Tercîh ve tavsiye etmek siyâset midir? Ve ağabeylerin seçim açıklamaları?

İlk yazımız olan “Takdîr ve Tahsîn Siyâset midir?” başlıklı yazımızı sizlerle paylaştığımızda, bu yazımızın başlığı ve kısmen içeriği de hazır idi. İki etap hâlinde düşünülen yazı dizisinin ilkinde; bir hizmeti takdîr etmenin ve beğenmenin siyâset olmadığının izâhına çalışıldı, bu yazımızda da beğendiğimiz ve tasvîb ettiğimiz hizmetleri üretenleri tercih etmenin ve tavsiye etmenin siyâset olup olmadığının üzerinde duracağız.

Evvelâ, siyâset yapmaktan ne anlıyoruz? Ve ne yapılırsa siyâset olur? Ve nerede durulursa siyâset olmaz? gibi suâllerin cevâbları, bu mes’elenin öncesinde anlaşılması gereken birer nüansdır.

Siyâsetin içinde olmadığı halde siyâset yapmak; bir partiye fikren, kalben taraftar olup telkînâtını yapmak ile veya siyâset cereyânlarıyla zihnen meşgûl olanların siyâsî propaganda yapması ile mümkün olur.

Propaganda’nın mânâsı “bir fikir veya harekete taraftar kazandırmak, düşünce, kanâat ve değer hükümlerini değiştirmek, davranış tarzlarını istenen yönde etkilemek amacıyla söz, yazı vb. yollarla yapılan çalışma” diye tanımlanınca, tam bu noktada propaganda ile tavsiyeyi birbirinden ayıramıyoruz.

Tavsiye ise “öğütleme, yol gösterme; bir şeyin, bir kimsenin iyi, işe yarar olduğunu söyleme” iken, propaganda ile tavsiyenin birbirinden tefrîk edilebilmesi, ayrılabilmesi bu ince nüans itibâriyle makâmına, beyânına, kıvâmına ve dozuna bağlı olduğunu önemle hatırlatmak isterim. Bu ölçüler sâyesinde siyâset yapmak ile tavsiye ve nasîhat makâmını birbirinden ayırabilmemiz mümkün olur.

Doğru makâmda durduğun müddetçe, memleket ve millet adına hayırlı olduğunu düşündüğün görüşünü tavsiye etmen en tabii hakkın iken (hatta bâzı makâmlarda bulunan eşhâs için nasîhat üzerlerine bir borçtur) eğer o kıvâm tutturulamazsa, kişiyi bir taraftar veya kendi fikrini dayatmaya çalışan biri olarak gösterecektir ve öyle anlaşılmasına sebebiyet verecektir.

Eğer, tavsiye ettiğin aynı zamanda taraftar olduğundur denilse, bunun partizanlık mânâsında ve mâhiyetinde olmadığı çok açıktır.

Evet, insanlara faydalı olanı gösterme tavsiye, nasîhat ve öğüt mâhiyetinde iken, beyânda kıvâmı tutturamayıp telkîn makâmına çıkmak ve dozunu muhâfaza edemeyip sürekliliğe ve tekrârata girmek, seni, tavsiye ve nasîhat makâmından çıkarıp bir taraftarı gibi gösterecek, kalbinde taşıdığın muhabbetin, zihninde taşıdığın fikrin tezâhürüne alâmet olarak görünecektir.

“Dîn nasihattir” hadisi sırrınca, bizim duracağımız yer ancak ‘tavsiye ve nasîhat’ makâmıdır.

Bu nedenle, ‘tavsiye etmek’ ile ‘propaganda yapmak veya telkîn etmek’ makâmını birbirine karıştırmamak, iltibas etmemek lâzımdır.

Siyâset yapmak, ma’lûmunuz üzere siyâsîlerin işidir. Bir de siyâsî olmadığı halde, mütemâdiyen siyâset ile alâkadar olan, zihnen ve fikren meşgûl olup heryerde siyâsetten bahseden veya bir partiyi sürekli veya her fırsatta müdafaa eden, ilânâtını yapan, propagandasını yapanlar vardır ki; bilhassa Nûr Talebelerinin içinde olmaması ve içine düşmemesi lâzım gelen ve Hazret-i Üstâd’ımızın da men’ ettiği ve sakındırdığı bir arenadır.

“Evet bu küre-i arza memuriyetle gönderilen her insan, burada misâfir ve fâni olduğu ve mâhiyeti bir hayat-ı bâkiyeye müteveccih bulunduğu kat'iyyen tahakkuk etmiştir. O her insan, bu zamanda hayat-ı ebediyesini kurtaracak olan istinâd noktaları sarsıldığından bu dünyasını ve içinde bütün alâkadar ahbâbını ebedî terketmekle beraber, bu dünyadan binler derece daha mükemmel bir bâki mülkü de kaybetmek veya kazanmak davası başına açılmış. Eğer iman vesikası olmazsa ve beratı ve senedi olan itikadı sağlam bir surette elde etmezse, o davayı kaybeder. Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?

İşte bu hakikata binâen, benim ve kardeşlerimin herbirimizin yüz derece aklı ve fikri ziyadeleşse, bu muazzam vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sâir mes'elelere bakmak, bize fuzulî ve malâyanî olur. Yalnız bu kadar var ki, Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir kısmı öteki davalar içinde bulunduğu ve lüzûmsuz ve sebebsiz bâzan bize akılsızların tecâvüzleri ve taarruzları zamanında zarûret derecesinde, istemeyerek muvakkaten bakmışız.

Hem bu hakikî ve pek büyük davanın hâricindeki davalara ve boğuşmalara alâkadarane fikren ve kalben karışmak zararlıdır. Çünki böyle geniş ve siyâsî ve heyecan veren dâirelere dikkat eden ve onlarla meşgûl olan bir adam, kısa bir dâire içinde vazifedâr olduğu ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır veya şevki kırılır. Hem o geniş ve câzibedar siyâset ve boğuşma dâirelerine dikkat eden, bâzan kapılır; vazîfesini yapamadığı gibi, selâmet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikâmet-i fikrini ve hizmetindeki ihlâsı kaybetmese de o ittihâm altında kalabilir.” (Sikke-i Tasdik-ı Gaybî)

Demek mesleğimiz itibâriyle, mutlaka zarardayız.

AMMA VELÂKİN,

elbette ki şuurlu bir Mü’minin ve hakîki bir Nûr Talebesinin, her hâdisenin İslâmiyet ve dîn lehine olup olmadığını, âlem-i İslâmın ve ehl-i îmânın menfaatine bakıp bakmadığını tartacak kadar bilmesi ve harekâtını da bu niyet ve maksad ile inşâ etmesi iktizâ eder. Bu nedenle, dîne ve İslâmiyete bakar menfaatlere binâen tercih ve tavsiye etmenin, bir şuur mes’elesi ve omuzlarımıza konulmuş İlâhî bir mes’ûliyetin de gereği olduğunu bilir.

Bu aşamada, tercih için irâdemizi nasıl ve hangi yönde kullanacağımız da çok mühîm ve önemlidir. Bu mânâda birkaç husûsu ehemmiyetine binâen icmâlen de olsa yazalım:

Nisâ Sûresi, 5. Âyet‘de Cenâb-ı Hakk cc buyuyor:

Meâlen: “Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı, aklı ermezlere vermeyin.” Ve 6. Âyette de “Yetimleri deneyin. Akılca olgunlaştıklarını görürseniz mallarını kendilerine teslim edin” diyor.

İlk âyette, bizlerin mes’ûliyetinde olan malları, aklı ermezlere yâni onlara sâhip çıkamayacak olanlara vermeyin ve diğer âyette ise, aklî olgunluğa erişmedikçe yetimlerin mallarını onlara teslîm etmeyin diye buyuruluyor.. Böyle yapmazsanız malların telef olmasına sebep olursunuz..

Peki, dînimiz ve mukaddesâtımız, bizlerin mes’ûliyetinde olan ulvî ve kudsî birer emânet değil mi?

Malın dahi aklı ermezlere verilmemesi öğütlenirken, bu ulvî emânetlerimizin, mukaddesâtımızın değer ve kıymetini takdîr edemeyecek aklı ermezlere emânet edilmesi hiç düşünülebilir mi?

Üstelikte bütün tarihçe-i hayatı ile ne oldukları âşikâr olduğu ve bütün ehl-i îmân da bunu yakînen bildiği halde…

Râd Sûresi, 11. Âyette “Şüphesiz ki bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” buyuruyor.

Ve Buhârî ile Müslim’den gelen şu hadis ise "(Akıllı ve olgun) Mü'min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz" demesiyle, geçmişten ve yaşananlardan dersler ve ibretler alarak istikbâle yürünmesini ihtâr ediyor.

Ve Nisâ Sûresi, 58. Âyette “Muhakkak Allah Teâlâ size emrediyor ki, emânetleri ehline veriniz.”

Bütün bu âyetler ve bu nev’deki hadisler;  ehl-i îmâna ehemmiyetli birer ihtâr ve ikâzdır, yol gösterici mukaddes birer rehberdir.

Bu durumda emânetlerin doğru ellere ve ehillerine verilmesi bir mes’ûliyettir ve doğru ellere verebilmek bilmek kadar, basîret ve ferâset sâhibi olmayı da ister. Ve bu husûsta nasîhat makâmında olan ehl-i ilmîn nasîhatleri de, ehl-i îmân için yol gösterici, birleştirici ve klavuzlayıcı olur. Basîret ve ferâsetlerin açılmasına da ve’sile olur.

RİSÂLE-İ NÛR VE MÜELLİFİ‘ne BAKALIM

Yukarıda izâh ettiğimiz üzere, tercih ve tavsiyelerimizdeki kıvâmın ve dozun muhâfaza edilmemesinden hâsıl olan ‘siyâsî’ paylaşımlar, yazılar, söylemler, ifâdeler, beyânlar, uslûblar; Risâle-i Nûr mesleğinin tasvîb etmediği makâmlardır. Bunlar ‘siyâset yapmak’ tâbirinin mertebeleridir, bu kısım zâhirdir..

Üzerinde durmamız gereken ise;  ‘tavsiye ve nasîhat makâmının’, risâlelerdeki bâzı cümlelere de isnâd edilerek ‘siyâset yapmak’ olarak algılanmasıdır ve birbirine iltibas edilmesidir ki; tarz-ı harekâtımıza ve tarz-ı tefehhümümüze bakması cihetiyle çok önemlidir.

Hazret-i Üstâd’ın, Nûr Talebelerini men’ ettiği siyâseti anlamaya çalışalım:

EVVELEN, ferdî ve şahsî âlemimizde dahi zihnen ve fikren ve kalben siyâset cereyânlarıyla alâkâdar olmayı, yukarıda Sikke-i Tasdik-ı Gaybî‘den kaydettiğimiz izâh çerçevesinde Nûr Talebelerini sakındırdığını ve ikâz ettiğini iyi biliyoruz. Risâle-i Nûrların çok yerlerinde buna dâir bahisler vardır.

SÂNİYEN, Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsi adına veya temsîl mâkamında bulunanlara da aktif siyâset yapmayı kat’iyyen yasak ettiğini de pek iyi biliyoruz. Bunlarla ilgili de risâlelerde ziyâdesiyle bahisler vardır. (Husûsî ve şahsı nâmına bâzı kimselerin siyâset ile iştigâl etmesine ihtiyaç dâhilinde müsaade ettiğini biliyoruz ancak makâlemizin konusu ‘neyin siyâset olup olmadığını taharrî’ üzerine olduğundan temâs etmiyoruz.)

SÂLİSEN, üzerinde duracağımız kısımdır. Hazret-i Üstâd’ımızın tatbikâtına baktığımızda ve risâlelerin metnine giren bahisleri okuduğumuzda, Üstâd’ımız Bedîüzzaman Hazretlerinin de tavsiye ve nasîhat makâmında siyâsî izâh ve beyânlarının olduğunu ve hatta bu beyânlarında ikâz ve sakındırmaya kadar gidebildiğini görüyoruz ve bunlardan bâzı misâlleri de buraya kaydedeceğiz.

“Risâle-i Nûr, dünyada her cereyânın fevkinde bulunması ve umûmun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi' ve dâhil olmaz. Belki mütecâviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinâd olur. Fakat siyâset hesabına değil; belki Nûrların intişârı ve maslahatı hesabına bâzı kardeşler; Nûrlar nâmına değil, belki kendi şahısları nâmına girebilir. Husûsan mübârek Isparta'nın şimdiye kadar Nûrlar medresesi olması ve muarızların dahi ona çok ilişmemesi noktasında, dâhilde tarafgirâne vaziyet almamak, mu'terizlerin nedâmetine ve hakikata dönmelerine bir vesile olabilir.” (Emirdağ Lâhikası-1)

Burada tam dört ders mevzûmuza bakıyor:

1-“Mütecâviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinâd olur.”

Demek, eğer mütecâviz dinsizler olsa (mütecâviz: Haddi aşan, taarruz eden, hücûm eden, sataşan, saldıran) yâni İslâmiyete taraftar olmayan, mukaddesâta ve ehl-i îmâna taarruz edenler veya edebilecek olanlar olsa, onlar karşısında hak ve hakîkate taraftar olana elbette yardımcı olunur ve dost da olunur ve onlara ihtiyat kuvveti olarak nokta-i istinâd da olunur. Yâni hem mânen desteklenir, hem de meydanın mütecâviz dinsizlere kalmaması için destek olunur demektir.

“Biz Nûr şâkirdleri Üstâdımızın hizmetinde ve mesleğinde bulunduğumuzdan, siyâsetlerle alâkamız yoktur. Fakat Demokratlar Nûrların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nûr'un men'ine dâir zulümleri yapmadıklarından, Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. Evvelki defa gibi bu defa da Nûrcuların epey fâidesi, Demokrat lehine oldu.” (Emirdağ Lâhikası-2)

2)-”Fakat siyâset hesabına değil; belki Nûrların intişârı ve maslahatı hesabına.”

Evet, mutlaka ve mutlaka İslâmiyetin, dînin, mukaddesâtın ve Risâle-i Nûr’ların hesâbına ve menfaatine ve maslâtına binâen desteklenir ve sâhip çıkılır.

3)-Bâzı kardeşler; Nûrlar nâmına değil, belki kendi şahısları nâmına girebilir”

Bu husûs konumuz olmadığından temâs etmiyoruz, ancak şu kadarını kaydetmek ile yetinelim:

“Tahsin Tola'nın ehemmiyetli çalışmasıyla Sözler mecmuası resmen Ankara'da tab'edilmesiyle hem asâyişe, hem Demokrata, hem bu vatan ve millete yüz sene meb'usluk etmek kadar fâidesi oldu. Şimdi bu kadar mânevî, hakikî, hususan bâki ve uhrevî kâr onlara yeter. Bir-iki sene memuriyet ve meb'usluğa çalışmakla o bâki elmas gibi hizmetlerini, kırılacak fâni şişeye âlet yapmamak gerektir. Onun için ben onları tebrik ediyorum. Siz de onları tebrik ediniz, duâ ediniz. Hattâ ben Tahsin Tola'nın tekrar meb'us olmasını istedim, tâ Nûrlara hizmet etsin; fakat onun evvelki hizmeti kâfi geliyor. Kapıyı açmış, daha ihtiyaç kalmadı.” (Emirdağ Lâhikası-2)

4)-Mübârek Isparta'nın şimdiye kadar Nûrlar medresesi olması ve muarızların dahi ona çok ilişmemesi noktasında, dâhilde tarafgirâne vaziyet almamak, mu'terizlerin nedâmetine ve hakikata dönmelerine bir vesile olabilir.”

Burada pek önemli bir ders var; eğer mâneviyatımızla, gayretlerimizle, hizmetlerimizle barışık olanlar olsa onlarla tarafgirâne bir vaziyete girmemek, hakîkati görmelerine ve Hakk’a dönmelerine ve’sile olabilir deniyor ancak, onlara taraftar olunur demek değil, belki açıktan ve zâhiren tarafgirâne bir vazîyete girilmemeli demektir.

İKÂZ VE İHTÂR MAKÂMI

Bedîüzzaman Hazretlerinin yalnızca tavsiye ve nasîhat makâmında kalmadığını, ehemmiyetine ve ihtiyâca göre ikâz ve ihtâr mertebesinde de siyâsete temâs ettiğini gösterelim.

“Kalbe ihtâr edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakîkat

Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihâd-ı İslâm'dır.

İttihâd-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir. Dini, siyâsete âlet etmemeğe, belki siyâseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyâsetin cinayetine karşı dini siyâsete âlet etmeğe mecbûr olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

Halk Partisi ise: Hakikaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umûmîyi kanunlar perdesinde bâzı memurlara verdikleri için, yirmisekiz senelik bütün cinâyâtıyla başkaların cinâyâtı ve İttihadcıların mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette gâlib hükmündedirler. Çünki ubûdiyetin noksaniyetiyle enâniyet kuvvet bulur, nemrudçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde; bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrudçuluk ile nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acib cinâyetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla berâber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara gâlib geliyorlar. Halbuki İslâmiyet'in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte yani: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet'in bu kanun-u esasîsine dayanabilir.  Çünki kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad mutlak keyfî olur.

Millet Partisi ise: Eğer İttihâd-ı İslâm'daki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa; o Demokrat'ın manasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbûr olur. Firenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve câzibedâr bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle berâber, bu zevk hatırı için her millet cüz'î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başına geçerse, ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar, hem hakikî Türklerin, hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünkü, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime, وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى'dır. Yani, “Birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz.”

Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masûm bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efrâdını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adâlet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zûlüm de yol bulur. Çünki "Bir mâsumun hakkı, yüz câniye feda edilmez" diye İslâmiyet'in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes'ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedâr nokta-i istinadlarına mukâbil, daha ziyâde maddî ve manevî câzibedâr nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinâyetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlub etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum.

(Hâşiye): Eskilerin lüzûmsuz keyfî kanunları ve sû'-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhûr eden Ticanî mes'elesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Nasıl Ezân-ı Muhammediye'nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya'yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahâlisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risâle-i Nûr'un resmen serbestiyetini dindâr Demokratlar ilân etmelidirler.  Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dindâr Demokratlar, husûsan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için, otuzbeş seneden beri terkettiğim siyâsete bir-iki gün baktım ve bunu yazdım. Said Nursî

(Hâşiye): Üstâd diyor ki: Bu içtimâî, siyâsî mes’ele mücmel olarak ihtâr edildi. Ve tâbiratta lüzûmsuz, zararlı kelimeleri siz tebdîl edebilirsiniz. Merkezlerden münâsib gördüğünüz yerlere sû-i te’sîr yapmamak şartıyla gönderebilirsiniz.  Said Nursî ”  (Emirdağ Lâhikası-2)

Bu minvâlde risâleler içinde başka bahisler de vardır ve Hazret-i Üstâd’ın, Adnan Menderes’e  gönderdiği ve içinde ikâz ve nasîhat olan bir mektûbu da vardır.

Bugünümüze ışık tutacak ve bizlere yol gösterecek bir bahsi daha kaydedelim:

“Üstâdımızdan, ne için Demokrat Parti'yi muhâfazaya çalıştığını sorduk, cevaben:

‘Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihadçıların bozuk kısmının cinâyetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbârıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a'zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat'iyyen iktidara getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat'iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukâyese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti'yi, Kur'ân ve vatan ve İslâmiyet nâmına muhâfazaya çalışıyorum’ dedi.” (Emirdağ Lâhikası-2)

Bedîüzzaman Hazretlerinin, İslâmiyet ve dîn hesâbına ehl-i îmânı nasıl irşâd ettiğini görebiliyoruz.

AĞABEYLERİN SEÇİM AÇIKLAMALARI:

Risâle-i Nûr’a derc edilen derslerin kıyâmete kadar yol gösterici ve ehl-i îmân için birer rehber olan kudsî hakîkatler olduğunu unutmamak ile, aynı dersleri risâlelerle birlikte bir de Hazret-i Üstâd’ımızdan bizzat tahsîl ve taallüm eden ve risâle metinlerine girmeyen ahvâl-i Üstâd’a, beyân-ı Üstâd’a bizzat şâhid olan ve Hazret-i Üstâd tarafından da vekîl, vâris olarak ta’yîn edilen muhterem ağabeylerimizin seçim açıklamalarını, sâhibü’l-zaman ünvânı ile de tesmiye edilen Bedîüzzaman’ın tarz-ı harekâtıyla ve bu asra Kur’ân’ın bir dersi hükmünde olan Risâle-i Nûr ‘un muhteviyâtıyla gâyet muvâfık ve münâsib ve aynı minvalde olduğunu ve buraya kadar aktardığımız delîllerin ışığında bu açıklamaların siyâset yapma mertebesinde ve makâmında da olmadığını, tavsiye, nasîhat ve irşâd makâmında olup, bilhassa şu acib zamânda ve lâzım gelen ihtiyâca binâen, menfaatlerini ve maslâhâtlarını da beyân ve izâh ederek açıkladıklarını görüyoruz. Ve bu mânâda ağabeylerin de kendi üzerlerine düşen vazîfeyi icrâ ettiklerini müşâhede ediyoruz.

Bedîüzzaman Hazretlerinin vekîl ve vâris olarak ta’yîn ettiği ağabeylerimizin, İslâmiyet, dîn, vatan ve memleket ve hatta âlem-i İslâm hesâbına ortaya koydukları ve gerekçelerini de tek tek izâh ettikleri seçim açıklamalarının, yol gösterici mâhiyette olduğunu düşünüyoruz.

BÂZI ELEŞTİRİLERE CEVÂBLAR:

Tarafgirlik üzerinden yürütülen bir hassasiyet görüyoruz. “Bir partiye taraftar görünürsen veya  îmâ eden bir paylaşımda bulunursan, karşı tarafa îmân hakîkatlerini anlatamazsın, önü kapanır, halbuki Risâle-i Nûr’un hakîkatlerine hem muvâfıkta hem de muhâlifte muhtâç çoktur” denilmekte ve Emirdağ Lâhikası-1 ‘deki mektûb delîl olarak gösterilmektedir.

“Nûr şâkirdleri, hiç siyâsete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki îmân, mâl-i umûmîdir. Her tâifede muhtaçları ve sâhibleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nûr mesleğinde, mü'minlerin uhuvveti esastır.”  (Emirdağ Lahikası-1)

Makâlemizin başında da izâh ettiğimiz gibi, kıvâm ve doz tutturulamazsa ortaya elbette tarafgirlik girer ve Risâle-i Nûr Talebelerinin de bundan içtinâb etmesi îcâb eder. Hele hizmetlerimize karışmayanlar karşısında tarafgirliğe girmemeye çalışmak lâzım diye Emirdağ Lâhikası-1 ‘deki mektûbu yukarıda kaydettik. Fakat şimdiki zeminde ve zamanda bu olmadığı gibi, ihtiyâç da şedîd olduğundan tavsiye ve nasîhat makâmında kalmak şartıyla hareket edilebilir. Ayrıca dikkat edilirse, delîl olarak getirilen bahsin içinde “Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır” ifâdesi vardır. Hem ‘zındıka’ kelimesine de dikkat..

Emirdağ Lâhikası-1‘in te’lîf tarihleri yaklaşık 1944-1947 iken, yukarıda kaydettiğimiz ve Üstâd’ımızın partiler hakkındaki açık beyânlarını içeren mektûblar Emirdağ Lâhikası-2’dir ve te’lif tarihleri 1949-1960 arasıdır. Demek Üstâd’ımız bunları beyân ederken, kendisine mânevî ihtâr ile yazdırılması ve Risâle-i Nûr metinleri içine de girmesi gösteriyor ki; bu ‘taraf olma’ mes’elesi gözardı edilmiş veya atlanmış değil!

Bir de, “Ağabeylerin seçim beyânında bulunmaları yanlıştır, yalnızca nûrları nazara vermelidirler ve Risâle-i Nûr hiçbir şeye âlet olamaz” deniliyor, halbuki yukarıda da kaydettiğimiz üzere Bedîüzzaman Hazretlerinin İslâmiyet ve dîn menfaatine olanı açıktan desteklediğini, parti ismini (Demokrat Parti, Demokratlar diyerek) risâle metninin içinde zikretmekten içtinâb etmediğini ve sâir partilerin zararlarını da açıkça isimleriyle beyân ve izâh ettiğini bildiğimiz ve okuduğumuz halde, ağabeyleri yanlış yapmakla ithâm etmek doğru olmadığı gibi, Risâleleri de doğru okuyamamış olmaktır. O vakit aynı şeyi Hazret-i Üstâd’ımız için de demeli! Yâni, parti isimlerini zikretmekle tarafgirlik yaptığını, karşı tarafın Nûr’lardan istifâdesinin önünü kapadığını, yalnızca nûrun hakîkatlerini nazara vermesi lâzım geldiğini ve Risâle-i Nûr’un hiçbir şeye âlet olmayacağını Hazret-i Üstâd hakkında da (hâşâ sümme hâşâ) demek ve ithâm etmek icâb eder.. Nasıl bir hataya düşüldüğü görünüyor..

Öte yandan “Elinde siyâset topuzu olan kimseden imân ve nûr hizmeti alınamaz” deniyor, hem aktif siyâset ile meşgûliyet, hem de risâlelerle hizmet etmeye çalışmak siyâset topuzu bahsini akla getirir ve elbette doğru bulmuyoruz ancak, tavsiye ve nasîhat makâmında yapılan paylaşım veya yazıları da ‘siyâset yapmak’ veya ‘siyâset topuzu’ diye göstermek de doğru değil. Her ikisinin yeri ve makâmı farklı…

Bir de oy vermek istemiyoruz diye yazanlar-çizenler var, sebep olarak ise “Hükûmetin de yanlışlar yaptığını görüyoruz, bu yüzden oy vermemeyi daha doğru ve hayırlı buluyoruz” diyorlar. En nihâyetinde herkesin kendi cûz-i irâdesi ve amelidir, ne’ticesi ve sorumluluğu da kendisine âittir. Fakat tavsiye veya nasîhat bâbında deriz ki; İslâmiyet, dîn ve mukaddesât adına en menfaatli olan ve istikbâlde de bu millete ve bilhassa ehl-i îmân’a zarar vermeyecek ve taarruz etmeyecek bir kadroya oy vermek, oy vermemekle mütecâviz dinsizlerin yol bulup gelmesine imkân açmaktan daha hayırlı ve isâbetlidir.  Bu cihetten ‘oy vermemek’ kişiyi mes’ûl edebilir. Makâlemizin başında yazdığımız âyetleri ve hadisleri tekrar okuyunuz..

Buna mukâbil, oy vermek ile karşımızdaki kadronun bütün icraatlarına kefîl olmuyoruz, bize emânet edilen mukaddesâtı ve memleketimizin istikbâlini, bu beşerî sistem içinde en menfaatli veya daha hayırlı olacağına inandığımız kadroya tavzif ediyoruz. Zirâ bu sistem içinde zâten bir kadro bu vazîfeyi deruhde edecek. Ve mütecâviz dinsizler iş başına geçse, senin mukaddesâtına da, hukûkuna da elbette taarruz edip ilişecek.

“Nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhâl-i âdidir.“ (Münazarat)

İşte bu noktada bizim için ‘başlayan ve biten’ çok ehemmiyetli bir vazîfemiz var. Zâten bu ehemmiyetli vazîfe için, Hazret-i Üstâd’ımız da oy kullanmışlardır:

“1957 seçimlerinde Bediüzzaman, Isparta’da bulunduğu sırada her vatandaş gibi reyini kullanmak ister. Bu maksatla yanındaki talebelere:

‘Ben hastayım, gidin söyleyin, sandığı buraya getirsinler. Reyimi kullanacağım. Alâküllihâl benim reyimin ehemmiyeti büyüktür’ der.

Zübeyir Ağabeyle Ceylan giderler. Sandık başındaki heyete Üstad’ın teklifini iletirler. Muhalif parti azaları, ‘Böyle şey olmaz!’ derler. Fakat fazla da ileri gidemezler. O sırada muhtar araya girer:

‘Üstad’ınıza selâm söyleyin. Emirleri başımız üstüne. Fakat kanunî mevzuat müsait değil, özür dileriz. Kendileri teşrif etsinler’ diye ricada bulunur.

Durumu Üstad’a bildirirler. Üstad:

‘Ben giderim’ deyip cübbesini giyer, birlikte giderler. Zübeyir Ağabeye ‘Nereye rey atılır?’ diye sorar. O da gösterir. Tek başına girilen kulübeye Zübeyir Ağabeyi de kolundan tutup girdirir. Hiç kimse itiraz edemez. Üstad, ‘Hangisi Demokrat?’ diye açıktan sorar. Zübeyir, Demokrat Partinin pusulasını verir, Üstad zarfa koyup sandığa atar. Üstad’ın rey kullandığı haberi bir anda tüm Isparta’ya yayılır.“ (Nur’un Büyük Kumandanı Zübeyir Gündüzalp, Nesil Yayınları, Nisan 2008, sh:71-72)

Ve Hüsnü Bayram Ağabey’de Hazreti-i Üstâd’ın oy kullanmasını bizzat anlatıyor:

https://www.youtube.com/watch?v=zsw_pPLqZ_A

ELHÂSIL:

İçinde bulunduğumuz şu zamân ve şartlar pek zor, ehl-i ilim ile vazîfedâr eşhâsın tavsiyelerine, nasîhatlerine ve yol göstermelerine şedid ihtiyacın olduğu bir zamandayız, zira hava puslu ve pusda yolunu bulmakta zorlananlar veya istikâmetini muhâfaza edemeyenler var. Bir de havayı daha da karartanlar var. Yalnızca İslâm’a muhâlif veya mesâfeli kesimlerden değil, ehl-i îmân içinden de İslâm’a ve Müslümanlara zulmedenleri yâni mütecâviz dinsizleri allayıp-pullayarak yazanlar var. Demek tavsiye etmeye de, nasîhat etmeye de çok şedid ihtiyaç var.

Bunca yazılanlara rağmen yolunu bulmakta zorlanan kardeşlerim,
ümmetin ortak aklının dalâlette birleşmeyeceğini bize bildiren hadisin sırrıyla karşımızda kesretle ittifâk etmiş ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat var. İşte size istikâmet! Başka yerde aramayınız!

Cenâb-ı Hakk’a cc nihâyetsiz şükürler olsun ki, sâhibü’l-zamân bildiğimiz Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretlerinin yolundan ve Risâle-i Nûr’ların bizlere verdiği derslerin izinden hep berâber yürüyoruz. Nazarımız evvelâ ve en başta İslâmiyettir, herşeyi bu mîzânda tartıyoruz..

Cenâb-ı Hakk’ın cc ihsânı ve inâyeti üzerinize, üzerimize olsun..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.