Sorularla nefis muhasebesi

Kendimizi yeniden muhasebe etmek, yeni deyimle sorguya çekmekle karşı karşıya kaldığımız günlerdeyiz. Yarısını idrak ettiğimiz Ramazan’ın manevi rahatlığı henüz üzerimizde ve dünyanın bin bir türlü sıkıntılarından soluk alıp cezp edici mana âleminin kapısını yeni aralamış iken yaşadığımız hayatı baştanbaşa tam bir tarafsızlık içinde yeniden ele almanın tam bir fırsat olduğunu düşünüyorum.

Ramazan’dan önce, kadim dostumla, ufku karşımıza aldığımız deniz kenarında, zaman darlığından ötürü yalnızca birkaç saatlik dertleşmede ve birbirimizi dinlemede, dünya ve içindekilerle ilişkilerimizin ne olduğu gündeme gelmişti. “Dünyayı daha ne zamana dek sırtımızda taşımayı sürdüreceğiz?” diye söylendi ve derinden bir “ah!” çekti dostum ufku baştan sona kolaçan ederek. Dostumun yüksek sesle söylediği ve yakındığı öteden beri için için yiyip bitiren bir uğursuz halettir bende de.

Bineğimiz olması açısından dünyanın üzerinde sürekli gezindiğimiz feza boşluğunda Yaratıcının sayısız sanat eserleriyle her an mest olmamız gerekirken, koca dünyanın ağırlığı altında pestilimizin çıkması neden?
Kan ter içinde, soluk soluğa yaşanan hayatın bize fazla bir şey sağlamadığının farkında değilsek, bir büyük boşluğun içinde rotasını kaybetmiş bir gemi gibi değil miyiz?
Bu güne dek hangi işimizi özgürce yapabildik?
Başka birilerin ve şeylerin kaygısını ne zaman zihnimizden atabildik?
Biri kafamıza çomak sokmadan saf duygularımızla Tek ve Tek’in bize lütfettiği nimetler üzerinde ne kadar düşünebildik?
Bollukla darlık bize ne zaman eşit hale gelebildi?
Üşüşen belalara ne kadar sabredebildik?
Varlığa ne kadar şükredebildik?
Yokluğa tahammülümüzün derecesi ne oldu?

Karşı konulmaz ağır şartların bizi çevrelediği bir hengâmda “var bir hikmeti” diyerek kaç kez anlamlı anlamlı gülebildik?
Ümidimizin tam tükendiği bir sırada bize acıyıp merhamet eden Yaratıcımızın varlığını içimizde hissederek ne kadar yeniden canlanabildik?
Başkalarının ağladığı durumlarda sırlar perdesini aralayarak tebessüm debildik mi?   
Her şeyin şen ve şakrak olduğu dünyada somurtmuşluğumuzun farkına varabildik mi?

Mehtaplı bir gecede, açtığımız pencereden gördüğümüz ihtişamın karşısında içimizde duyduğumuz derin bir ürperti ile ne kadar gözyaşı dökebildik?
Acizliğimizin idraki içinde başkalarına asla değil yaşlı gözlerle yalnızca Yaratıcımızın yardımına kaç kez müracaat edebildik?
Kaç kez yüksek sesle “yeter!” deyip yalnızca kendimize kızarak şeytanın ve nefsimizin isteklerini geri çevirebildik?
Kaç kez kendimizi suçlayabildik?
Ve kaç kez kendimize ve özellikle yalakalığımıza, kıskançlıklarımıza, beslediğimiz kin ve düşmanlıklarımıza ağlayabildik?

Yaratıcımızla kendimiz arasında engel olmalarına rağmen geleceğe yönelik arzu ve isteklerimizden ne kadar vazgeçebildik?
Dünyaya ilişkin değil öte âlemle ilgili beklentileri hayatımıza ne denli mal edebildik?
Arzuların nihai amacı olan Allah’la bir olma coşkusunu ömrümüzün ne kadarında yaşayabildik?
Her an tokatlandığımız hülyalarımıza kaç kez tövbe edebildik?
Çok kez tövbe etmemize rağmen fani şeylere bel bağlamaktan ne kadar vazgeçebildik?
Hangisi olursa olsun geçici şeylerin kaybolmasının ciddi bir üzüntüye değmediğine ne zaman inanabildik?
Mecazi aşk ve sevgilerin saltanatına hayatımızın neresinde son verebildik?
“Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları bana Seni gerek Seni” diyen Yunus Emre’ye rağmen, Allah sevgisinin dışında hangi sevgileri ne kadar kalbimizden çıkarabildik?

Çıkarımızı hayatımıza hâkim hale getirişimizi ne zamandan beri fark edebildik?
Maddi ve manevi çıkarımızda başkasını kendimize ne kadar tercih edebildik?
Başkalarının varlık ve esenliğine ne denli sevinebildik?
Dava arkadaşlarımızın üstünlükleriyle ne kadar övünebildik?
Başı sıkıştığında başkasına yardım etmekten ne denli haz alabildik?
Dava arkadaşlarımız için her tür çıkarımızdan ne kadar vazgeçebildik?
Dava arkadaşlarımıza ne denli mütevazı ve onların özgürlüklerine saygılı olabildik?
Tercihimizi dostlarımızdan yana ne kadar kullanabildik?
Davamız için uykularımız ne kadar kaçabildi?

Hayatımızın önceliklerine ne kadar yoğunlaşabildik?
“Eyvah davam!” diyen Asrın Adamının hayatını feda ettiği İslam davası için hangi fedakârlıkları göze alabildik?
Davamız ve gerçeklerin topluma mal olması için kaç gece sabahlayabildik?
Yapamadıklarımızdan çok yapmaya kalkışmadıklarımıza ne kadar üzülebildik?
Kaçırdığımız fırsatlar karşısında telafi planlarımıza ne kadar ağırlık verebildik?

Nimetler içinde yüzüşümüzün şükrünü eda edebildik mi?
Sadece bolluğun değil, darlığın bile bizim için bir nimet olduğunu düşünebildik mi?
Acılardan, yokluklardan, sıkıntılardan, bize reva görülen eza ve cefalardan ders alabildik mi?
İhanetlere müsamaha ile bakabildik mi?
Düşmanımıza da toleranslı davranabildik mi?
Bir nefesin bedelini ödemeyecek acizlikte olduğumuzu düşünebildik mi?
 
Her şeyin başına gelecek ölüm korkusunu hayatımızdan atabildik mi?
Ölüme hazırlanabildik mi?
Ansızın gelen ölüme “ben hazırım” diyebileceğimizi hiç olmazsa hayalimizden geçirebildik mi?
Ve gelen ölümü güler yüzle “hoş geldin” le karşılayacağımızın gerçekçi denemelerini yapabildik mi?
Bütün korkuların başı olan ölüm bir son olmadığına göre, hayatımızı allak bulak eden diğer korkuların nerden kaynaklandığı üzerinde kafa yorabildik mi?
  
Kendimizle kaç kez konuşabildik?
Kaç kez içimizin savaşlarına tanık olabildik?
Kaç kez amansız iç savaşlarımızda hakem pozisyonunda kılı kırk yarabildik?
Kaç kez günahlarımızla yüzleştik?
Kaç kez işlediğimiz günah ve hatalara hüngür hüngür ağlayarak bir daha işlememecesine tövbe ettik?
Kaç kez nefsimizden, kötü yanımızdan, başkalarına değil Allah’a şikâyet ederek Ondan
yardım diledik?

İftar sofrası anını bir şükür vesilesi sayarak tefekürî ibadete çevirebildik mi?
Bu ortamlarda kulluğumuzun temelini oluşturan acizliğimizin farkına varabildik mi?
Bu mübarek günlerde midemizle birlikte diğer organlarımıza da oruç tutturabildik mi?   
Bu kutsal ayda, İslam âleminde, hatta dünyanın çok yerlerinde mananın maddeye galip olduğunu ilan edildiği bir atmosferde içimize nüfuz eden muhabbet, şefkat ve sevinçleri gözlemleyebildik mi?
Bir açın çektiğini, bir yavrunun iniltisini, bir masumun acısını, bir öksüzün kimsesizliğini ve bir yoksulun çaresizliğini ta içimizde hissedebildik mi?
Dünyayı, dünyanın bütün hazlarını, fanileri, sevdaları, dostları ve hayatımıza giren her şeyi bir an bile olsa ölüm pahasına kalbimizden çıkarabildik mi?
Ve çoklarının güldüğü yerde ağlayabildik ve ağladığı yerde gülebildik mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum