TAZARRU’NÂME’DEN MÜNACAT RiSALESİNE YAKARIŞ ÜSLUBU

TAZARRU’NÂME’DEN MÜNACAT RiSALESİNE YAKARIŞ ÜSLUBU

Mahmut Kaplan'ın yazısı...

Türklerin İslam dinini kabul etmelerinden sonra meydana getirdikleri edebiyatın önemli türlerinden bir münacattır. Genel olarak divan ve mesnevilerde tevhidden sonra yer alan münacatlar, Allah’a yakarmanın işlendiği manzumelerdir. Ancak münacatlar mensur olarak da yazılmıştır. Bu yazımızda türünün en güzel örneklerinden biri olan  Sinan Paşa’nın kâleme aldığı Tazarru’name ile Bediüzzaman’ın Münacat’ını karşılaştırmaya çalışacağız.. Tazarruname ve münacatın tanımı hakkında kaynaklarda şu  bilgiler verilmiştir:

Tazarruname: Bir şey istemek için kendini alçaltıp yalvararak yazılan tezkire, mektup ve manzumeler için kullanılır bir tabirdir. Arapça bir kelime olan tazarru’; tevazu ve tezellül ile yalvarmak demektir. 

Münâcât: “Lugatta fısıldamak, kulağa söylemek demektir. Kelime anlamı “Allah’a dua etme, yakarma”dır. Edebî tür terimi olarak münâcât , Allah’a yakarışı  konu edinen türe verilen addır. Genellikle  manzum olarak yazılan  münâcâtlar, tazarru, tazarru-nâme adlarıyla da anılmışlardır.”

“İnşâ”, yani sanatlı nesrin öncülerinden olan Sinan Paşa’nın ölümsüz eseri Tazarru’nâme   münacat türünün en güzel mensur örneklerinden biridir. Fatih Sultan Mehmed’in veziri Sinan Paşa, çok iyi bir eğitim almış; daha büluğ çağına varmadan  kürsüye çıkıp vaz etmiş; Dârü’l-hadis’e müderris olarak tayin edilmiş; ardından padişah hocalığına getririlerek taltif edilmiştir. Bu  sırada henüz 21 yaşındadır. 1474’te vezirlik rütbesi tevcih edilmiş; ardından Gedik Ahmed Paşa’nın ölümünden sonra veziriazamlığa getirilmiştir. Aynı yıl gözden düşerek sürülmüş; hatta delilik isnadıyla bir hayli hırpalanmıştır. II. Bayezid devrinde tekrar eski itibarına kavuşan Sinan Paşa, ünlü mutasavvıf Şeyh Vefâ’ya bağlanmış; tasavvuf terbiyesini bu zattan almıştır. Derviş tabiatlı  bir bilgin olan Paşa, cömert ve tavizsiz bir kişiliğe sahiptir. İlmî tartışmalardaki yetkinliğiyle dikkatleri çekmiştir.

Yazar, âdet olduğu üzere Allah’a hamd ve sena ile eserine başlamıştır. Hamdele, Allah’ın sıfat ve esması ile tezyin edilmiş uzun bir cümledir. Şükredilen zatın varlığının aklen ispatı sadedinde söylenen bu cümlede görüleceği gibi, Allah’ın varlığına bütün mevcudat şahittir. Sinan Paşa maddenin en küçük parçası zerreden, vücut ortamına çıkan her mevcuda kadar bütün varlıkların kendisine şehadet ettikleri bir zata şükürle başlamıştır. Varlıkların terkibi ve nizamı mükemmel bir nazıma işaret etmektedir diyen Sinan Paşa, böylece yakarışın ilmî ve fikri gerekçelerini oluşturmuştur. Hamdele, müellifin, Allah’ın kudret ve hikmetine dair daha geniş ve tafsilâtlı bilgileri içeren ifadelerle sürüp gider; Allah’ın zatının akılla kavranamayacağı, ancak esma ve sıfatının tecelliyatı ile varlığının bilineceği ifade edilmiştir. Sinan Paşa, araştırıcı gözlerle âdeta bütün kâinatı tarar ve bütün varlıkların Allah’ın varlığına ve birliğine şahit olduklarını dile getirir. Bu da Paşa’nın felsefe ile meşguliyetinin bir neticesi olsa gerektir.

Tazarru’nâme, hamdeleden sonra  Tevhid’le sürdürülmüştür.. Bu bölümde Sinan Paşa, önce bir mesnevi formu içinde tevhidi anlatır, ardından mensur olarak Allah’ın insanları ahsen-i takvimde yaratmasını ve yaratmanın sebebini dile getirerek tevhidin aklî ve naklî delillerini sıralamıştır:

“Sen ol Alîm’sin ki âyine-i ma’rifetünde  esrâr-ı nihânî ve mugayyebât-ı dü cihânî , çehre-i rûz-ı rûşen gibi lâyihtür,  ve sen ol Rahîm’sin ki, nesîm-i rahmetün, dimâğ-ı cân-ı ins ü cân ve meşâm-ı ervâh-ı âlemiyânda râyihâ-i anber-i  eşheb gibi fâyihtür. (Tazarru’nâme s.42)

Yukarıdaki cümlelerde seciler dikkati çekmektedir. Sinan Paşa, nihânî, cihânî; lâyihtür, fâyihtür; cân, ins ü cân kelimeleriyle cinaslar ve iç kafiyeler yapılmıştır.

Tevhid’den sonra Hz. Muhammed’in nübüvveti ve fazileti yine şiirsel ifadelerle dile getirilmiştir.

Sinan Paşa, Tazarru’nâme’de nesrin bütün imkânlarını kullanarak, yer yer manzum parçalarla süsleyerek kalbinin derinliklerinden yükselen bir yakarışla Allah’a yakarır; aczini itiraf eder.

Sinan Paşa, devrik ve kurallı cümleleri, zengin seci ve aliterasyonlarla art arda belli bir ritim ve ahenk oluşturacak biçimde sıralayarak üslûbuna akıcılık ve müzikal bir hareket kazandırmıştır. Cümlelerin çok uzun olmaması, yer yer sadece özne ve yüklemden oluşan kısa cümlelerin seçilmesi yakarışlara vurgu sağlaması açısından yerinde ve isabetli olmuştur. Tazarru’nâme’de yakarış cümleleri ayet ve hadislerle zenginleştirilmiş, Sinan Paşa, Kur’an ve hadis bilgisini  sergileme imkânı bulmuş, dualar âyet ve hadislerin ışığında çarpıcı ifadelerle dile getirilmiştir. Kuşkusuz, Paşa, samimi yakarışlarını seslendirirken nesir sanatındaki maharet ve becerisini göstermeyi de ihmal etmemiştir.

Münâcât: Bediüzzaman’ın, Kur’an  ve  Cevşenü’l-Kebîr’den aldığı dersle yazdığı bu risâle, son dönemde telif edilen çok önemli bir münacattır. Gerek üslûbu, gerekse muhtevası bakımından oldukça önem arz eden bu  eserin dili ve üslûbu hakkındaki tespitlerimizi ifade etmeye çalışacağız. Dil ve üslûp bakımından diğer risâlelerden önemli ölçüde ayrılan Münâcât, muhteva olarak külliyatın hülâsası gibidir. Çünkü bu eserde, Nur Külliyatı’nın temel muhtevası olan tevhid, nübüvvet ve haşir konuları üzerinde durulmuş; büyük bir kitap olan kâinatın ve kâinatta cereyan eden olayların ve varlık sahasındaki cisim ve hareketlerin tanıklığında Allah’ın varlığı, birliği, şeriksiz ulûhiyet ve rububiyeti nazara verilerek onun rahmet, merhamet ve mağfiretine sığınılarak yakarışta bulunulmuştur.

İlk okuyuşta insanı derinden kavrayan Münâcât’ın şiirsel dilinin ve üslûbunun dikkati çeken hususiyetlerini tespite çalışacağız. Eser, “Yâ İlâhî ve yâ Rabbî!” ünlemiyle başlar. Giriş bir münâcât girişidir; Rab ve İlâh kelimelerinin sonundaki “î” aidiyet ifade eder: Ey benim Rabbim, ey benim İlâhım… Hitap, kuldan Rabb’ine yönelen mahrem bir niyazın başlangıcıdır. Bundan sonraki ilk cümle münâcâtın kaynağını, amaç ve niyetini ifadeye yöneliktir: Bakış, iman gözüyle; Kur’an’ın öğretmesi ve Hz. Muhammed’den alınan dersin sonucudur. Bu ifade bize münacat’ın bu sacayağı üzerinde şekilleneceğini gösterir. Münâcatta rehber Allah’ın Hakîm ismidir. Esma-i Hüsnâdan “Hakîm” isminin seçilmesi rast gele değildir. Çünkü kâinat kitabını okumak, ancak bu ismin rehberliğinde mümkündür. Bu girişten sonra Üstâd bakışlarını makrokozmosa çevirir.

Bediüzzaman münacata, Allah’ın varlığını dikkatlere sunmakla başlıyor. Çünkü samimi bir yakarış, samimi bir imanın sonucu olabilir. Önce kâinatı yaratana iman edilecek ki ondan istimdat edilsin. Bu cümlede dikkat edilirse, anlamı pekiştirmek için “yoktur ki… etmesin” tarzında bir ifade kalıbı seçilmiştir. Bu seçim anlamı vurgulamak ve pekiştirmek içindir. Düz cümlenin tekdüze akışı bu kalıpla sarsılarak dikkat olumlu sonuca çevriliyor. Bu kalıp münacat boyunca sürdürülerek vurgu sağlanmış, esere şiirsel bir güç katmıştır.

İlk paragrafta kâinat kitabının okunması büyükten küçüğe doğru sürdürülüyor: Önce varlıkta hükümferma olan nizam ve intizam hatırlatılıyor, ardından gök cisimlerinin bu nizama uymaları Rububiyyet ve vahdet (birlik)e delil olarak gösteriliyor. Yıldızlar ve gezegenler arasındaki mükemmel nizam ve uyum, uyum içinde yörüngeden sapmayan hareket  bu delillerin başlıcalarıdır. İkinci paragrafta da gökyüzü sayfasının okunması sürdürülüyor. Gökyüzünün öne alınması sebepsiz değildir; insan başını kaldırıp baktığında uçsuz bucaksız bir boşluk ve onu ışıltılarıyla dolduran sayısız gök cismi karşısında hayret duymaz da ne yapar… Bu sebeple Bediüzzaman önce bakışlarını göklere çevirir ve okuyucuyu uyarır: Her cisim tek başına Allah’ın varlığına ve birliğine şahadet ettiği gibi hepsi birlikte sergiledikleri ortak nizam ve intizamla bu şahadetlerini birleştirir, cerh edilmesi imkansız bir vahdet delili oluşturur. Feza sahifesinin okunması üçüncü paragrafta da sürer. Nazar, genelden özele doğru kayar: Yıldızlar, aylar, güneşler sırasıyla münacat satırları arasında tefekkür gözünden gönül kulağına vahdeti fısıldar. Bütün büyük gök cisimleri dönüşleri, hareket ve sükûnetleriyle bir yaratıcının varlık delilleri olarak dikkatlere sunulur.

Gök cisimlerinden sonra atmosfer olaylarına gözler çevrilir: Uzaktan yakına doğru bir fikri yolculuk görünür bu satırlarda. Bulutlar, şimşekler ve gök gürültüleri, insanın gözleri önüne çekilen ülfet perdelerini parçalayıp darmadağın ederek Allah’ın varlığını haykırır adeta. Bulut, cansızdır, akıl ve şuur sahibi değildir ama, yeryüzüne yağdırdığı yağmur son derece şuurlu bir ilim ve iradenin yansımasıdır. Muhtaç olan canlılara bulut vasıtasıyla yağmurun, suyun gönderilmesi aklı, gönderene çevirmek için bir uyarıcı değil de nedir? Bütün bu atmosfer olayları tek tek Allah’ın varlığının gerekliliğine işaret ettikleri gibi, hepsi birlikte sergiledikleri uyum ve düzen ile de bunu pekiştirir. Bunlar her şeyi kuşatan bir ilim, irade ve kudret sahibini işaret eder, gaflet içindeki gözlere gösterir, gönülleri teyakkuza sevk eder.

Gökyüzü ve atmosfer olayları bir yaratıcıyı gösterdikleri gibi, öldükten sonra dirilmenin de delilleridir. Çünkü her an atmosferi kuşatan değişiklikler, bir anda yazın kışa, kışın bahara dönüşmesi, bir âlemin gelip bir diğerinin gitmesi, insanda haşir inancını pekiştirir. Bir anda gökyüzünü değiştiren kudret, insanın önündeki kabir engelini kaldırarak haşri gerçekleştirebilir.

Gökyüzü sayfası ibret gözüyle okunduktan sonra, gözler, üzerinde yaşanılan yer yüzüne çevrilir: Gökyüzü gibi yeryüzü de barındırdığı canlı cansız, ruhlu ruhsuz bütün varlıklarıyla Allah’ın varlığını, birliğini, ilim, irade ve kudretini gösterir. Önce yerküre, ardından onun üstünde yaşayanlar; münacatta  sürekli büyükten küçüğe, küçükten büyüğe doğru bir tefekkür, uruç ve nüzulü anlatılır. Bediüzzaman bu yöntemle yakaran insanın gaflete dalmasını önler. Bu,  adeta çağlayanlar, çavlanlar oluşturan, mecrasında zikzaklar çizerek tekdüzeliği bozan bir ırmak manzarası gösterir. Bediüzzaman, rahmetin kuşatıcılığını anlatmak için bütün canlıların rızıklarının verilmesini bir bir sayıp dökerek hatırlatır; bu rızıklandırmanın, Allah’ın şefkat, rahmet ve merhametini göstermesi yanında,  ilminin kuşatıcılığını ve hikmetini de nazara verdiğini söyler. Ancak bütün bu kâinat ve kâinatta cari olan nizam, güzellikler ve rahmet, ilim ve hikmet insana yöneliktir. İnsana büyük bir görev yüklenmesine rağmen kısa bir hayat verilmiştir. Sonsuza ayarlı insan, muvakkat bir ömürle sınırlandırılmıştır. Bu kadar yetenek, duygu ve duyular kısa bir hayat için olmasa gerek… Bu, haşri akla getirir.

Bediüzzaman’ın en çarpıcı ifadelerinden biri de şüphesiz “Ey şiddet-i zuhûrundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes!” ifadesidir (Benzer bir ifadeyi Sinan Paşa da kullanır.). Onun varlığı o kadar açık, o kadar gözler önünde, o kadar ihtişam içinde kendini gösteriyor ki adeta onu gözlerden gizliyor. Bediüzzaman, bu ifadeleri yer yer tekrarlayarak münacata  bir canlılık kazandırır, bununla insana, silkinerek kendine gelme imkanı sağlar. Kul, hüzün, tezellül ve acz içinde yakarırken birden bu ifadelerle silkinerek muhatabının kudret ve hikmetini yeniden hatırlayarak tazelenen bir vecd ve imanla yalvarışını sürdürür. Ardından denizler, nehirler, göller ve çeşmelere gözler çevrilir; bu büyük su kütlelerinden su damlasına dönülür ve su damlalarındaki muhteşem kudret eserlerine düzen ve intizama bakılır. Sonra kumda ve suda yaşayan ve rızıkları mükemmel bir biçimde verilen varlıklara dikkat çekilir. Bu tefekkürî münacatta adeta bütün kâinat  teftişten geçirilir. Her varlık hatırlatılarak üzerlerindeki tevhid sikkeleri okunur, okutulur; kalb ve akıl kulağına kimi zaman gök gürlemesi, kimi zaman bir meltem esintisi gibi fısıldanır.

Okyanuslar, denizler, ırmaklar, çaylar ve dereler derken gözler dağlara, yeryüzünün üzerine çakılan hazineli direklere çevrilir. Dağların yaratılış hikmetleri, insanlara ve canlılara faydaları, barındırdıkları maden ve maddelerle yararları bir bir sayılır; bunların ardındaki hikmet, ilim, şefkat ve merhamet  gösterilerek Tevhid’e ulaştırılır.  Dağlardan, sahralara, ovalara, bağ ve bahçelere dönülür münacatta; adeta bir gezgin gökyüzünden başlayarak yeryüzüne ve dünyanın dört bucağına bir yolculuğa çıkmıştır. Bu yolculukta görülen  her varlık, müşahede edilen her hadise bir Vahid-i Ehad’in bir Kayyum-ı Bâki’nin varlığını ve birliğini gösterir. Sonra bitkilerin, ağaçların yaratılmasına dikkat çekilir. Akılsız ve ruhsuz topraktan sanat harikaları olan bitki ve ağaçların yaratılışı hatırlatılır; bunlardaki müşterek nizama işaret edilir. Bir avuç toprağın içine ekilen tohumlardan şaşırmadan, karıştırmadan farklı bitkiler yeşertmesindeki harika sanata  gözlerin çevrilmesi sağlanır. Bitki ve ağaçların duruşları, yaprak, çiçek ve meyveleriyle yaratıcılarını acizden ve kusurdan tenzih ettikleri hatırlatılır.

Tabiatın dört bir tarafını gezdikten sonra insan ve hayvanlara bakışlar çevrilir; bu varlıkların fiziki  görünümleri ve yaratılış bakımından harika oluşlarıyla  onun varlığına ve birliğine tanıklık ettikleri vurgulanır; bu mükemmel varlıkların tesadüfe verilemeyeceği canlı bir üslupla dile getirilir. Bütün varlık âlemini seyirden sonra “hayat” kavramına dönülür: Çünkü kâinatın münteha neticesi hayat, hayatın hülasası ruh, ruh sahiplerinin en camii insandır. Bütün kâinat hayata musahhar yaratılmıştır. Bütün varlıklar basamak basamak buna hizmet etmektedir.Hepsi insanın hizmetine sunulmuştur. İnsan yaratılıştan yaratanını sever. Allah da onları seviyor ki yaratmıştır. Zaten hilkat-i âlemin sebebi de bu muhabbet değil mi? Bediüzzaman sözü yine haşre, öldükten sonra dirilmeye getirir: Allah, bu kadar  sevdiği insanları yokluğa mahkûm etmeyecek, kendisini cidden seven ve yeryüzünde halifesi olan insanı gücendirmeyecek, ebedî bir hayatla ödüllendirecektir. Çünkü insanda tecelli eden esma, onun  baki bir hayat için olduğunu apaçık göstermektedir.
İnsan söz konusu olunca, bu nevin en seçkini olan peygamberler, veliler  ve asfiyalar da münacatta  onun varlık ve vahdetinin delilleri olarak hatırlatılır; mucize ve kerametlerinin de bunu tasdik ettiği vurgulanır. Ve özellikle Hz. Muhammed(SAV)  nazara verilir.

Münacatın devamında bütün peygamber ve velilerin şahitliğinde Tevhid ifade edildikten sonra kader konusuna vurgu yapılarak insanların ebedî bir hayata namzet olduğu ve iyilerin kötülerden ayrıldığı bir Cennet ve Cehennem’in bulunduğu hatırlatılır. Cennet ve Cehennemin celâl ve cemâl sıfatlarının bir gereği olduğu ifade edilir. Allah’ın, kendisine inanan, iman eden sayısız dostlarının ebediyete dair dualarını reddetmeyeceği, emirlerine itaat eden kulları için mükâfat; isyan edip karşı gelenler için bir ceza vereceği iç ürpertici ifadelerle anlatılır. Hak isminin bir gereği olarak haşrin vuku bulacağı güçlü bir dille, adeta haykırma derecesinde bir eda ile vurgulanır. Münacatın sonunda bütün varlıkların Allah’ı zikir ve tesbih ettiği anlatılarak yakarış nefis ve şeytanın şerrinden istiaze, kabir ve cehennem azabından  muhafaza ile  talebelerinin Firdevs cennetinde mesut kılınması dilenir.Münacat bir ayetle bitirilir.

Münâcat, salt bir yakarış metni olmayıp, kalpleri  ve akılları pozitivizmin serpintileri karşısında sarsılan insanlara tefekkürî bir iman aşısı olarak hitap  için zikredilen esma-i hüsnanın anlamlarına göre zengin bir muhteva gösterir. Esma ve muhteva arasında tam bir uyum, münacatın en belirgin özelliklerindendir.

Münâcattaki bazı cümleler, âdeta kâinatta Rabbini arama yolculuğuna çıkan insanın karşılaştığı şüphe ve tereddütlere karşı savunma silahı, görülen tabiat varlıklarını ve olayları tefekkür için birer hazırlık, birer işaret fişeği durumundadır. Bu cümleler gelecek tefekkür paragraflarının hazırlığı işlevini yapmıştır. Çünkü her cümlede geçen esma ve sıfat-ı İlahîye’ye uygun  tefekkür  paragrafı/paragrafları gelmiş, okuyucu çıktığı tevhid yolculuğunda bu işaret meşalelerinin ışığında imanı artarak göklerden arza, okyanuslardan denizlere, göllere, ırmaklar, ağaç ve bitkilerden yaratılmış bütün varlıklara uğrayarak onların lisan-ı hâlinden aldığı dersle imanı basamak basamak artarak sonunda  bu dünyanın sadece bir bekleme salonu, bir uğrak yeri olduğu gerçeğinden hareketle, Allah’ın sevdiği ve onların da Allah’ı sevdiği mümin kullarına bir ahiret hayatı hazırladığı gerçeği kuvvetli aklî delillerle akla ve kalbe  kabul ettirildikten sonra kendisi ve talebeleri için istiazede bulunularak  Cennet talep edilmiştir. Seçilen üslûp, konuya tamamen uygun olup Bediüzzaman’ın eserlerinin ana ekseni olan iman vurgusu, her cümlede kendini gösterir. İfadelerin, münacat üslûbuna uygun olarak yüksek tonda, fakat kulun, Rabbi karşısındaki acz ve fakrını gösterecek  biçimde kurgulandığı da dikkat çekicidir.

Ayrıca her hitap cümlesinden sonra, çoğu yerde “Ben imanın göziyle Ve Kur’an’ın ta’limiyle ve nuriyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın dersiyle…” ifadeleriyle başlayan cümlelerle de sürekli olarak yakaranla Allah arasındaki iman bağı hatırlatılmış olması, münacatın önemli özelliklerindendir. Yakaran, kime dua ettiğini, bu duada kimi ve neyi rehber edindiğini bilerek istek ve dileklerini bilinçli bir biçimde ifade etme durumundadır. Kul, sarsılmaz, sağlam bir imanla, Kur’an ve Hz. Muhammed rehberliğinde dua eder de o dua kabul edilmez mi? Bu hassasiyet külliyatın hemen her sayfasında kendini gösterir. Her ders, mutlaka Kur’an ve Hz. Muhammed’e göndermeler ve onlara muhabbet ifadeleriyle sonlandırılır. Metinde yer yer seci ve aliterasyon ve tekrarlarla şiirsel bir eda yakalanmıştır. Ancak bu eda, eserin asıl amacını perdelemeyecek, gölgelemeyecek bir sıklıktadır. Çünkü Bediüzzaman’ın amacı edebî bir eser yazmaktan çok, imanı  pozitivizmden rahnelenen Müslümanların inancını güçlendirmek, onlarla Rableri arasındaki bağı sağlamlaştırmaktır.

Münacatın dili, konuya uygun olarak özellikle din dili Arapça kelimeler bakımından zengindir. Ancak kullanılan kelimeler  genel olarak Esma-i hüsna başta olmak üzere daha çoğu dinî kaynaklıdır. İlk bakışta kelimeler zor ve anlaşılmaz gibi görünse de, az çok dinî metinlerle meşgul olan insanların bunlara pek de yabancı olmadığı söylenebilir. Zaman zaman kelimelerin Türkçe ya da Farsça müteradifleri söylenerek metin daha anlaşılır hale getirilmiştir. Bu eserin, bin yıllık kültür birikimimizin bir ürünü, bir neticesi olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Böyle eserler geçmişle günümüz arasında bir köprü niteliğindedir.

Sonuç olarak aralarında neredeyse beş yüz yıl mesafe bulunan iki münacattan  sunmaya çalıştığımız örneklerle bu eserleri karşılaştırmaya çalıştık. Sinan Paşa, belki de felsefî vehim ve tereddütler içinde kıvranan ruhunu  bu Tazarru’name ile arındırmış, Rabbi ile arasına sağlam bir yakarış bağı oluşturarak huzura ermenin hazzını yaşamıştır. Paşa son derece samimi; o oranda edebî olan ve hacimli bir kitap muhtevası içinde Rabb’ine yakarmış, kalbinin yaralarına merhem olan içli yakarışlarını, benzer tereddütler yaşayanların yaralarına ilaç olarak kaleme almıştır. Sinan Paşa’nın cümleleri Bediüzzaman’ın cümlelerine göre daha kısa, seci ve aliterasyonlarla daha yüklüdür. Yine, devrik cümleler Tazarru’name’nin  önemli bir özelliğidir. Eserine çokça manzum parçalar ekleyerek şairliğini de gösteren Paşa,15. yüzyıldan günümüze ses verecek bir eser bırakarak değerli bir hizmette bulunmuştur. Tazarru’nâme’nin birçok bölümü günümüzde de rahatça okunabilecek, anlaşılabilecek niteliktedir. Gönül, zaman zaman minberlerden bu eserden yankılanan dualar işitmeyi diler.

Münacat Risalesi, bir yakarış olmanın ötesinde mensur bir şiir özelliği gösteren bir tefekkür eseridir. İnsan ancak tefekkür ve dua ile ruhunun, günlük hayattan gelen tozlarını silkeleyip yaratanının huzurunda gönül ve vicdan esenliğine kavuşabilir. Her iki eserde de görüşler ayet ve hadislerle desteklenerek sunulmuştur. Sinan Paşa’nın bir kitap hacmi içine eriterek yaydığı tefekkürü, Bediüzzaman on sayfalık bir risaleye derc etmiştir. Bu sebeple  Münacat’ta yoğun, derin bir tefekkür atmosferi insan ruhunu kuşatır. Münacat, salt bir dua olarak görülmemeli, bir düşünce, bir tefekkür metni olarak da değerlendirilmelidir. Kelam ve felsefe ile uğraşanlar bu risalede, bir düşünürün, şüphe ve vesveseler karşısında şahlanan muhakeme ve tefekkürünün seçkin örneklerini bulabilirler.