Tarihle vals: İnsan yürüdü; tarihi, korku bürüdü

Bugün neredeyse bildiğimiz her şeyi, özellikle de bizim -farklında bile olmadan içselleştirdiğimiz- bütün bilme biçimlerimizi tek bir çağa borçlu olduğumuzu düşündünüz mü hiç? Evet handiyse bütün bildiklerimizi ve bildiklerimizi bilme biçimlerimizi de, -dünyayı geçtik-, kendimize dâir bildiklerimizi ve kendimizi bilme biçimlerimize de büyük ölçüde 18. yüzyıla borçluyuz: Aydınlanma çağı'na.

Aydınlanma çağı, modernliğin kurulduğu çağdı. Bir önceki yüzyılda, Descartes, şüpheyi sistematize etmiş, akıl çağı'nın temellerini atmış, bir yüzyıl sonrasındaysa Descartes'ın girişimi, Aydınlanma çağı'na evrilmiş ve bütün bunlar, Avrupa'nın, -kısmen Roma İmparatorluğu tecrübesi dışında- tarihte dünyanın kaderini, seyrüseferini değiştirecek, tarihi yerinden edecek, tarihi evsizleştirecek, ontolojik şiddete maruz bırakacak tarihî bir yolculuk başlatmasının fitilini ateşlemişti: Modernlik kuruluyordu artık... Yalnızca Avrupa'da değil, dünya ölçeğinde de derinlemesine köksalıyordu...


* * *
İşte 18. yüzyıl, sadece Avrupalıların değil, bütün dünyanın zihin haritasının entelektüel gen 'topografya'sını çıkarmakla meşguldü harıl harıl.

Her şey yeniden tanımlanıyordu. Her şey silbaştan elden ve gözden geçiriliyor, yeniden tasnif ve tarif ediliyordu: Geçmiş ile gelecek, yer ile gök, insan ile Tanrı, her şey, Descartes'ın cogito'sunun ('bilen insanın varolabileceği' mottosunun) merceği altına yatırılıyor ve merceğin altında tam bir metamorfoz yiyerek bambaşka bir şeye dönüştürülüyordu.

Dönemin ressamları, sanatçıları, zihin haritacıları, ortaya çıkan bu yeni durumu coşkuyla kutluyorlar, insan zekâsının ve dehâsının, muhayyilesinin ve dünyasının sınırlarını zorluyorlardı...


* * *
Tanık olunan şey, tarihin doğuşuydu aslında: Tarihin gelişi. Tarih, artık insanların avuçları kadar yakındı insanlara, hatta avuçlarının içindeydi -Aydınlanmacıların.

Bütün medeniyet atılımlarında gözlemlediğimiz heyecan, coşku, günışıması, gözkamaşması ve yılmaz keşif coşkusu, aslında tek bir şeyin eseriydi: Hareket'in... Hareket keşfedilmişti.

Daha doğrusu, hareket ve hız kontrol altına alınmıştı... Daha sonraları, postmodern zamanlara geldiğimizde, buna, haz'ın da kontrol altına alınması ve ayartıcı şekillerde kolonize edilmesi eşlik edecekti...

Dünya sâbit değildi artık: Hareket hâlindeydi... Hızla 'ilerliyordu'... Dünyanın hareket yasalarını keşfeden modern insan, yerinde duramıyordu bu yüzden. Oryantalist söyleme damgasını vuran, oryantalist muhayyileyi uykusuz gecelere mahkûm eden 'Doğu'nun hazinelerine ulaşma hayali', bir rüya değildi; gerçeğe dönüşmek üzereydi...


* * *
Yeni bir dünya kuruluyor ve şöyle bir algı kırılması yaşanıyordu sanki: O zamana kadar, tarih insana yürümüştü. Yürüyen tarihti hep.

Oysa o zamandan itibaren, bu kez, insan, görünüşte yalnızca tarihe yürümekle kalmamış, aynı zamanda tarihin üzerine yürümeye soyunmuştu.

İnsanın modern zamanlara kadar kendine yürüyen tarihe, modern insan, gerçekte, tarihe doğru yürüyerek değil, tarihin üzerine üzerine yürüyerek karşılık verecekti!

İşte bu tarihin durması, demekti: Böylelikle tarih duracak, bu kez, insana yol verecekti: İnsan, hem tarihi durduracak, hem de dumura uğratacaktı: İnsan, hareketi keşfetmiş, dünyayı harekete geçirmişti ama bu kez tarihi belli bir noktaya sâbitlemişti.

Hareketi, donma'ya dönüştüren zihin haritası, nasıl bir zihin haritasıydı acaba? İşte size üzerinde düşünmeye değer bir soru.

Bu sorun'la modern tarih boyunca ilk kez karşılaşmıyorduk: Postmodern zamanlara girince, hız, haz'la birlikte insanı da, dünyayı da, hayatı da ve tabiî tarihi de önüne katarak bir belirsizliğin eşiğine doğru sürükleyerek sanallaştıracak ve kontrolsüz hareketin nasıl insanı kontrolden çıkaracağını, geçmiş ve gelecek zaman duygusunu iptal ederek insanlığı ve hayatı genişletilmiş tek bir zamana, geniş zaman'a 'hapsederek' bir bitiş noktasının eşiğine nasıl getirip bırakıvereceğini daha sonra görecektik, hayatımızın her alanında ve ânında üstelik de!

Sonuçta, bir top gibi oynamaya başladı tarihle modern insan. Topaç gibi çevirmeye tarihi. İstediği şekilde evirip çevirerek istediği şekle girdirmeye...


* * *
İnsanın hareketi, gerçekten de tarihi de harekete geçirebilmiş miydi peki? Modern insan, deyim yerindeyse, 'tavuk gibi yoldu' tarihi; paçavraya çevirdi; kelimenin tam anlamıyla, 'anasından emdiğini burnundan getirdi' tarihin.

Tarihi, kazdı; kazdıkça kazdı ve harabeye dönüştürdü: Delik deşik etmediği, tastamam enkaza çevirmediği hiçbir bölmesini bırakmadı insanlık tarihinin.

Modern insan, tarihi kazmakla tarihi kazanmadı; kaybetti aslında: Dokunulmamış hiçbir tarih bırakmadı çünkü: Batılıların kazmalarının delmediği, oymadığı, soymadığı, soyup soğana çevirmediği tek bir tarih dilimi bile kalmamıştı insanlık tarihinde.

Avrupalılar, kendi Aydınlanma çağlarını yaşıyorlardı: O yüzden insanlık tarihinde karanlık kalan hiçbir tarihî bölme bırakmaya niyetli değillerdi.

İyi de, Batılılar, insanlık tarihine yaptıkları bu yolculuklarla insanlığın tarihini mi keşfediyorlardı, kendilerini mi? Elbette ki, kendilerini keşfediyorlardı. Kendi gerçekleştirdikleri tarihî yolculuğu meşrûlaştırmaya, kendilerinin başkalarından ne denli üstün olduklarını -başkalarına değil, her şeyden önce ve öte- kendilerine ispat etmeye çalışıyorlardı.


* * *
Peki, sonuç ne? Görünüşe bakılırsa, insanlık tarihinin bütün birikimlerine ulaşabilecek durumdayız. Peki, gerçekte de durum böyle mi acaba?

Batılılar, insanlık tarihinde gerçekleştirdikleri bu tarihî ve entelektüel arkeolojinin, insanlığın medeniyet birikimlerinin hepsini işte tarihin keşfedildiği ve yeniden-kurgulandığı çağ olarak dikkat çektiğim 18. yüzyılın Aydınlanmacı / Avrupacı perspektifleriyle silbaştan -kendilerine göre- tanımladılar ve daha da kötüsü, tarihin -evet, bizim tarihimizin bile!- nasıl tanımlanabileceğinin, okunabileceğinin, anlaşılabileceğinin ve yorumlanabileceğinin perspektiflerini de sundular bize!

Aslında bu, insanlık tarihinin hem tersyüz edilmesi, içeriğinin boşaltılması, ruhunun çalışnması; hem de 'neyse o olarak' anlaşılamaz hâle getirilmesi ve bitirilmesi demekti.


* * *
Bu gözlemlerimi bir de kendiniz kendi üzerinizde sınayın, isterseniz: Tarihi, dönemlere nasıl ayırıyorsunuz? Eskiçağ, Ortaçağ ve Yeniçağ olarak, değil mi? Kendi tarihinizi, kendi ülkenizin tarihini, tarihî yolculuğunuzu neye göre, nasıl ve niçin öyle tasnif ediyor, tarif ediyor ve dönemlendiriyorsunuz acaba?

'-Pardon, anlamadım?'

'Geçmiş olsun, ruhunuza el-fatiha, o hâlde!'


* * *
Tam bu noktada, şu tedirgin edici soruyu sorun kendinize ve kafanızı ellerinizin arasına alarak derin derin düşünün bakalım işin içinden çıkabilecek misiniz: Bilen misiniz, bilinen mi?

'Pardon, vals'inizi berbat mı ettim?'

Ne güzel eğlenip gidiyorduk, diyorsunuz değil mi? 'Ne diye ağzımızın tadını kaçırıyorsunuz, sayın yusuf kaplan?

'İyi de, vals'inizi berbat edenin ben olduğumdan emin misiniz gerçekten?'

Yeni Şafak

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.