Deprem Kuşağında Liyakatsiz Yaşanmaz

I.
Deprem oldu yıkıldık. Telaffuz etmesi bile ızdırap veren şu külliyette insanımızı enkaz altında toprağa verdik. Sağ kalanlarımızla çadırlara, komşulara, yıkılmayan binalara sığındık. Şükür ki bir şekilde, şunca kurtulan, kurtarılan insanlarımız yıkılmayan binalar da vardı. Hani deriz ya cana geleceğine mala gelsin. Eyvallah, amma velakin, depremde tecrübe edindiğimiz gibi, mala gelen otomatikman cana da kıyıyorsa işte orada durmak lazım. Diğer ifadesiyle malla birlikte can da korunuyorsa nurun ala nur demektir. Bu noktayı depremde yıkılmayan yapıların önemi bir kat daha artmış oluyor. Yıkılmayan binalarda can kaybı olmamasının yanı sırra, sağlam binalar, onca yıkımın yanında bize, teselli veren, kendimize olan güvenimizi koruyan bir yanı da var. Bununla birlikte olanla olması gerekene mukayese imkanı, somut bir model, kalite standardı ve çözüm önerisi sunması bakımından oldukça önemli olsa gerektir. Sahi depremde bazı binalar yıkılırken, göreceli olarak yıkılmayanlar (toki vb.) nasıl yıkılmazdı?

Burada gerçekliğin diğer boyutuyla kendimize de haksızlık yapmadan, söyleyelim ki, şayet konu inşaatsa; bugün o konuda dünyada ikinci sırada öne çıkmış, dışarıda farklı yerlerde, dünyada standartlarında iş çıkaran ve tercih edilen bir ustalıkta olduğumuzun hakkını teslim etmeliyiz. Bu konuda yapılan denetim sonuçları, verilen raporları bize yüz ağartacak şeyler söylüyor. Ancak bununla, içerideki kahir ekseriyetle baş gösteren acı gerçeği nasıl tevil etmeliydik? Deprem akabinde işin ehlinin yazıp söylediklerine baktığımızda, depremin yıkıcı büyüklüğü bir tarafa, büyük yıkıma uğrayan binaların çoğunun eski, dayanıksız olmasıyla birlikte umulmadık şekilde yeni yapılanların da yıkıma uğraması gayet tabi büyük soru işaretleri oluşturdu?

Bilip inandığımız bir şey varsa o da alemde tesadüfe yer olmadığıdır. Hareket edenin, bir gayesi, gerekçesi, bir hareket ettireni vardır. Külli ve cüzi perspektiften akleden kalp bilir ki bu olup bitenler ilim ile hikmetin, irade ile kudretin o keyfiyette tezahürleridir. Beşeri yapıp etmelerimize de dahil ederek söylersek, alemde her olup-bitende, inşada-imhada, kemalde-noksanlıkta, başarıda-başarısızlıkta, tesadüfü değildir. O sebepten bir “bina" ustasından haber verdiği gibi, binanın kaliteli, dayanıklı ve mimari açıdan estetik olması da, onu yapan ustasının kemalinden haber verirdi. Eşyanın tabiatı gereği, değer ve miktar ölçeğinde, doğru denklemin doğru sonuca, yanlış denklemin yanlış sonucu vermesini yani işin matematiği eksi işlemin eksi sonuç, artı işlemin artı sonuç verdiğini gösterirdi. Misalen Mevlanamızın arifine bilgeliğiyle söylersek “Arkadaş! Sakın kadere kusur bulma buğday ektin de, arpa mı biçtin” ki şikayet ediyorsun. Mesela, kevni ve teşrii kanunların önem ve önceliğinde, önce fiili sonra kavli dua, ”önce tedbir, sonra tevekkül" yani “önce deveni bağla sonra tevekkül et”mek ne anlama gelirdi? Farklı boyutuyla kevni -teşrii- medeni kanun yok sayılırcasına, kimse görmediğini vehmederek “süte su katmak”, demirden, çimentodan çalmak, icabında kitabına uydurarak standart dışına göz yummak, rüşvet almak, vermek, kimi imtiyazlı irrasyonel haller neye tekabül ederdi?

II.
Görünen köy o ki; bizi deprem değil, kendi dahlimizde, kemiyet ve keyfiyetimizde ellerimizle yapıp etmelerimiz yıkmaktadır. Genel anlamıyla teknik ölçekte kifayetsizlik, ahlaki ölçekte ise “kifayetsiz muhteris” hallerdir bizi yıkan. Yani iflah olmaz şekilde toplumda müzmin bir hal almış liyakatsizlik hali. Yani yeterli ve yetkin olmadığı halde kifayetsiz işgüzarlıklar. Bu veçheden hakikat buyken toplum planında özel, sivil -yerel- muhalefet, iktidar düzleminde ciddi manada eksikliklerimizin olduğunu söylemeye ne hacet. Tepeden tırnağa, her birimize, her birimimize, kurumuza bakan cihetleriyle, bir oranda var olan zaaflarımızla, zayıflıklarımızla ivedilikle ve ciddiyetle yüzleşmek durumundayız. Şayet ilimin, ahlakın, adaletin ve liyakatin, kanunların hakikatine rağmına iş yapmanın adı cahillikse cahillik, ahlaksızlıksa ahlaksızlık, zulümse zulüm, liyakatsizlikse liyakatsizlik, suçsa suç, cezaysa ceza olduğunun adını koyarak, restleşerek, netleşerek işe koyulmalıyız.

Sözgelimi hayatın içinde çokça karşılaşıldığı şekliyle henüz işinde “çırak mertebesinde” yeterliliği olan bir şahsın kendisini usta diye tanıtması veya kağıt üstüne usta sayılması, usta olmadığı bir alanda iltimasla istihdam edilmesi, vazife alması durumları bize ne söyler? Görünüşte, kağıt üstüne usta varsayımıyla işe koyulması iş sonuçları itibariyle nasıl bir iş kalitesi, ahlakı, estetiği performansı sergileyebileceğini düşünebiliyor musunuz? Bunun adını koymak için lügatten hangi kelimeleri seçerdiniz?
Meselenin bir diğer yönüyle, normal durumda bir çalışanın donanım, statü ve kendisinden beklenen rol icabı bütün iyi niyetine rağmen, “yapılması gerekeni yapmayıp, elinden geleni yapıyorsa, taş çatlasa vasat bir iş ve hizmet performansın üzerine çıkamıyorsa" onun yetersizliğine verilir. Şayet aynı meslek erbabı aynı müktesebatıyla umulan kalite ve performansı sergilemekten hassaten imtina ediyorsa, halk tabiriyle eli işte gözü oynaştaysa ol şahsın ahlaki düşüklüğüne hükmedilir. Her iki halde de kendisinden beklenen iş ve hizmet performansı alınamamıştır ki bu tam tamına bir “liyakat sorununu” getirip önümüze bırakmış olur.

Gerçek hayatta karanlık “ışığın yokluğuna verilen addır” sözü bir yönüyle konumuza da ışık tutar. Şöyle ki; öncelikle kendinize ve değerlerine rağmen üzerinizdeki şu kifayetsiz muhteris hallerinizden kurtulun. Güya bizde işler, güdülerimiz, hissiyatımız, imtiyazımız türü irrasyonel mantıkta “yürür”müş gibi sakat bir algının sürgit işlem görmesine izin vermemeliyiz. En popüler şekliyle seçimlerde siyasilerin “söylediğini yap-yaptığını söyle” dürüstlüğünden ziyade, yalan ve dolanla köpürtülmüş aldatıcı siyasi dili terk etmelidir. Kamu alanında liyakat esasında değil, “bizden olan” önceliğinde tevarüs ederek gelen, liyakat sistemini çökerten, kifayetsiz muhteris halleri terk edilmelidir. Aksi halde müteselsil biçimde devam ede gelen liyakatsizlik teknik kifayetsizlik, ahlaki (etik) kifayetsizlik, estetik kifayetsizlik diyebileceğimiz bir seviyede icra ve inşaya koyulmuş olur.

Sonuçlar lafa bakılmayan ayine gibi şaşmaz göstergelerdir. İşimizi adam gibi değil de idari maslahat çizgisinde “mış” gibi yapmanın vasat kapasite faturasını, milletçe maalesef telafi edilmeyecek kayıplar vererek mükerreren ödeme bedbahtlığından kurtulalım artık. Zamanın imkanları dahilinde yapılmış olan, geçen uzun sürede mukavemeti zayıflayan eski binaların yıkılıp veya kentsel dönüşüme girmesini “rantça” kabul, buna karşılık partizanca karşı çıkıp “ret” etmekten vazgeçelim artık. Gerçeklik zemininde iç güveyden hallice göstermelik iyi hal kağıdı göstermelik “budalalığı”nın işe yaramadığını, aksine onarılmaz yaralar açtığını anlayalım artık! İşe göre adam değil de, adama göre iş devşirme eblehliğinden vaz geçelim artık. Büyük bir lakaytlıkla ve liyakatsizlikle elimizden bu gelir acizliğine ve şark kurnazlığına sığınmadan, zamanın, zeminin gereğini, beklentileri karşılayacak şekilde “yapılması gerekeni” yapalım artık.

III.
Demek oluyor ki, bir işin süreç ve sonuçları itibariyle kalibre ve performansını konuştuğumuz zaman aktif özne olarak insanı ve onun keyfiyetini konuşmuş oluyoruz veya konuşmamız gerekir. Toplam kalite ilmi şunu söyler. Şayet ürettiğiniz ürün de bir sorun varsa bu, malzeme, ekipman, metod-sistem ve insan olmak üzere dört etki unsurunun niteliğiyle ilgili bir durumdur. Toplam kalite bu dört unsurun kemiyet ve keyfiyet ölçeğinde birbirini tamamlayıcı vasıflarda olmalıdır. Böyle olmakla birlikte ilk üç unsur çarpan ve fark oluşturan değeri insandır, eğitimli, donanımlı insan. Velev ki ilk üç unsur istenilen kalibrede olsun, şayet insanda yetersizlik mevzu bahisse orada hedeflenen standart bir netice beklemek pek olası değildir. Dolayısıyla müspet sonuçlar olarak başarı da, kalitede tesadüf olmadığı gibi, değil ahlakı zafiyetin, yetersizliğin inisiyatifine bırakılmayacak kadar ciddi bir mevzudur. Bu konuda kurumsallaşmayla orantılı olarak, özellikle özel sektörde ve kimi bir şekilde kamu sektöründe, çevrede güzel numunelerini görebileceğimiz şekilde, önemli mesafeler kat ettiğimizi hatırlatmış olalım. Peki hedeflenen şekliye iyi sonuçlar alma konusunda neredeyiz dersek, son depremin bu konuda alacağımız çok da yolumuz olduğunu sarsıcı bir şekilde hatırlatmış oldu.

Artık saatlerimizi, olmakta ve gelmekte olan gerçeklik zamanına göre ayarlamamız farz olmuştur. Olandan ders çıkartarak olması gerekene odaklanalım. İşi kitabına uydurarak değil, aksine oyunu kuralına göre yapalım. Araziyi haritamıza göre değil, haritamızı araziye göre çizelim, konumlandıralım. Çalışmalarımızı hakim kalite standartlarına göre hizalayalım. Şunu da anlamış olmalıyız ki bu mesele bütünlük içerisinde yeterlilik ve yetkinlik liyakati çerçevesinde boğazlanabilecek bir meseledir. Bu tekil veya çoğul manada ne bir kişinin nede bir grubun meselesi olmaktan ziyade, genel ve ulusal ölçekte ortak paydada bir maşeri vicdan, bir ortak akıl, yetkin bir ahlak, bütünüyle bir zihniyet, keskinliğiyle bir idrak ve iradeyle topyekun bir liyakat seferberliğiyle mümkündür.

Etkisi itibariyle liyakat değerinin dikey ve yatay düzleme bakan iki boyutu vardır. Burada genel kabulde dikey boyut değer ve nitelik kapasiteyi, yatay boyut ise maddi ve nicelik boyutunu gösterdiğini hatırlayalım. Dikey boyutunda aktif özne olarak mevcut teknik-ahlaki-estetik yetkinliğiyle insa yer alması, yatay boyutunda ise mevcut yetkinliğiyle insanın yapıp etmesinin bir nicelik ve nitelik ifadesi olan işi-hizmeti-eseri vardır. Dikey boyutuyla, yatay boyuta kıyasen kifayetsiz, zayıf olan bir dengesizlikte yatay boyutun en bariz göstergesi kökelmek, obezleşmek, hantallaşmak bilahare çürümekten başkası değildir. Hiçbir kalite ve başarının tesadüf olmadığını tekrar etmemize gerek yok sanırım. Kalite ve performansıyla sonuçlar yapıp etmelerimizden, onlar ise bizim arka planımızdan, donanımımızdan haber verir. Testinin içinde ne varsa dışına o sızar, ne doğrarsan çanağına o gelir veya ne ekersen onu biçersin, bakarsan bağ bakmazsan dağ olur meselesi.

Bu zoru başarmak, insanda başlayan ve insanla devam eden ve birliktelik içerisinde insanda biten bir süreçtir. Fertten aileye, aileden cemiyete, cemiyetten devlete bakan yönüyle kifayetsiz muhteris insan karakterinden kurtulmakla başlar. Tarihten medeniyetimizin kılcal damarlarından süzülerek gelmiş günümüz dünyasında vücut bulmuş modellere, rol modellerimize ihtiyacımız olacak. Şu halde bir bütün olarak insan, maddi ve manevi donanım ve yetkinliği, o bütünlük ve yetkinlikte ete kemiğe bürünüp vücut bulmuş, şahsiyet kazanmış temsil edici “İnsan modeli”miz önemli olmaktadır. Yaşadığı çağın gerçekliği, ilim-din bütünlüğünde medeniyet ve kültürümüzün motifleriyle şahsiyet kazanmış insan modeli ihya ve inşa etmekle o ölçekte encamımızı da tayin etmiş oluruz.

İnsanı beşeriyetten insaniyete taşıyan en kadim ve etkili yol hiç şüphesiz eğitimdir. İnsanın insana farkı eğitim ve onunun kazanımı olan kemal farkıdır aslında. Eğitimin insanı maddi manevi, yatay ve dikey boyutlarıyla bütünlük içerisinde heceleyen yeterlilik ve yetkinlik, yani kemal farkı. Öyleyse yapılacak bellidir: Zaman mekan denkleminde dünden bugüne teraküm etmiş olan kadim değerler manzumesiyle zamanın cari makul kazanımlarını harmanlanarak mekan boyutunda var kılmamız gerekmektedir. Bu geçeklik içerisinde konuyu biraz daha idealize ederek söylersek, kemal manada insanı ihya ve inşa etmeden hiçbir şeyi kalıcı olarak var kılamayız. Nesli ikna ve ihya etmeden ise gelecek tasavvuru oluşturmamız ne kadar gerçekçi olur, velev ki oluştursak ona ulaşamayız ne kadar mümkün olur, velev ki ulaşsak bile devamlılığından ne ölçüde emin olabiliriz?

Evet şimdi gelelim depremden önce(sine gidelim) bütün çıplaklığıyla gerçeği hakikati konuşalım. Teknik yeterlilik, ahlaki (etik) yeterlilik ve estetik yeterlilik bütünlüğünde insanı, onun ihyasını konuşalım. Kadim değer ölçeğimizde asıl unsur olan insanımızı, kök meselemiz olan maarif davamızı, eğitimi masaya yatıralım konuşalım. Bu konuda dünyada olup bitene bigane kalmayalım, amma velakin evvelen kendi maveramızın dinamiklerine, sesine kulak kesilelim, sentezleyelim. Zira bu meselede yarın için geç kalırız diye bir ihtimalimiz de yok, zira yeterince geç kaldık. Meselenin tekvini ve ıstırari şekliyle güncellenen hayati gerekçesi kesindir: Deprem kuşağında liyakatsiz yaşanmaz efendim.

Selam ve muhabbetle…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum