Sulh Çizgisini güncellemek

25 Aralık günü (Çarşamba) tarihi bir gün yaşadık. Peş peşe şok edici istifalar geldi. İki farklı nitelikteki istifa aynı güne denk geldi. Bunlardan ilki, yolsuzluk kapsamında çocukları sorgulanan üç bakandan ikisinin soruşturmanın selameti açısından istifa etmesiydi. Bu yerinde bir tasarruftu. Muammer Güler ile Zafer Çağlayan operasyonu planlayan çevrelere karşı kendilerini savunan açıklamalar eşliğinde istifalarını verdiler. Lakin TOKİ’den sorumlu Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar farklı bir yol tutturdu ve kendisiyle birlikte Başbakan Erdoğan’ı da istifaya davet etti. Acaba bunu yaparken ne hissetti? Silah ve kader arkadaşı tarafından terk edildiğini mi düşündü yoksa aslanların önüne sadece kendilerinin atıldığı hissine mi kapıldı? Ne hissederse hissetsin, haklı bile olsa haksız bir tutum ve açıklama.   Netice itibarıyla, Erdoğan Bayraktar kendinden ibarettir. Başbakan Erdoğan ise kendinden ibaret değildir ve bir şekilde yerinin doldurulması zordur. Yolsuzluk suçlaması yolsuzluktan ibaret olmadığı ve siyasi boyutları olduğu gibi, Başbakan Erdoğan da kendinden ibaret bir kişilik değildir. Teknik değil siyasi bir kişiliktir. Erdoğan Bayraktar vekillikten de istifa ettiğini söyleyerek esasında bir çiğliğe imza atmış oldu. Acaba Hakan Şükür’ün yapamadığını mı yapmak istedi? Bilinmez.

Bir başka istifa ise İdris Naim Şahin’den geldi. Bunu hakkının yenmiş olmasından veya hizmetlerinin takdir edilmemiş olmasından dolayı bir tepki ve alınganlık istifası olarak nitelendirilebilir miyiz?  Belki. Haklı da olabilir. Lakin zamanlama açısından hükümeti zor duruma düşüren bir adım olmuştur. İdris Bal ve ardından gelen Hakan Şükür’ün istifa gerekçesiyle bir alakası olmayabilir. Ya da Cemaat ajandasıyla alakası bulunmayabilir. Fakat zamanlama açısından bu çığıra hizmet etmiştir. AK Parti’nin çözülme sürecine girdiğine dair bir kanaat uyandırabilir.

*

Hem Hizmet hem de Hükümet cenahında bir çözülmeden bahsetmek mümkündür. Bu noktada farklı dindar grupların veya bünyelerin geçimsizliği gündeme geldi.  İşte burada bir kardeşlik hukuku ve ilişki kurallarının işlemediğinden bahsedebiliriz. Veya bu nasıl işlemeli?  Son günlerde herkes fikren bu konuya yoğunlaşmış bulunuyor. Taha Akyol tarihin derinliklerinde kazı yaparak; olayın karekökünü bulmak için Cemel ve Sıffin vakalarına kadar iz sürdü. Bu noktada tarihten nasıl bir ders alabilir veya çıkartabiliriz? Onun ötesinde çelişkilerimizle yaşabilir miyiz? Yoksa zıtlaşma ve onun ötesinde çatışma kaçınılmaz mı? Esasen Müslümanlar arasında bazen ihtilaflı dönemler olmuş, zaman zaman da referansların zapta geçirildiği ve Müslümanların kurallar dairesinde ünsiyet içinde yaşadıklarını söyleyebiliriz. Bu çerçevede Mizaniyat kültürüne temas edebiliriz. Mizan-ı Şarani olarak da anılan Abdulvehhab Şarani’nin El Mizan adlı kitabı aslında dört mezhep arasındaki ilişkilerin hikmetine temas eden ve fıkhi barışı temin eden eserlerden birisidir. Daha sonra Huccetüllahi’l-Baliğa gibi kitaplar da aynı şekilde fıkhi alandaki kaynaşmaya hizmet etmişlerdir. Fıkhi mezhepler Selefilerin iddia ettikleri gibi fırkalaşmaya veya parçalanmaya hizmet etmez. Belki genişlik olarak ümmetin rahmetine vesile olur. Şarani ve Şah veliyullah Dehlevi gibi zevat  fikri düzenleme ve kaynaştırma yaparken bunu siyasi alanda ve düzeyde sağlayan ve referans meselesini sistemleştiren  Selahaddin Eyyübi ve Baybars gibi zevat olmuştur. Müslümanların referans birliğini siyaseten de temin etmişlerdir.

*

Mizaniyat geleneğinden birisi de Katip Çelebi’nin Mizanü’l-Hakk Fi İhtiyari’l-Ehakk adlı eseridir. Burada Kadızadeler ile Sivasiler arasındaki ittifak ve iftirak noktalarını hall u fasl etmiştir. Osmanlı döneminde yaşayan Selefi meşrep veya Hindistan’daki Diyobend geleneğinin selef ve atalarından sayılabilecek olan Kadızadeler ile yine Hindistan Alt Kıtasında görülen Brelvi hareketini andıran Sivasiler arasında karşılaştırmalar yapar. Fikren onları muhakeme eder. 

Günümüzde Mizaniyat geleneğini temsil eden veya örnek olarak verebileceğimiz çalışmalardan birisi merhum Prof. İbrahim Canan’ın bu ihtilafları aşmak veya dondurmak üzere kaleme aldığı Sulh Çizgisi adlı kitabıdır. Yaşadığımız gayr-i İslami bir dönemde ve çatılar altında İslam’ı referans alan cemaatlerin birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen ve belirleyen kurallar olmalıdır. Ve bunlara riayet edilmelidir.  Aksi takdirde çatışma kaçınılmazdır.  Fikri totaliter anlayış veya fiili totoliter tutum ya da tekelistan kurma gayretleri çatışmayı besler ve onun ötesinde istibdada hizmet eder.  Yetenekleri kurutur, öldürür ve felç eder. Esasında Sulh Çizgisi kitabı zımni olarak siyasi sahada çalışan Necmettin Erbakan ile vaaz ve irşat ekseni alanında çalışan Fethullah Hoca ekollerini çatışmadan uzlaşmaya davet eden bir çabayı temsil ediyor. Bununla birlikte, bu iki yapı 28 Şubat sürecinde karşı karşıya gelmiştir. Öbür taraftan da sahamız 28 Şubat sürecinden evvel, ‘Kim kimin çatısı altında olmalı?’ sorusunun cevabında Esat Coşan ile Erbakan arasındaki ayrışmaya sahne olmuştur. Elbette bu ayrışmada Erbakan ile Korkut Özal arasındaki farklılaşma da rol oynamıştır. Esasında bunların tarihçesinin objektif bir biçimde yazılması ve ders alınması için kamuoyuna sunulması gerekir. Elbette bunu ilmi bir zeminden yapmak gerekiyor. Tekelci anlayışlar tekfire ve şiddete açık olmuşlardır. Mısır’da Şükrü Mustafa’nın Cemaatü’l-Müslimin adlı cemaati tekelci bir yaklaşımı sergilemiştir. Bundan dolayı tekfirci bir mecra kazanmış ve toplumdan soyutlanmıştır.  İttihad-ı  Muhammedi fırkası da bu tekelci anlayışı temsil etmektedir.

İhtilaf noktalarını kaşıyan hususlardan birisi, muayyen bir cemaatin ümmeti kendi ekolüne veya cemaatine indirgemesidir. Ümmete rağmen kendisini ümmetin tek temsilcisi ve hatta lideri gibi görmek hem niza, hem de Müslümanlar arasında yabancılaşma eğilimlerini körükler.  Almanya’da Cemaleddin Kaplan hareketi Şükrü Mustafa hareketi gibi hareketlerin bir prototipidir.  En büyük hastalıklardan birisi budur.

Karşıya kara çalmak ve hep kendisini aklamak enaniyet çeşitlerinden birisidir. Durum Bediüzzaman’ın dediği gibidir: “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. Hazret-i Yusuf ve Yunus Aleyhisselam’ın tevazu ve Hakka yakarışları bize rehber ve model olmalıdır. Aksini savunmak, mesleki bir şatahattır. Beyazıd-ı Bistami gibi bazı sufilere nispet edilen ‘ma filcübbeti illallah/benim cübbemde ancak hak ve Allah vardır’ demek gibi bir şeydir. Allah kimsede bedenlenmeyeceği ve cübbesine girmeyeceği gibi İslam da kimsenin kisvesine sığmaz. İçtimai olarak hepimiz birbirimize merbutuz ve ilişkiliyiz. Lakin Allah ile dikey ilişkilerde herkes birbirinden bağımsızdır. Sadece yatay olarak şeriata tabidir. Ulema ve ümeraya itaat edilir. İstikamet üzerine gitmesi halinde ümera herkesin üzerinde itaat hakkına haizdir. Bununla birlikte mutlak itaat Allah’adır. Onun dışındaki bütün itaatler mukayyettir. Sınırlarını Allah ve O'nun indirdiği kurallar belirler ve çizer.

Merhum İbrahim Canan Hoca yaşasaydı Gezi olaylarından önce ve sonraki Hizmet/Hükümet çatallaşması karşısında ne derdi acaba? Bilemiyoruz lakin hepimiz, sulh çizgisine muhtacız ve aramalıyız. Bu vesile ile Allah rahmet eylesin…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum