Tartışmanın odağı iki kelime Meşrutiyet-i Meşrua veya Demokrasi

Değerli bir bilim adamıyla yaptığımız bir fikir teatisinde dile getirdiği şu ifadelerini hiç unutamıyorum. Özetle:

“Kemalistler Demokrasiyi şartlı kabul eder. Kemalizm artı demokrasi derler. Said Nursi de Demokrasiyi şartlı kabul eder. Meşrutiyet-i Meşrua derken Şeriata dayalı bir Meşrutiyeti veya Şeriat ile terbiye edilmiş demokrasiyi benimsediğini ifade eder.” demişti ve “Bunu nasıl izah ederiz? Merak ediyorum”  diyerek müthiş bir tartışmanın da fitilini yakmıştı. O gün o konuyu hayli tartışmıştık. Bir noktada birleştik diyemem zira bu konu hayli taze ve taze olduğu kadar geniş mahfillerde tartışılması gereken de bir özelliği var.

Bir başka İlahiyat Profesörü de bir TV söyleşisinde şunları söylemişti. Mealen:”Benim içimde sakladığım bir sistem var. Onu bugün açıklayıp tavsiye edemiyorum. Şartlar gereği bugün için en güzel sistem olarak demokrasiyi tavsiye ediyorum.” demişti.

Ben o gün o bilim adamına onu doğrular bir şekilde: Said Nursi’nin öğretileriyle yetişmiş ve o fikirlerin doğruluğuna inanan bir kişi olarak “Demokrasi ama dinin terbiyesinden geçmiş bir demokrasiyi kabul ettiğimi” ifade etmiştim.

Bunu söylerken içimdekileri saklamak gibi bir düşüncem de yoktu.

Sırf Allah’ın emri olduğu için değil. Aynı zamanda insanca yaşamanın temel bir prensibi olduğu için söylemiştim. Yani, bu öyle körü körüne bir inanış değil. Doğruluğunu ispatlamadan kabul ediyor da değilim.

Peki! ifade ettiğim bu düşünce demokrasiyi engelleyen bir düşünce midir?

İşte asıl kafaları karıştıran soru budur. Yani, Şeriatın terbiyesinden geçmiş bir demokrasiye demokrasi denir mi? Sorusuna ben peşinen şu cevabı veriyorum.
Evet, böyle bir demokrasiye demokrasi denir hem de gerçek demokrasi denir.
Nasıl?

Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki, Said Nursi’nin bu konudaki fikirlerini ifade ederken Kemalizm ile kıyaslayarak vermek işi başından çıkılmaz bir duruma sokar. Çünkü, her iki fikrin esasları arasında büyük fark var.

Biri en katı diktatörlüğü savunurken diğeri hürriyetleri ve demokrasiyi “Rahmanın insanlara bir hediyesi, bir ihsanı” olarak görür ve savunur. 

Örneğin, devrim İlkeleri ve bunların uygulamaları demokrasi ile açıktan çatışmaktadır. Sadece “devletçilik” ilkesinin uygulaması bile bu iddiamızı ispata kâfidir.  Yani bu ilkeye göre devlet kutsaldır. “Devlet için fert feda edilir, devletin hukuku olduğunda ferdin hukuku dikkate alınmaz”. Bu kural tek başına demokrasiyi tahrip etmeye kafidir. Hem bu kural Cumhuriyetle başlamış bir kural da değildir.  İnsanlığın vahşet dönemlerinden süregelen adeta bir insanlık dramıdır.

Osmanlı Padişahları bile bu kural nedeniyle evlatlarını veya kardeşlerini öldürtmekten çekinmemişler. Devletin bekası ve milletin selameti daha önemli kabul edilmiş. Cemaatler bile bugün bu kuralı esas almakta beis görmüyor. Yani “cemaat için fert feda edilir” kuralını işlettiklerinden birçok fert cemaat tarafından dışlanmış ve elindeki bir takım hakları gasp edilmiştir. Adeta, yaşarken öldürülmüştür.

Oysa Said Nursi’nin fikri yapısında bu ve buna benzer düşüncelere rastlamak mümkün değildir. Devletin üniterliğini savunmakla birlikte devleti kutsallaştırmaz. Ve ferdin hukukunu her zaman önde tutar. Hatta “Devlet için fert feda edilir” kuralına “İşte bu vahşiyane irticaın, bu dehşetli zulümlerine karşı” gibi ağır ifadelerle zulümlerini yüzlerine vurur. O yanlış düşüncenin yerine şöyle bir kuralın ihdas edilmesini ister. “Bir insanın hakkı bütün insanlığa dahi feda edilmez”. Fert kendisi fedakârlık ederse o başka meseledir. O mertliktir, kahramanlıktır.

Yine bir başka kuralı nazarlara sunarak hukukun üstünlüğü konusunda mükemmel denecek bir düstur arz eder.

 "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." (En'âm Suresi: 6.164) ayetini şöyle tefsir eder.  “Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mesul olur; dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye iki Harb-i Umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle, esfel-i safilin olan o vahşî irticaa düşecek.” (Emirdağ Lahikası sh. 319)

Vahşi irtica kelimesinin Risale-i Nur’daki karşılığı İnsanlık tarihinin vahşet dönemidir ki, o dönemlerde bir aileden veya bir aşiretten biri suç işlese o suç aileye veya aşirete mal edilir. Ve cezası onlara kesilirdi. Bu vahşi uygulama İslam’ın getirdiği bu yüce prensiple kaldırılmıştır.

Devrim ilkelerinden Laiklik ilkesinin uygulanması da bu anlamda dikkat çekmektedir. Dünya yüzünde binlerce din vardır veya dine benzeyen inançlar vardır. Bunların hepsini görmezden gelmek ve bu insanların inançlarını yaşamalarında onlara engel çıkarmak temelde demokrasinin hoş görmediği ve kabul de etmeyeceği bir anlayıştır.

Bu anlayışı Bediüzzaman Said Nursi de kabul etmemektedir. Hem laiklikle ilgili şu ifadeleri dikkate değerdir. “Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telâkki ederim.” (Şualar 14. ua Sh. 318) Yani laikliğin böyle tarif edilmesi ve böyle uygulanması fikri Bediüzzaman Hazretlerine sıcak gelmektedir.

Devrim ilkelerinin diğer maddelerinin uygulanmasının da bunlardan farkı yok. Demokrasi ile bağdaşmayacak uygulamaları söz konusudur. Dolayısıyla Kemalist anlayışın demokrasiye şart koyması ile Bediüzzaman hazretlerinin şart koyması arasında fark var.

Biri; demokrasiyi kökten rafa kaldırıyor.
Diğeri: aksine daha ileri bir demokrasinin uygulanmasını öneriyor.

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.