Nurcan ŞAHİN AKCA

Nurcan ŞAHİN AKCA

Şubat kokulu kadınlar

28 Şubat süreci,  28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve irticaya karşı olduğu iddia edilen, ordu ve bürokrasi merkezli post-modern bir darbenin başlangıç sürecidir. Türkiye siyasi tarihine geçen kararlar ve kimilerince bir dönüm noktası olan bu kararların uygulanması  Türkiye'de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda yaşanan değişimlere neden olmuştur. Yaşananlar, sosyal hayatın ta kendisine yapılan direkt bir müdahaledir.

Müdahale için gerekli görülen şartlar zaten çoktan hazırlanmıştır. Bir temsilden yola çıkılarak Sincan’da tankların yürütülmesi, “filanca tarikatın şeyhi, kadınlara kızlara tecavüz etmiş’ şeklinde hayali hikâyeler, gazete sayfalarından özenle kesilerek, kes-yapıştır usulü hazırlanan senaryolar ki bu senaryolar savcılarımız tarafından soruşturmalara kaynak olacaktır; Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı, Fadime Şahin üçlemesi ve ortaya koydukları değme oyunculara taş çıkartacak performansları post-modern darbenin şartlarını olgunlaştırmaya yetmiştir. Darbeci zihniyetin de söylediği gibi tek bir mermi atılmadan, tek bir burun kanamadan tıpkı “NATO’nun Varşova paktını ele geçirmesi” gibi hayatın taa içine müdahale edilmiştir. Bu süreç içerisinde farklı yerlerde duran farklı amaçları olan iki kadını unutmama imkân yok. Bunlardan ilki Fadime Şahin’dir. Nam-ı diğer hükümet deviren kadın.

O günlerde cahil, masum ve iki cümleyi bir araya getiremeyen bir genç kız ekranlarda boy göstermeye başlıyor. O ağladıkça yürekler parçalanıyor, yeni türban bağlama biçimiyle dikkatleri çekerken onun o sıkma başına tahammül edemeyen hanım teyzelerin bile vicdanına her bir gözyaşı damlası ile darbeler vuruyor. Bir kadının gözyaşlarının 7,5 şiddetinde bir deprem etkisi yaptığının en önemli kanıtı olarak hafızalarda yer ediniyor. Fadime Şahin'in türbanının bağlama biçimi ve altına taktığı bone kısa sürede tesettür âleminde -hala daha vazgeçilmeyen- moda olurken o inançları uğruna çıktığı yolda kandırılmış dahası tecavüze uğramış cahil saf kız bunalıma giriyor. Ve ne hikmettir ki girdiği psikolojik bunalımdan çıkışı ekranlarda arıyor. Koskocaman adamlar, ciddi, kallavi beyinler hemen onun etrafına bir kalkan oluşturuyor. Türk basınının etkili gazete ve televizyonları ülkede irticanın hortladığını bu saf-cahil genç kızın psikolojisi ve yaşadıklarının sosyolojik etkileri üzerinden "Flaş! Flaş!"diye duyuruyorlar.

Mevcut hükümetin bir kadınla imtihanı hükümetin devrilmesiyle son buluyor. Diğer kadın ilkinin tam tersi eğitimli, ne istediğini bilen, günlerce süren ağır bir seçim kampanyası yürütmüş, sonucunda da İstanbul’dan milletvekili seçilmiş Merve Kavakçı. Türkiye’nin başörtülü bir milletvekili. Milletin içinden çıkmış bu kadına milletin kürsüsünde konuşma hatta yemin etme hakkı bile verilmiyor. Milletin ona verdiği hakkı yine milletin oraya yolladığı diğer vekiller gasp ediyor. Başbakan “bu kadına haddini bildirin “diyor. Merve Kavakçı haddini de eline alarak meclisi terk ediyor. Sadece meclisi değil ülkesini de terk etmek zorunda kalıyor. İşte tam da bu noktada başörtülü genç kızlara ve kadınlara bir püskürtme eylemi başlıyor. Bütün bunları Türkiye bir aksiyon filmi izler gibi izliyor. Cahil Fadime ile milletvekili Merve, kurtarılması gereken masum kadın ile kovulması gereken hatta mümkünse haddi bildirilecek kadın profilini demokratik, aydın, insan haklarına saygılı yaşlı beyinlerin önüne seriyor. İmam hatiplilerin üniversiteye açılan kapıları kapanıyor. Başörtü yasağı getirilip masum kızların üniversite hayalleri,  ikna odalarında kâbusa dönüşüyor. Yaş Kararlarıyla binlerce masum askerin (eşlerinin örtülü olmasının etkisiyle) orduyla ilişiği kesiliyor. Çoğu öğretim görevlisi, görevlerini bırakmak zorunda kalıyor. Ülke ekonomisi onlarca sene geriye gidiyor ama olsun haddini bildirme eylemi başarıya ulaşıyor. Başörtülü öğretmenler ve kamuda çalışan başörtülü kadınlar ya ailelerine durumu izah edemeden görevlerinden istifa ediyorlar ya da peruk takarak görevlerine devam etmek zorunda bırakılıyorlar. Üstelik o zamanlar peruk piyasası şimdiki gibi gelişmediğinden son derece çirkin kıl yumağının ağırlığını kafalarının üstünde, dışlanmışlığın dayanılmaz psikolojisini de yüreklerinde yaşıyorlar. Onların sayesinde peruk piyasası bu işi yapanları bile şaşırtacak derecede patlama yaşıyor. Peruğu kanser hastaları kullanıyor ya da toplumda kanser hücreleri gibi çoğalan başörtülüler (!) Kur’an kursları kapatılıyor.

İmam-hatipler bir bakıyorsun arka bahçe oluyor, bir bakıyorsun arka bahçe talan edilerek gencecik yavruların geleceğiyle oynanıyor. Ve bütün bunların fitilini bir kadın yakıyor. Başka bir kadın ise o zamanın konjonktürünü hesaba katmadan demokratik hakkımı alayım sevdasına başörtülü hemcinslerinin eğitim, çalışma ve kamuda var olma mücadelesine azımsanamayacak bir darbe vuruyor. Merve’nin milletvekili olma sevdası ile Fadime’nin kurtuluşu adına binlerce Fadime, binlerce Merve; öğretmen, avukat, hâkim, doktor, memur hatta öğrenci bile olamıyor. O günlerde memurundan kapıcısına, hâkiminden polisine hatta mahalledeki bakkaldan üst komşu Veli Dayıya kadar herkesi fişleyen bir çalışma gurubu işini hiç aksatmıyor. Bütün fişlemeler kadın üzerinden yapılıyor. Kadın ya eşinin ya da babasının mesleki kariyerini etkileyen en önemli unsur haline geliyor. Eşinin başı örtülü mü? Adam kadınlarla tokalaşıyor mu? Alkol alıyor mu? Evinde melek biblolarının yerine Arapça harflerle hat sanatından eserler mi var?  Toplantılarda kadınlarla dans ediliyor mu? Çalışma Gurupları bu soruları sora dursun ben kendimi bir gün evimde sıradan bir iş yaparken “Ben bu ülkenin çocuğu değil miyim?” sorusunu sorarken buldum. Ben bu ülkenin çocuğu değil miyim? Babam bu ülke için çalışmamış mıydı? Ağabeylerim ve kardeşim bu ülkenin en ücra köşelerinde askerlik görevlerini layıkıyla yerine getirmemişler miydi?  Vergilerini düzenli ödeyen babam şimdi çıkarılmak istendiğim kamusal alanın milyonlarca mimarından biri değil miydi? Bir zamanlar babamın ve erkek kardeşlerimin bu ülke için yaptıklarını şimdi eşim yapmıyor muydu? Ve tüm bu sorularıma cevap verecek birileri var mıydı?

Mesleğe yeni başlamıştım ve bu yenidünyada ayakta kalabilmek için nelere ihtiyacım olduğunu bilmiyordum. Heyecanımla birlikte hatalarım da vardı elbette ama ben bilmiyordum bu ülkenin istenmeyen çocuğu olduğumu. Henüz on altı yaşında Sakarya Caddesinde arkadaşlarımla dolaşırken benden yaklaşık kırk yaş büyük bir teyzenin sen bu sokaklarda nasıl dolaşırsın diyerek örtümü çekmeye çalıştığını hiç unutmam. İlk defa kendimi eksik hissetmiştim. Meğer çok önemli ve ünlü bir yazar öldürülmüş ve bu duyarlı teyze, yazarın cenazesinden ayrılır ayrılmaz beni görmüştü. Uğur Mumcu’nun adını ilk o zaman duymuştum. Acaba hiç tanımadığım bu adama benim ne zararım olmuştu? O zaman anladım ki ben o sokakta istenmiyordum.

Yıllar sonra aynı duygunun tam da işte başardım, okudum, ülkem için güzel ve aydınlık olan ne varsa ona talibim dediğim günlerde beni bulacağını hesaba katmamıştım. Yine istenmiyordum. Ailenin üniversite okuyan tek kızıydım. Dört yılda bin bir zorlukla aileme de ciddi bir maddi külfet oluşturarak okulumu bitirip memuriyet hayatına başlamıştım. Baş örtülü çalışabilmek için her yolu denemiştim. Mayıs Aynın bir Cuma günü gelen bir emirle, tam teşekküllü bir hastaneden rapor almaya zorlanmıştım. Önce apar topar hastaneye muayeneye götürüldüğümü hatırlıyorum. Ardından Babamın “emir demiri keser” dediğini hatta son derece amiyane bir tarzda “günahı vebali senin değil başkalarının sakın görevi bırakayım deme” sözlerini, başımı açmam konusunda en yakınlarımın ağır baskısını, kesinlikle açma diyenleri, peruk tak geçici bir şey canım ne olacak diyenleri, akıl danıştığım büyüklerimin ben karışmam vurdumduymazlığını, ne yaparsan yap nasıl karar verirsen ver yanındayım diyenleri, hangi kararı alırsam alayım mutlaka birileri tarafından yadırganacağımı, velhasıl öyle ya da böyle mahalle baskısı kuranları şimdi acı bir gülümseme ile hatırlamaktayım.

Daha dün beni örnek gösteren hatta görüntümle gurur duyan annemin çaresizce “çalışmazsan hakkımı helal etmem” deyişi ise hala içimde bir yaradır.  İşte tam da böyle bir zamanda sormuştum kendime bu soruyu “ben bu ülkenin vatandaşı değil miyim?” Psikolojimin bozulduğu bir süreçti 28 Şubat,  çünkü evim, zihnim hayallerim imha edilmişti. Durup dururken ağlamaya başladığım dönemlerdi. Öfkeyle karışık utanç duygusu üstelik neden utanmam gerektiğini de bilemeyişim etrafımdakilere tahammül sınırımı zorluyordu. Birden bire içinde bulunduğun gurubun çok uzaklarına düşüyor, savruluyor, başka ve öteki olduğumu idrak etmeye başlıyordum. Hayata bir-sıfır mağlup başlamanın adıydı benim için 28 Şubat. Kimse kafamın içindekilerle ilgilenmiyor görüntümün şifrelerini çözüveriyor ve hakkımdaki hüküm gecikmeden uygulanıyordu. Mürteciiydim, rejim düşmanıydım. Yıllarca siyasi çizgisinde koşuşturduğum adam (Başbakan sonra Cumhurbaşkanı) beni Arabistan’a yollamayı düşünüyordu. Evimde oturmalıydım. Birilerinin göz estetiğini bozuyordum. Ve kimse benimle aynı kafa yapısına fikriyat dünyasına sahip erkeklere dokunmuyordu. Öyle bir sinir harbiydi ki bu erkeklerimize bile biz bu halimizle dokunuyorduk. Ben ya cahil Fadime’ydim ya da meclisi ele geçirmeye çalışan Merve’ydim… Bir an önce sterilize edilmesi gereken yerlerim vardı. 28 Şubatta ameliyat masasına yatırılmış bir hastaydım. Kalbimin ve kafamın içindekiler nasıl oluyorsa oluyor birilerini rahatsız ediyordu. Üstelik benimle tek bir kelime bile konuşmadan beni hiç tanımadan sadece görüntümle kafamın içini görebiliyor niyetimi okuyabiliyorlardı… Adeta beni yeniden üretmeye çalışıyorlardı. Ve ben “öyle olduğu için suçlu olanlardandım”.

Bu suç üzerime öyle bir yapıştı ki ağır bir istenmeyen kadın kompleksine girdim hatta haklı olduğum yerlerde bile özür dilemeye başladım.”Böyle olduğum için, böyle göründüğüm için özür dilerim” (!) Tarlada çalışan kadın olmadığım için, evlerinize temizliğe gelmediğim için, okullarınızda hademe olmadığım için, Türk ve dünya klasiklerini okuduğum için, fikirler üretebildiğim için, sinemaya gittiğim, tiyatroda yönetmenlik yaptığım için, çoğunuzdan daha iyi İngilizce konuşabildiğim için, belli bir müzik zevkim olduğu için, Atatürk ün Nutkunu, Karl Marks’ın Das Kapital’ini, Said Nursi’nin Risalesini okuduğum için, bütün bunları yaparken de örtülü olduğum için, ben böyle olduğum için özür dilerim (!) vs. vs. vs…

Düşünen bir beynim vardı. Beynimin ve kalbimin kanamasına bakılmaksızın bir kalıba sokma aynılaştırma, tek tipleştirme operasyonundan son derece mustariptim. Babam, abım ya da eşim için ağır bir yük haline gelmiş olduğum düşüncesi gittikçe ağırlaşan bir kütle gibi omuzlarıma binmişti. Hala girdiğim her ortamda kendimi gereksiz yere ispat etmeye çalışmam 28 Şubat sürecinin bana bıraktığı karmaşık izlerden sadece bir tanesidir. Toplumdan soyutlanmak, genç yaşımda ruhumdaki sakatlanmaların etkisiyle malulen emekliye ayrılmak, değerler toplamında etkisiz eleman olmak –hiç olmak, hiç olmak…

Yıllar önce, 12 Eylül 1980 darbesinin hemen akabinde, evdeki kitapları bahçedeki kömürlüğe gömmek zorunda kalan ve tuttuğu günlükte yazan bir cümle yüzünden karakola çekilen ağabeyimin yaşadıklarını ben 28 Şubat sürecinde ağırlaştırılmış bir şekilde yaşıyordum.

Bunlar sadece benim yaşadıklarımdı. Vatansız kalan Merve, avukatlık yapamayan Zümrüt, hastalarıyla ilgilenemeyen Leyla, başörtülü olduğu için eşi işsiz kalan Ayşe, okula gidemeyen Vildan, Üniversiteyle ilişiği kesilen Doç. Dr. Zehra, okul birincisi olmasına rağmen kürsüden karga tulumba indirilen Fatma, Zeynep, Ayla… neler yaşamışlardı acaba?  Yaşadıklarımdan az değil, tahmin ettiğimden ise fazlaydı. Tüm bu kadınlar üzerine Şubat kokusu sinmiş kadınlardı. Şubat korkusu yaşayan erkeklerin Şubat kokusu taşıyan kadınlarıydı…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
14 Yorum