Tanzimatçı Kafa Kürt Sorununu Çözebilir mi?

Hasta Osmanlı ülkesine, asrın başında şer tohumları ile birlikte ekilen “Kürt Sorunu”nun, Müslüman Anadolu coğrafyasında ve yeni nesil zihinlerde nasıl kök saldığını ve nasıl girift bir hal aldığını üzülerek görüyoruz. Sosyal bünyemizi besleyen can damarlarımızı akamete uğratarak, bin yıldır beraber yaşayan Müslümanların kardeşliğini, birlikteliğini, bütünlüğünü ve ittihadını temelden sarsacak devasa boyutlara ulaşmıştır bu sorun.

Bu illet, bir virüs gibi bünyenin bir organında (Doğu ve Güneydoğu bölgesinde) kök salıp kangrene yol açmıştır. Bu virüsü aşılayan ve besleyen dış mihrakların amacı; topyekün Ortadoğu bölgesini ve Müslüman milletleri birbirine düşman hale getirerek sömürmek, bağımlı hale getirmektir. Amaç; müslümanların tekrar birleşip güçlenmelerini engellemektir. Amaç; özellikle İttihad-ı İslam’a mani olmak ve bunu başarabilecek istidadı olan Osmanlı Türkiyesi’nin yeniden tarih sahnesine çıkmasına fırsat vermemektir. Amaç; İslam’dan bilhassa Müslümanlığı üç kıtaya ve Avrupa’nın göbeğine kadar götüren Türklerden haçlı intikamını almaktır…

İşte PKK’nın arka planında yatan kirli gaye budur. İleri sürülen argümanlar ise birer bahaneden öteye geçememektedir. Hele kürt halkının menfaatini savunuyoruz iddiası ise koca bir yalandan ibarettir. (Yoksa; Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yatırım yapmaya gelen şirketlerin şantiyelerini, Havaalanı inşaatlarında, köy ve şehir yollarında çalışan iş araçlarını, köprüleri, okulları ve fabrikaları halkına hizmet adına mı yakıyorlar? PKK’nın yakıp yıktıklarına karşı BDP’den de şimdiye kadar hiç tepki geldi mi? Onların temsilcisi olarak Meclis’te bulunan vekillerin şimdiye kadar iş ve aş adına Doğu’ya yatırım taleplerini hiç duydunuz mu?)

Uzmanların verdiği rakamlara göre bugüne kadar ekonomimize vurduğu darbe bir trilyon doları aşmıştır. Sadece İstanbul-İzmir otobanın maliyeti, körfeze yapılacak asma köprü dahil 11 milyar dolar tuttuğunu düşünürsek, ülkenin geleceğinin ve refahının nasıl heba edildiğini, bu dış kaynaklı belanın Müslüman halkımıza maddeten vurduğu tokadın büyüklüğünü fark edebiliriz.

Tabii ki, bu belayı sadece ekonomik olarak değerlendirmiyoruz, bunun bir de demokrasi ve insan hakları boyutu vardır ki, bu boyutu diğerinden daha da önemli görüyoruz. Özellikle “Arap Baharı”  olarak kamu oyunda adlandırılan diğer İslam ülkelerindeki hadiseler, Türkiye’deki PKK olaylarını ve terörün iç yüzünü, beslendiği zemini, ayrıntılı bir şekilde tahlil edilmesini zaruri hale getirmiştir.

Ne yazık ki, Türk bürokrasisinin ve yıllardan beri Batılı düşünce ve fikirle yetişen Türk aydınlarının, “Kürt Sorunu”nun çözümü için ne bir kabiliyeti ne ortak bir iradesi ve ne de bir yol haritası henüz yoktur.
Zaten, Türk aydını Osmanlı'nın Batılılaşma serüveninin bir yan ürünüdür. Tanzimat'la birlikte ortaya çıkan, varoluşunu devlete borçlu olan bu yeni aydın toplumun dışında ve üzerinde bir konuma sahiptir. Bu nedenle aydınımız Batı aydınına halkın sorunlarına eğilme noktasında yeterince benzemez. Ona yöneltilen şikayetler genellikle bu yöndedir. Batı aydını gibi "ideal" özelliklere sahip olmadığından demokrasiyi, evrensel değerleri ve halkın sorunlarını bihakkın savunmakta yetersiz olduğunu görürsünüz.

Bakınız, Batı aydını -belli bir dönem- devletten bağımsız olmuş ve eleştirel bir zihniyet oluşturmuştur. Bilgi tekelini kırmış, doğayı, evreni, halkına yapılan muameleleri sorgulamış, demokrasi çıtasının yükselmesini sağlamış. Beyinlere, zihinlere, düşüncelere, fikirlere vurulan prangaları kırmıştır. Evrensel değerlerin savunucusu olmuş, bu değerlerin kendi ülkelerinde yerleşmesini sağlamıştır..
Türk aydını ki,- bunlar da farklı profillere sahiptirler- devlet içindeki kurumlarda ortaya çıktığı ve varlıklarını devlet içinde kazandıkları için toplumla bütünleşme diye bir kaygısı olmamış ve esas kaygıları devleti kurtarmak yönünde olmuştur . Bundan dolayı aydınlarımızın yüzü hep devlete dönük olmuştur. Devlet kadrolarına ve uygulamalarına yönelik yürüttüğü "eleştirel söylem" ise devletin varlığını sorgulamaya yönelik değildir. Eski kadroları yetersizlikle suçlayarak görevlere kendileri talip olarak yönelttikleri suçlamalardır. Kapı önü çekişmesi olarak adlandırılan bu durum çeşitli biçimlerde karşımıza çıkmaktadır.

Yıllarını kısır iktidar kavgaları ve koltuk hülyaları ile geçiren, boğazına kadar izm’e saplanmış, halkın değerlerinden habersiz, entelektüel etkin ve seçkinci aydınlarımız, taşıdıkları “Tanzimatçı Kafa”dan kurtulmadıkça esasen değişim, dönüşüm ve demokrasi alanında  bir şey beklenilmemelidir. Zaten bu aydın  prototipini tahlile tabi tuttuğumuzda, bu kesimden sadece gürültü, patırtı çıkaran sesler ve sloganlardan başka bir şey de duyamazsınız. Bunlarda çözüme matuf, ileriye yönelik düşünce ve fikir bulamazsınız. Asrın başında, şeflik zihniyetine ait birkaç ideolojik slogandan başka ileri sürdükleri hiçbir argümanları yoktur. Bunlar hala aradan bir yüzyılın bile geçtiğinin farkında değiller. 30’lu 40’lı yıllara takılıp kalmış bir kafa taşırlar. Bu kesimden ülkenin bir an önce kurtulması, özellikle Halk Partisinin kurtulması, zaruret kesbetmektedir. Bu sözlerimden Halk Partililerin gücenmesini istemem ama, bu partinin hücrelerini yenilemesinde, ülkenin menfaati ve demokrasi çıtasının yükselmesi, zihinlerin sivilleşmesi açısından fevkalade önemli itici bir güç olarak görüyorum.

Bir gurup entelektüel var ki ; maalesef onların akıl ve fikirleri mideye inmiş, her olayı menfaat ve kazanç noktasından değerlendirmektedirler. Sadece ve sadece rant ekonomisi refleksiyle hareket ediyor ve Batılı silah tüccarları ve petrol şirketleri adına  hareket ettikleri zannına kapılıyorsunuz. Bütün stratejilerini rant ekonomisi  üzerine kurmuşlardır. Bunlar sanki baronların, patronların, büyük şirketlerin  dilleridirler.  Dikkat ederseniz şayet, kalemlerinin uçlarında ihale zarflarını tuttuklarını da görürsünüz.

Diğer bir kısım aydının ise; ne söyledikleri bile belli değil. Bir iktisatçı prof arkadaşımın ifadesiyle; “Başbakan Demirel’in ülkenin ekonomik durumu ile ilgili verdiği ve yaklaşık  iki saat süren bir konuşmasını dinlemeye gitmiştim. Rakamlarla, istatistiklerle, güzel sözlerle süslediği konuşmasının sonunda, bir iktisatçı olarak emin olunuz ne dediğini, ne kastettiğini, yani hiç bir şey anlamadım. Ve arkadaşıma dönüp, bu adam iki saat boyunca bize ne anlattı diye, sormaktan kendimi alamamıştım, demişti”.

İşte bir kısım etkili mevkilerde yer tutmuş aydın gurubunda; kamu oyunu güya aydınlatıyorum diyerek ortalığı ajite ettiklerini, aynen Demirelvari  hergün hergün bir TV’den diğerine koşturarak saatlerce nasıl konuştuklarını, zamanı ve mekanı işgal ederek milleti nasıl dehşete düşürdüklerini görüyoruz. Ancak bunların sorunun çözümüne dair  ellerinde bir reçeteleri yoktur, bulamazsınız. Zaten böyle bir kafadan çözüm aramak da saflıktır, boş bir umuttur.

Bir kısım aydınlar da ise; hala ‘izm’in izlerini görüyorsunuz. Onlar halktan uzak, halk onlardan uzak. Aralarında uçurumlar var. Halkın derdi mi varmış, pek anlayacakları bir sorun değil bu. İşte bunlar sadece içkinin satış rakamları ile olayları değerlendirir ve çağdaşlığı plajların sayısal rakamlarıyla açıklamakla meşguller. Bir yanda da, flörtleriyle kırıştırırken, zaman zaman sanat adına koca koca laflar söyler ve sahnelerde ülkenin gericilerden behemehal kurtulmasının savaşını vermektedirler.

Bir kısım da bürokratik koltuklarında arkalarına yaslanıp,  ihtişam içinde protokol derdiyle meşguldürler. Bunların cesaret gösterip memleketin derdi ile ilgilenmelerini beklemiyorsunuz herhalde. Zaten bunların da böyle bir derdi yoktur. Bunlar, bu saltanatı ne kadar daha sürdürürüm gayesi içinde koşturmaktadırlar. Bunların içerisine sekülerleşen muhafazakarları da dahil edebilirsiniz.

Bilim yuvalarına baktığımızda ise zaten bir fecaat. Bunlara bilim adamı demek de mümkün değil. Üniversitelerimiz şimdiye kadar dost- ahbap ilişkileri içerisinde işlemiş, ‘titr’ler-unvanlar’ ideolojik olarak dağıtılmış, sonunda dünya eğitiminde esamesi bile okunmaz bir hale düşürülmüşlerdir. Tabii ki, böyle üniversitelerden ve böyle hocalardan da ne demokrasiye ve ne de “Kürt Sorunu”na dair bir çözümün gelemeyeceği açıktır.

Cumhuriyet ülkesinde sadece ve sadece, koca 70 milyonluk bir ülkede bir elin parmakları kadar ancak aydın bir gurubun çıkışına şahit olduk. Bunlar da referansları Batı kriterleri ve insan hakları olmasına rağmen büyük bir hışımla etkin ve seçkin hakim gurupların saldırısına uğrayarak susturuldular, etkisizleştirildiler.

İşte Tanzimatçı kafaların yüzyıllık uygulamaları ve icraatları sonunda ortaya çıkan ülkemizin hali bu. Etkin mevkilerde yuvalanmış, kendine aydın diyenlere ve Bu sorunu bu ülkeye getiren Tanzimatçı kafalara Kürt sorununu havale etmemeliyiz. Zaten; sorunu doğuran kafa, sorunu çözemez.
Evvela; bu kafayla hesaplaşmalıyız. Yani bir başka ifadeyle kürt sorununu bize bulaştıran Batı'yla hesaplaşmak, gerçek Türk aydını için kaçınılmazdır. Aydınımız Batı gibi düşünmekten, bakmaktan, yorumlamaktan ve yaklaşmaktan beynini, zihnini  kurtarmalı ve kendi öz değerlerine rücû etmelidir.
Saniyen; Kendimizi doğru bir biçimde açıklamak kadar, bohemist Batı'nın gerçek yüzünü tanımlamak da gerçek Türk aydınına düşen önemli görevler arasındadır.
Bir sonraki makalemizde Tüm olumsuzluklara rağmen bünyemize musallat olan bu Kürt sorununu çözecek güçlü bir iradeye ve inanca sahip olduğumuza dair düşüncelerimizi açıklamaya gayret göstereceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.