“Şu yılgın Türkler”

Orta Asya’nın bozkırlarında serâzâd yaşarken, milletinin saâdetini isteyen idârecilerin arkasına takılarak, doludizgin Çin’e daldık. Dünyânın yedi hârikasından biri sayılan, “İnsanın eliyle zemin sayfasında yazılan mücessem, mütehaccir, mânidar, târîh-i kadîmden uzun bir satır” olan Çin seddinin yapılmasına sebebiyet verdik.

Bozkırlar atlarımızın nalları altında gümbürderken, yerleşmiş ve medenîleşmiş kavimlerin yürekleri korkudan ihtizâza gelirdi. Durduk yerde bize düşman oldular. İçimize fitne soktular. Bizi birbirimize kırdırdılar. Elimizi-ayağımızı kestiler. Bir kurt inine tıktılar. Bereket, Asena önümüze çıktı. Kurtulduk. Çoğaldık. Güçlendik. Dağları erittik. Yolları açtık. Kaldığımız yerden işimize devâm ettik.

İyi beyler, kötü beyler başımıza geçti. Kırdık, kırıldık. Vurduk, vurulduk. Hak dîn karşımıza çıktı. Durduk, durulduk ve hakîkate vurulduk… İyi beyler, iyi şeyler buyurdu. Kızılelma’nın Bizans’da olduğunu duyurdu. İstikametimiz, maddî – mânevî olarak değişti. Kızılelma dünyâ mutluluğu idi, dünyâda kaldı. İ’lâ-yı kelimetullâh ile beşerin iki cihân saâdeti hedefdi. Gazâ, çapulun yerini aldı. Millet tek yürek, tek bilek oldu; Alparslan’ın ardından Anadolu’ya daldı.

Mâneviyâtın hâkim olduğu zamanlar yüceldik. “Benim beyim, senin beyini döver!” düşüncesi olunca, meydan muhârebelerinde yüzbinler ırkdaş ve dindaşı - ne şehiddir, ne gâzî - telef ettik. İyi bey, kötü beyi yendiyse bir kısmımız bayram; öbür tarafımız esef ettik.

Tahtını gönül rızâsı ile oğluna, babasına, kardeşine bırakanların zamânında an, yıl oldu. Yıl, asır oldu. Aşîret, cihangîr bir devlet oldu. Hz. Peygamber’in (sas) müjdesi gerçekleşti. Köhne Bizans canlandı. Kostantiniyye, İslambol oldu. Adâlet herkese, cezâ müstehakka ulaştı. Sulh, sükûn, huzûr halkı kapladı. Memleket cennet-misâl bir mevsime erişti. Teb’a mes’ûd yaşadı. Medeniyet inançla, ilimle, san’atla, fenle, edebiyâtla, bedi’iyâtla süslendi. Beşeriyet câmi’ler, medreseler, hayrâtlar, yollar, köprüler, çeşmeler, kasırlar, dîvânlarla şenlendi.

Hakkın hâtırı yüce; haksızlar yerle yeksân, cüce kılındı. Dünyânın neresinden bir inilti geldi ise, ilgilenildi. Elden geldiğince; bakışla, sözle, güçle mazlûma yardıma koşuldu. Saâdet-i dâreynin bir kanadı, asr-ı saâdetin gölgesi gibi, dünyâyı gölgelendirmeye başladı. Ama, râhat battı. Şeytan şeytanlığını, düşman düşmanlığını terk etmedi. İçten-dıştan, alttan-üstten, önden-arkadan nefis, hevâ, küfür, zulüm, inkâr, şirk, ta’til orduları ateşli, haçlı, şamdanlı teçhizâtları ile hücûma geçti. Yüzyıllar yıl oldu. Dünyâ tersine döndü. Yüce milletin ikbâli söndü.

Milyonlar toprağa döküldü. Evler yıkıldı. Mallar harâb, bahçeler türâb oldu. Kış fırtınası dağı-taşı düzledi. Millî ve medenî târîhimizin biriktirdiği bütün servet hebâ oldu. Ölenler şehîd, kalanlar gâzî, yıkılan ve kaybolan sadaka hükmüne geçti. “Fâsık, günahkâr  bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi."

Eski milletimizle, yeni bir devlet kurduk. Eski büyüklerimiz, yeni büyüklerimiz oldu. Eski beylerimiz geri geldi. “Ben-Sen” kavgası yeniden canlandı. Bizans entrikaları - zâten ölmemişti - hortladı. Saflar berraklaştı. Fetvâlar, taraftarlara ulaştı. İnsanlar gruplaştı. Şer, hayra bulaştı. Tehditler, tahditler, telkinler, tenkiller başladı. Kaydırmalar, caydırmalar çoğaldı. Saltanat kaldırıldı. Sultanlar uzaklaştırıldı. İsimler, resimler değişti. Uygulamada değişen bir şey olmadı. İddiâların içi dolmadı.

Milletin yüzde doksan dokuzu horlandı. İstenilen şekle döndürülmek için zorlandı. Emîrler emretti. Buyuranlar buyurdu. Uyanlar uydu. Uymayanlar uyduruldu. Cebir, şiddet, tenkîl, imhâ, sürgün, zorâki iskân, zindan, i’dâm serbest bırakıldı. Hürriyet, düşünce, söz, yazı, ifâde, şarkı, türkü, sarık, çarık, potur, zıvga, şalvar, kaftan, yaşmak, ferâce, örtü, çarşaf, paşa, efendi, şeyh, hoca.. -sözlükteki kelimeleri saymakla bitiremiyeceğim- yasaklandı. Cünûn serbest kaldı; akıl – iz’an kaçtı, saklandı.

Demokrasi ithâl edildi. Halk hür oldum sandı. Kah! Kah! Kih, kih! Nasıl da aldandı! Sandıklarla oynandı. Şapkadan tavşan çıktı; sandıktan iktidar… İktidar ama, o kadar! Aslâ muktedir değil! “Ferman pâdişâhın, dağlar bizimdir!” derlerdi; “Hâkimiyet milletindir.” – görünmez yazı ile – “Egemenlik bizim!” dediler. On yılda bir, baklavayı yediler. Baklavadan bahsetmeyi yasakladılar. Tepsiyi sakladılar. Ne sihirdir, ne kerâmet: El çabukluğunda ma’rifet… Halk irâdesini oyladılar: % 98’i oynadılar. Sen sağ, ben selâmet! Yoo, yanlış oldu: ben sağ, ben selâmet! Sen şapkanı al git! Değiş de gel! Değiştin mi? Dananı da al git! Değiş de gel! Değiştin mi? Olmamış, şu şaplağı al da git! Rahat yok, hazırolll! Değiştin mi?  Dağın çobanı, bağın hâkimi ile aynı mı olur?  Ol da gel, yıl da gel, yıkıl da gel!
“Ah şu yılgın Türkler.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum