Tefekkür iklimi

Önceki yazımızda İman-ı Billah içinde Marifet ufkuna erip, Muhabbetullah soluklayan insanın lezzet-i ruhaniye ye kavuşacağını ifade ederek tamamlamıştık. Bu yazımızda Mârifet ikliminde hayat seyrine devam edelim.

‘‘Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üss-ül esası da iman-ı billahtır. (1)

İnsan; akıl, ruh, sır ve bütün letaifiyle öğrenmeye istidatlı ve muhtac olarak yaratılmıştır. Bu sayede ilahi emirlerin ve ‘’oku’’ emrinin de muhatabıdır. Bütün hakiki ilimlerin kaynağı ve esası da mârifet ilmidir. Üstadın ifadesiyle ‘‘vicdanın ziyası ulum-u diniye’dir.’’ Marifetullah’ta, vicdani bilginin zuhur ve inkişafına bağlıdır. Marifet, tefekkür ve sezi ile (iç müşahede ile) ulaşılan ilimdir.

Gayelerin gayesi, bütün gerçek ilimlerin temeli, mâdeni ve ruhu Allah'ı tanımaktır. Bütün ilimler Allah'ı tanıtırlar. Kâinatta var olan herşey Allah'ı tanıtmak ve göstermek için Allah tarafından açılmış bir penceredir. Meselâ insan!; en güzel bir penceredir. Allah'ın isimlerini ve sıfatlarını göstermek için en güzel şekilde yaratılmıştır. Onun için insan hem kendini hem kainat kitabını aynı zamanda Kur’an kitabını okuyarak Allah’ı tanıyabilir, mârifetine ulaşabilir.

‘‘Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem'a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur'ân-ı Azîmüşşandır.’’ (2)

Tefekkür, marifete ayrı bir derinlik kazandırır. İbadet, onu insanın tabiatı haline getirir.
Kainat kitabını mütefekkirâne mütalaâ eden hak yolcusu yaprak yaprak açılır. Masnuat-ı ilahiye (Cenab-ı Hakk’ın sanatla yarattığı varlıklar) üzerinde tefekkür eden huzur kazanır. Kim dünyada marifet ufkunda ne kadar çok mesafe kat’ ederse ukbada karşılık olarak Cemalullahı müşahede zevk ve lezzetine kavuşur.

‘‘Eserlerinde O’nu bilip, vicdanında onu duyup tanıyanların, bilip öğrenecekleri başka şey kalmamıştır. O’nun marifetine erenlerin dimağında bilgi parçaları, elmas sütunlar üzerinde firuze kubbeler haline gelir. Onu tanımayan ruhlarda ilimler evhama inkilâp eder; ilimlere mevzu teşkil eden varlık ise cansız cenazelere dönüşür.’’

Her anı ayrı bir buudda (boyutta) Dost’la yüz yüze gelir, gözleri hep hak kapısının aralığında’ dır. Gönlü itminana ermişliğin hazzıyla bir çocuk gibi pür-neşe’dir. Böyle bir seyahat esnasında hak yolcusunun gözünden ve kılağından lisanına sürekli nurlar akar. Onun kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar. Bu hak yolcusu kalbini bütün bütün ağyara (mâsiva’ya) Kapattığı ve nefsânîliğe karşı gerilime geçtiği bu nokta, marifet noktasıdır. Bu noktada dönüp durana ‘‘ İrfan Yolcusu ’’ başı bu noktaya ulaşana da ‘‘ârif ’’denir.

Ârif-i Billah ( Allah’ı hakkıyla bilen ), bütün fiil, sıfat ve esmasıyla onu bilip, muamele ve davranışlarında mârifeti yaşayan, gönlünü pak tutup, her an ihlâs arayışı içinde bulunan’dır. Gücü yettiğince ahlak-ı rezile ve ona çağıranlardan uzak kalabilen, beşeriyet muktazasıy’la kalbine ve ruhuna bir pas düşüp’te ufkunun kararması karşısında, hemen Zat-ı Barî’nin dergahına sadakatle iltica edendir. Hakkın rızası söz konusu olunca başa gelen her şeye katlanmasını bilen, Ve Peygamberlerin yoluna başkalarını da çağıran olgun insan demektir.

‘‘Mârifet ehlinin kendine göre emareleri de vardır; ârif, Mâruf’tan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez. O’ndan gayrisiyle halvet olmaz. Göz kapakları ve kalp kapılarını O’ndan başkasına açmaz. Gerçek ârifin, başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayalin girmesi, onun için en büyük azaptır. Bu ölçüde marifete eremeyen, yâr-ı ağyarı (Allah’tan başkasını, mecazi sevgilileri, dostları) tefrik edemez;
Yârla hem dem olmayan da hicrandaki (ayrılık, uzak kalış) azâbı bilemez.’’

Şeytan ise, kötü vasıfların kaynağıdır. Her bir insan kendisini muhasebe etse, az veya çok bu kötü duygulardan kendisine bulaşmış olduğunu görebilir. Aksi durum meleklik iddiası olur ki, insan için böyle bir şey düşünmek mümkün değildir. ‘’Kişi kendin bilmek kadar irfan olamaz’’ kaidesince, bilmek bir mârifettir. İtiraf etmek de ikinci mârifettir. Bunun yanı sıra üçüncü bir mârifet ise, insanın kusur ve noksanlıklarını kabul edip, kendi durumunu gözden geçirmesidir. Bu durumu düzeltme adına, daima O’na istiğfarla yönelmesi kemal-i ubudiyet ve samimiyetle o’ndan af dilemesi lazımdır.

Allah dostları bu marifete dualarıyla talip olmuş ve şöyle haykırmışlardır.
“Mâ arafnâke hakka marifetike Ya Ma’ruf- Ey bütün mahlukat tarafından bilinen Rabbim, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık.”, “Mâ abednâke hakka ibadetike Ya Ma’bud-Ey yalnızca kendisine ibadet edilen Allahım, Sana hakkıyla kulluk edemedik.”, “Mâ şekernâke hakka şükrike Ya Meşkur- Ey her dilde meşkur olan Rabbim, Sana gereğince şükredemedik.”, “Ma zekernâke hakka zikrike Ya Mezkur- Ey yerde gökte her varlık tarafından adı anılan Allahım, şanına layık zikri yapamadık.”…

DİPNOTLAR:
1-B. Said Nursi, Sözler
2-B.Said Nursi , Mektubat / On Dokuzuncu Mektup

Yakup Aksoy

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum