Tefekkür İmandandır

Kainatın kapıları zahiren açık iken hakikaten kapalıdır. Yani; mesela bir ağacın zahiri bize açıktır. Ağacın gövdesini, dallarını, yapraklarını gözümüz ile yani zahiri gören baş gözümüz ile görürüz fakat o ağacın hakikati bize kapalıdır. Hakiki hakaik-ül eşya Esma-i ilahiyedir ve mahiyet-i eşya ise o hakikatin gölgeleridir. Gözümüz ile ağacı görür dururuz fakat o ağacın hakikatini baş gözü ile göremeyiz. Ancak tefekkür bizi onun hakikatine taşıyabilir.

Bir ağacı manay-ı harfî ile okumak yani; o ağacın bu kainatın Sani-i Hakîmini nasıl gösterdiğini görmek için evvela kendimizin Allah’a aidiyetimize şuurumuz olması gerekir. Eğer enenin tılsımını çözemedi isek, bütün kainat parlak ve fasih ayetler ile Cenab-ı Hakk’ı anlatıp dururken bunu göremeyiz ve bu ayetlerin anlayışlı bir muhatabı olamayız. Hitap çiçeğimiz açmamıştır henüz.

Enenin ne için yaratıldığını ve mahiyetini anlamadan sair mevcudatın vazifelerini ve kainatın yaratıcısını nasıl anlattığını anlamak mümkün değildir. Ben kendimi kendime ait zannediyor isem hiç ama hiçbir şeyin kainatın san’atkârının san’atını ne surette anlattığını anlayamam. Zira kendini kendine ait zanneden her şeyi de kendine ait zanneder. Yani; her şeye manay-ı ismî ile bakar. Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ı bunu harikulade bir tarzda izah ediyor. Ehl-i dalaletin vekili her önüne gelen mevcuda “sen benimsin, ya da kendi kendine sahip ol, neden başkasının hesabına işlediğini söylüyorsun” der durur. Çünkü kendini kendine ait bilmektedir. Allah’ın kendisine emaneten verdiği vücudu sahiplenmiş, kendinin zannetmiştir. Kendinin kendine ait olduğunu da, her şeyin kendine ait olması tezinin isbatı ile güya tasdik ettirecektir. Gelin görün ki zerreden yıldızlara kadar her mevcut ona harika bir tevhid dersi verir. Onu yani onun şahsında şirki silkip atar.

Kendisini Allah’a ait bilmeyen, hiçbir şeyin de Allah’a aidyetine şuuru olamaz. Şuur-u imaniyi kazanan ise; “benim mahiyetim baki ve sermedi bir ismin gölgesi olur daha ölmez” der. Baki Olan Allah ile, Hakk ismi ile müsemma ve kainatın bütün hakikati ve insaniyetin hakikati de O’nun Hak isminin şuaları olan Allah ile güçlü bir bağ kurar.

Manay-ı harfiye intikal ettiren, zahirden hakikate geçiren tefekkürüdür. Elbette kalbin eşlik etmediği bir tefekkür düşünülemez. Zira akıl nurunu kalbden alır. Fakat sadece kalb ile gitmek hem zor hem şatahatlara pek açıktır. Şatahat gibi şeyler ise mümini şeriatın zahirini incitmeye götürebilir.

Risale-i Nur; akıl ile kalbi mezc eden bir yol gösteriyor. Kalb, ruh, hayal gibi cihazatı evc-i alaya uçururken bir ayağı küre-i arz üzerinde bağlı bırakır ki geri dönüş mümkün olsun. İşte o ayak akıldır. Aklı devreden çıkarıp mizansız, muhakemesiz, acaib-i garaibi keşif gibi bir yol olmadığı için de cadde-i kübra olabilmiştir. Kimse o yolda giderken acib tuzaklara düşmemiş, şeriat kılıncının hedefi olmamıştır. Aklı ve külli akıl olan şeriatı her zaman esas tutmuş, bununla beraber kalb ruh sır latife-i rabbaniye latife-i insaniyye hafi hafa gibi boyu akıldan çok uzun olan ve elleri aklın gidemediği yerlere uzanan cihazatı da mahrum bırakmamıştır. Böylece her cihazın kendi boyu uzanan yerlerden nasibini almasına imkan sağlamıştır.

Tefekkür nurani bir hat ve hayttır. Tefekkür nurdur. Tefekkür zahirden hakikate açılan kapıdır. Ruhu, hayali, kalbi, rabbani latifeyi insani latifeyi layık olduğu yerlere taşıyan bir vasıtadır. Vicdanı tahrik edendir tefekkür. Vicdan her daim “Allah var, Allah var” demektedir zaten. İşte tefekkür bunu isbat ve izah edendir, şerh edendir, talim edendir. Vallahi de var Billahi de var Tallahi de var tasdikine ulaştırandır tefekkür.

Bediüzzaman her şeye hem de her şeye manay-ı harfî ile bakıyor. Hatta kullandığı basit eşyaları da bu pencereden değerlendiriyor. “Tıraşa yirmi yıl hizmet eden ustura” tabiri ve kırıldığı için talebesinin çöpe attığı kaşığı çıkartıp tamir edişi de bunu gösterir. Alakadar olduğu her ama her zerre O’nun için bir kıymet ifade ediyor. Bu hâli, Efendimiz’in (asm) kullandığı gündelik eşyalara isim vermesini anımsatıyor. Öyle ya; bir mü’min dünyada kendisi ile alakadar olmuş bütün zerreler ile ebedi Cennette buluşması neden akıldan uzak olsun ki? Üzerinden Allah’ı tefekkür ettiğimiz bir eşya, bize ne büyük hizmeti olduğunu düşünerek kendisi için Allah’a şükrettiğimiz basit bir eşya hiçliğe yokluğa mı gidecektir?

Tefekkür, Risale-i Nur’un mesleğidir. Bütün peygamberlerin mesleğidir. Peygamberlerin yoluna bizi isal edendir Risaleler ve içindeki tefekkür.

Bir zerre bile üzerinde tefekkür etmeye layık iken biz bir kainat kıymetinde olan insanı tefekkürden aciz kalmışız. Halbuki tüm kainatı hayalen gezerek görebileceğimiz her şeyi kendi ayinemizde rahatça görebiliriz. Bediüzzaman Emirdağ Lahikasında Hülasat-ül Hülasa’nın insan sayfasındaki tefekkür kısmı için, bütün kainatta olanı insanın kendi ayinesinde bilmesi ve bulmasının çok kolay olduğunu söylüyor. Bütün kainatı gezerek görmek için akıl zorlanırken hazır yanındaki ayinesinde, hiç uzaklara gitmeye hacet kalmadan rahatça temaşa edebilir ve kainatta münteşir tüm hakikatleri kendi ayinesinde görebilir diyor.

Biz kendimize harf manası ile bakamadığımız, kendimize ülfet peyda edip de kendimizden bîhaber yaşadığımız için, bir taraftan da haksız yere onun emanet olduğunu unutup sahiplendiğimiz, açıkça Allah’dan hırsızladığımız için kainatın tüm hakikatlerini kendi ayinemizde okumak, görmek, bilmek, zevk etmek, hissetmekten mahrum kalmışız. Va esefa! ‘Ben benim olayım’ diye kainattan ve kainat ile kendini tanıttırandan mahrum bırakmışız kendimizi.

Öyle ise bir tarziye vermek gerek bize. Bir pişmanlık bir tevbe. Bilemedik Ya Rabbii diyeceğiz. Sen bizi bize emanet ettin biz emin olamadık ihanet ettik. Sahip çıkamadık emanetine. “Ben” dersem enaniyet olur dedik “ben Sen’in emanetini aldım baş göz üstüne kabul ettim ya Rabbi” diyemedik. Güya ben dememekle mütevazi oldum sandık. Binler teessüf ki emanetini ortada koyduk.

Kalıplara hapsolduk, hapsoldukça habislere de yem olduk. Tevazuu kambur durmak, kibirsizliği ben dememek sandık. Görünüşü nasıl da kurtardık. Fakat içi bizi yaktı şimdi. Görüntüde harika halis mü’min idik içimize bir de baktık ki… yalancı tevazu altında korkunç bir kibir, San’a aitim deyişimizin altında bir hırsızlık, kainat Sen’i anlatıyor sözümüzün içini de kof gördük…

Hamd olsun ölmeden fark ettirdin bize acıklı halimizi. Ya bu hal üzere öleydik.. Ya kendimizi Sen’in has kulun sanarken Cehennem çukurlarına gireydik nice olurdu halimiz. Tevbelerimizi kabul buyur şimdi. Bizi sırat-ı müstakime ilet. San’a ait olduğumuza şuur ver. Sadece başımız gitmesin secdeye tüm vârımızla secde ettir bizi. Aklımız, kalbimiz, ruhumuz hatta sersem nefsimiz de secdede olsun Ya Rabbii. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum