktan yerleştirilmiş oldu.

Daha sonra AK Parti tarafından 2010 yılında halk oylamasıyla yapılan anayasa değişikliği ile bireysel başvuru hakkı verilir. Başvuruya ilişkin hükümlerin yürürlük tarihi 23 Eylül 2012 olarak belirlenir. Bunun üzerine daha önce mahkum olanlar şimdi yeniden yargılanma hakkı elde ederler ve bütün mahkum olanlar beraat eder.

Tutuklayan polis, iddianame hazırlayan savcı, yargılayan hakim ve sahte delilleri gerçek kabul eden bilirkişiler ile son kararı verip mahkumiyetleri onayan yagıtay hakimlerin hepsi sonradan anlaşıldı ki FETÖ’cü imiş. Milletin adalete güveni bu sahnelenen olaylarla tamamen sarsılır. Bu davalarla suçluların yanına suçsuzları da koyup büyük bir tasfiye hareketinin yapıldığı ve o kadroların ele geçirilmesi için böyle yaptırıldığı ne yazık ki daha sonra anlaşılacaktı.

2006’da Avukat Alparslan Aslan Danıştay saldırısı yapar ve 1 hakimi öldürür. 18 Nisan 2007’de Malatya Zirve kitapevine baskın yapılır, biri Türk 2’si Alman, 3 Hıristiyan kişinin boğazı kesilir, sanıklar yakalanıp yargılanır, ceza alırlar ama sonra onlar da Ergenekon davasına dahil edilirler.

2007’de Ergenekon terör örgütü iddiasıyla yeni tutuklamalar başlar. Toprak altında gömülü bombalar, silahlar, havan topları, mermiler bulundu. Bu dönemde Başbakan davaların savcısı, ana muhalefet lideri de avukatı rolüne girmişlerdi. Yeni tutuklamalar 2008 ve 2009 yıllarında da devam etti.

27 Nisan 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimleri için oylama yapılır, Anavatan başkanı Erkan Mumcu ile DYP başkanı Mehmet Ağar oturuma katılmamaya ikna edilir, meclise gelmezler. Abdullah Gül ilk turda 357 oy alır, son turda seçilmesi garanti iken, ilk turda 367 oy gereklidir iddiası üzerine CHP olayı Anayasa mahkemesine taşır aynı gün akşamı da iktidara askerler tarafından 27 Nisan e-muhtırası verilir. Sözde değil özde laiklik ve demokrasiye bağlılık vurgusu yapılır. Yeni bir oyun başlamıştır. Anayasa mahkemesi oylamayı iptal eder, Cumhurbaşkanlığı seçimi kilitlenir, sonra erken seçime gidilir ve 22 Temmuz 2007 genel seçimlerini AK Parti yine alır. ANAP ve DYP siyasi tarihten silinir. Ağustos’ta yapılan seçimlerde ise Gül Cumhurbaşkanı seçilir.

Kasım 2007’de Başbakanın eşi Emine Erdoğan GATA’da yatan Nejat Uygur’u ziyarete gider fakat başörtülü olduğu için içeriye sokulmaz.

2008 yılında devreye Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı girer ve AK Partiyi kapatma davası açılır.

29 Ekim 2010 Cumhurbaşkanlığı köşkünde verilen Cumhuriyet resepsiyonu ilk defa eşli yapılır fakat kuvvet komutanları eşi başörtülü olan Cumhurbaşkanının bu davetine katılmazlar.

Ancak 2010 yılında Gazze’ye yardım götürmek için giden ve 9 şehit veren İHH’ya bağlı mavi Marmara gemisi için F.Gülen İHH’nın “İsrail’den izin almadan hareket otoriteye başkaldırıdır “ diyordu.

Anayasa değişikliğine ilişkin 12 Eylül 2010'de yapılan halk oylaması sonucunda Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yolu açıldı ve bireysel başvuruya ilişkin hükümlerin yürürlük tarihi 23 Eylül 2012 olarak belirlendi.

2010 yılında İzmir kaynaklı askeri casusluk davaları diye yeni bir dava başlatılır yine askerler tutuklanır, 2012’de mahkeme yargılama sonucu bir sürü askeri mahkum eder ama onlar da 2016 yılında yeniden yapılan yargılamayla beraat ederler.

Bu yargılamaların dışında başka illerde de aynı tarzda yargılamalar olur. Mesela 2010’da Erzincan’da başlatılan Cihaner davasında da aynı olaylar yaşandı, önce tutuklama, yargılama, mahkumiyet ama sonra yapılan yargılamada beraatler.

2012 yılı ve ondan sonraki yıllar paralele yapıyla hükümetin arasındaki savaşın başlayıp devam ettiği yıllar olması nedeniyle çok önemlidir:

2012 yılında MİT müsteşarını ifadeye çağıran FETÖ’cü bir savcı iktidar ile Gülen hareketi arasında ilk krizin başlamasına neden oldu.

2012 yılında hükümet Kürt meselesini çözmek için önemli bir adım atar, tutuklu Öcalan ile bu konuda konuştuklarını açıklar. Daha önceki yıllarda da bu konuda başkalarıyla da görüşmeler yapılsa da somut adımlar şimdi atılmaya başladı. İmralı’ya gönderilen heyetler belli aralıklarla Öcalan ile görüşür. 2014 yılında buna özel kanun çıkarılır, akil insanlar heyeti kurulur ve yeni bir süreç başlar. Ama bütün iyi niyetlere rağmen PKK verdiği sözler hiç yerine getirmez, silahları asla bırakmaz.  2015’te çözüm süresi sona erer.

2013’te ise dersanelerin kapatılma kararı ve bunun arkasından gelen 17-25 Aralık operasyonu, paralel yapının hükümetle olan krizin daha da derinleşmesine neden oldu. Artık hizmet hareketiyle hükümet arasında silahlar çekilmiştir ve bu savaş, bir taraf mağlup oluncaya kadar devam edecek kararlılıkta sürecektir.

10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde taraflar yine karşı karıya gelir. Paralel yapı var gücüyle aday olan Erdoğan’a karşı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçilmesi için her türlü yayın ve herkes ile işbirliği içine girer, ama halk Erdoğan’ı o makama seçer. Tarihsel olarak cumhurbaşkanlığı seçimi bu sefer de sorunlu olmuş ama halk, ilk defa kendisine verilen doğrudan seçme hakkını Erdoğan lehinde kullanarak oylarıyla bu sorunu çözmüştür.

Haziran 2015 genel seçimlerine gelindiğinde paralel devlet yapılanması var gücüyle hükümetin karşısında yer alır, muhalefetle işbirliği yapar. AK partinin kaybetmesi için duruma göre kendine bağlı olanlara oylarını CHP’ye, MHP’ye ve HDP’ye verdirmek için çalışır. Seçim sonucu HDP barajı aşar, 80 milletvekiliyle Parlementoya girer. MHP de 80 milletvekilliği kazanır. AK Parti birinci parti olmasına rağmen hükümet kurulması için gerekli 276 sandalyenin altına düşer ve hükümet kurulamaz. MHP’ye koalisyon teklif eder, kabul edilmez. CHP ile görüşülür ama o da olmaz. Sonunda hükümet kurulamaz, istikrar bozulur. Güneydoğuda PKK terörü yeniden alevlendirilir. HDP onları destekler. Hükümet de tek bir terörist kalmayıncaya kadar savaşa karar verir. Bu arada yeniden seçime gitme kararı alınır ve 1 Kasım’da yeniden seçime gidilir. Paralel yapı yine hükümet aleyhinde çalışır ama millet olayları iyi analiz eder ve ülkenin nereye sürüklendiğini görür. MHP ve HDP seçimlerde oy kaybeder, AK parti yüzde 49.47 ile birinci parti olarak hükümeti kurar. Paralel yapı yine kaybeder.

Artık devir değişmiş eskiden insanları tutuklayan savcılar hakimlerin kendileri yargılanmaya başlar. 17 Aralık soruşturmalarını yürüten ve HSYK kararıyla meslekten ihraç edilen savcılar Zekeriya Öz, Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç için 2015 Ağustos’unda yakalanma kararı çıktığında yurtdışına kaçmış oldukları görüldü. Sıranın kendilerine de geleceğini gören paralel yapının diğer elemanları da artık yurtdışına kaçmaya başladılar. Bunların içinde Ekrem Dumanlı hakkında tutuklama kararı verildiğinde onun 21 Ağustos 2015’te kaçtığı tespit edildi.

Mayıs 2016’da MGK’da alınan kararla daha önce paralel yapılanma olarak isimlendirilen hizmet hareketi terör örgütü olarak kabul edildi ve kısaca FETÖ olarak isimlendirildi. Bu yıl gözaltı, tutuklamaların yılı olarak devam etti ta ki 15 Temmuz’a kadar.

15 Temmuz’dan sonra tutuklamalar ve itiraflarla ortaya çıktı ki FETÖ ile PKK işbirliği halinde çalışmışlar, birçok operasyonu PKK önceden haber almış veya bombalamalar boş dağlara atılmış.

15 Temmuz 2016 Türkiye’nin tarihinde hem bir kara leke hem de bir Kurtuluş savaşıdır. Darbeye kalkışan FETÖ hiç ummadığı bir biçimde halkı karşısına bulmuş, her türlü siyasal eğilime mensup vatandaşlar bir cep telefonundan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın  yaptığı çağrı ile sokaklara dökülür, 248 şehit ve 2 bin dolayında gazi vererek isyanı bastırır.

Artık OHAL ilan edilir, FETÖ’cü olduğuna karar verilen bütün memurlar, hakimler, savcılar, askerler ağırlıkta olmak üzere tutuklanır. Şimdi iddianamelerin hazırlanma ve yargılama dönemine giriliyor.

Evet, artık Titanic battı, kaptanı Pensilvanya’da sarayda yaşıyor, CIA tarafından korunuyor. Türkiye’den filikalara binen FETÖ’cü uyanıklar kaçıp kurtuluyor, kaçamayanlar ise tutuklanıyor, işten atılıyor. Şimdi tutuklular da itirafçı olarak kendilerini kurtarmaya başladı. Her şey çorap söküğü gibi açığa çıkıyor. Gazetelere boy boy itiraflar dökülüyor.

“Hüsnü zan ademi itimat “kuralının ne kadar önemli olduğunu acı bir tecrübe de olsa başta idareciler olmak üzere herkes umarım anlamıştır. Hiç kimse, kimseye sonsuz güvenmesin, ya güvendiğim gibi değilse ihtimalini de düşünsün, öyle hareket etsin ki sonunda kaybetmesin. Çünkü kontrol edilemeyen güç seni önüne katar sürükleyip götürür.

Türkiye büyük bir deprem yaşadı, yaralarını sarıyor. Bu yaralar kaç yılda sarılır bilinmez. Adalete, dini cemaatlere güven sarsıldı. Allah bizi bundan sonra her türlü beladan, yıllarca asr-ı saadetten örnekler vererek dini duygularımızı istismar edip güven sağlayan FETÖ ile PKK ve DAEŞ gibi bölücü örgütlerin ve bunları idare eden dış güçlerin şerlerinden korusun. Bizlere de basiret ve feraset versin, hüsnü zan ile adem-i itimatı birlikte dikkate alan kullarından eylesin. Amin, amin, amin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.