Sıla-i rahim seferberliği

Sıla-i rahim. Bir zamanlar dillerden düşmezdi bu terkip. Her vesile ile telâffuz edilir, söylenir, hatırlanır, hatırlatılırdı. Hatırlatanlar veya hatırlayanlar tarafından da mânâsı yaşanır, yaşatılırdı.

Zamanla ancak bayramlarda, seyranlarda hatırlanır ve yaşanır oldu. Zaman ilerledikçe hatırlansa da yaşanmaz hâle geldi. Şimdi ne yaşanıyor, ne hatırlanıyor. Âdeta ölüme terk edildi.

Hayatından ümit kesilmiş hastalar gibi arada bir hatırlansa, hatırlandıkça yaşanması, yaşatılması gerektiği idrak edilse de, bütün dilekler telâffuzu bittiği anda bir sonraki hatırlanışa bırakılıyor.

Yakında pek çok benzeri gibi bu terkip de eskiyecek, mânâsı bilinmediğinden yabancı kelime addedilecek, önce birbirinden ayrılarak mânâsı katledilecek, sonra da lügat denen kelime kabristanının tozlarına karışıp gidecek.

Yâni tıpkı canlı bir varlığın, hatta geçmişi, geleceği, yakını, akrabası olan akıl, şuur sahibi bir insanın akıbetine uğrayacak ve ardında dolması imkânsız bir boşluk bırakarak günlük hayattan çekilecek.

Ölecek demeye dili varmıyor insanın.

Lâkin, geçmişte yaşanan, hâlâ da yaşanmakta olan binlerce benzeri de gösteriyor ki, canlılar gibi canlı bir varlık telâkki edilen kelimelerin de mukadderâtı bu. Pek çok kelime ve terkip gibi sıla-i rahim tabiri de telâffuzundaki âhengi, söyleyişindeki lezzeti ve mânâsındaki letafeti ile birlikte ölecek.

Gerçi mânâlar ölmez, ama unutulur.

Unutulmak, ölmekten daha hazindir.

Hele unutulan mânâ yüklü bir kelime ise…

***

Sıla, kavuşmak demek.

Bir diğer deyişle vuslat…

Rahimse eş dost, hısım akraba mânâsına geliyor.

Bu iki kelime, dil ailesi içinde birleşip anaya babaya kavuşma, hısımı akrabayı ziyaret etme, eşin dostun hâlini hatırını sorma, kırık kalpleri sarıp kırgın gönülleri şâdetme mânâlarını ifade eder.

Asırlar boyu o mânâlara hayat vermiş ve onlarla hayat bulmuştu bu kelimeler. Sıla-i rahim terkibi unutulunca, bütün o mânâlar da unutuldu. Aileyi meydana getiren esas unsurları birbirine bağlayan saygı, sevgi, hürmet, merhamet, şefkat bağları zayıfladı.

“Bir tel kopar, âhenk ebediyen kesilir” der şair.

Tıpkı onun gibi çeşitli sebeplerle ihmal edilen aile bağları koptuğu, fertler arasındaki irtibat hatları kesildiği zaman, ancak bir âilenin çatısı altında yeşerebilen âhenk kesilir, hasseler kurur.

O zaman cemiyet, ruhu mesabesindeki değerlerini kaybeder.

Bu bir ölüm değildir ama hayatî fonksiyonlarını kaybedip bitkisel hayata giren bir hasta gibi sadece zahiren, şeklen, bedenen yaşamaktır. Öyle bir hayat yaşayana haz vermez, eza eder.

Bütün bunların sebebi, kelimeyi, terkibi küçük görme, mânâsına yabancı kalma, bir kelimeden ne çıkar, kullanılmasa da olur vurdumduymazlığı, umursamazlığı veya ihmalkârlığıdır.

İhmalkârlık, iflâh olmaz bir hastalıktır. Yaşanmak istendikçe menhus bir hazla tekrarlanır, tekrarlandıkça kalınlaşır, katılaşır, soğur, kurur ve mânâ değiştirip ihânet hâlini alır.

Ferdin kendine, cemiyetine, dünyasına, ahiretine ihaneti.

***

“Gün bitti.

Akşam serinliğiyle başlıyor memleketim.

Doğduğum köy göründü,

Sakin yıldızlarıyla gittikçe yakınlaşan sema,

Dört nala kalktı atım sevincinden,

Uçaraktan gidiyorum adaya.

Çocukluğumda uçurttuğum uçurtmalar olacak

Bacalara takılan şu beyaz bulutlar,

Belki de rüzgârda namaz bezidir,

Yüzüne hasret kaldığım anacığımın!

Her halde beni bekleyenler var.”


Sıla hissini böyle seslendirmiş Cahit Sıtkı.

Şairin de dikkat çektiği gibi sıla, sadece belli bir zamanda yaşanılan ve insan hafızasının nisyan tozları arasında pek çok özelliğini kaybederek siluetleşen muhayyel bir eşkal değildir.

Aslında ruhların derinliklerinde çınlayan sıla hissi, hatıraların temelini teşkil edip hafızayı süslediğinden hatırlandıkça belirginleşip netleşen ve tekrar tekrar yaşanmak istenen canlı, heyecanlı hayat hâlleridir.

Hayata ilk adım orada atılmış, orada düşülmüş, yine orada kalkılmıştır. Onu başka adımlar, düşüşler, kalkışlar takip etmiş ve ilk defa orada ayaklar üzerinde durulmuştur.

Damak ilk tatları orada tatmış, dimağ ilk lezzetleri orada hissetmiştir. İlk gülüş, ilk ağlayış, ilk çığlık, ilk nida, ilk haykırış, ilk kahkaha, ilk hüzün, ilk konuşma, ilk öğrenme, ilk okuma, ilk anlama, ilk anlatma, ilk yanılma, ilk başarı, ilk yenilgi hep orada yaşanmıştır.

Sıla hep ilklerin yaşandığı ılık bir iklimdir. Hayatın ilkleri hafızada birikerek çocukluk hatıralarını meydana getirir. Onun için çocukluk bir bakıma bakir hatıralar hazinesi...

***

İnsan hangi yaşta olursa olsun, daima çocukluğunu yeniden yaşamaya, çocuk olamasa da çocuklaşmaya müheyyâdır. Bunun mümkün olmadığını bildiği için de zaman zaman çocukluk hatıralarını yâd ederek ruhunun iştiyakını dindirmeye çalışır.

Bir insan hafızasına nakşolan hatıra manzaralarının ilk çizgileri sılada çizilir, renkler, desenler oradan seçilir. Daha sonra insan çok farklı yerlere gitse, değişik şehirlerde yaşasa da hiçbir çizgi, renk ve desen o tablonun çizgilerini silemez, desenlerini değiştiremez, renklerini solduramaz.

Onun için çocukluk hatıraları her zaman taptaze, yepyenidir.

Kim tekrar dinlemek istemez, sevgi ile ısıtılıp samimiyetle serinletilen toprak damlı taş duvarlı köy evlerinde; tıngır mıngır sallanan işlemeli beşiklerde uyutulurken dinlediği uzun kış gecelerini dolduran nine masallarını veya serin yaz akşamlarını renklendiren dede kıssalarını.

Her insan anaların hayatta silinmez izler bırakan nasihatlerini, babaların ittiba edildiği nisbette faydası görülen tavsiyelerini ilk duyduğu yerlerde yaşamak ister ve o zaman onların, ‘âmin’ diyemediği duâlarına gönül dolusu niyazlarla tekrar tekrar âmin demeyi arzu eder.

Kaçmaması için ince ipini sımsıkı elinde tuttuğu hâlde, uçurtmasının bulutların arasında kaybolmasını bekleyen çocuk gözü ilk defa orada görür gökyüzünün yere yaklaştığını. İdraki orada sonsuzluğun hazzını tadar, hayatı ile ebed arasında gaybî bağlar kurmaya çalışır.

O anda hayalen uçurtması gibi semanın derinliğinde kaybolup gitmek ister.

Televizyonların bilinmediği, radyoların olmadığı, insanların sahte renkli muhayyel manzaralardan ziyade birbirinin yüzüne baktığı, muhatabının göz bebeklerinde kendi aksini seyrettiği müstesna zamanların hasreti hangi yüreğin hassas tellerini titretmez ki?

Gözlerin önünden hiç gitmez, çocukluk arkadaşları ile oynanan oyunlar, yapılan yarışlar, tutulan güreşler. Çağla almak için bin bir güçlükle tırmanılan ağaçlar, uzanılan dallar, düşüp yarılan kafalar, yaralanan dizler, sıyrılan dirsekler, yüzme öğrenilen göletler, sapan taşı ile vurulan kuşlar, sık sık kırpılan göz kapaklarının gerisinde bir bir canlanır.

İlk ekilen tohumun, dikilen çiçeğin, yetiştirilen meyvenin; yemlenen civcivin, beslenen kuzunun, tos vurulan koçun, koşturulan atın, otlatılan sürünün hâlâ oralarda öylece durduğu zannedilir.

Bütün bunlar ve daha nice canlı hayat tabloları, mazinin sılada kalan ve ancak sıla ile yaşayan hatıra izleridir. Sıla kelimesi unutulduğu ve sıla-ı rahim terkibi terk edildiği takdirde, mazinin yegâne ziyneti olan bu hatıra izleri silinir ve insan mazisiz kalır.

Mazi, an be an hâlin aktığı hatıralar denizidir. Yaşanan her hâlin bir yüzü maziye, diğer yüzü istikbâle dönüktür. Bu itibarla mazisi olmayan insanın istikbali de yoktur.

İstikbali olmayan insan da ademe mahkûmdur.

***

“Sıla-i rahim yapabilecek kadar soyunuzu öğrenin. Zîra sıla-i rahim akrabalarda sevgi, rızkta bolluk, ömürde uzama demektir.”

Peygamber Efendimiz (asm) bu hadis-i şerifi ile, insanlara soylarını, sülâlelerini öğrenmelerini ve onların ziyaretlerine gidip yardım ederek akrabalık bağlarını kuvvetlendirmelerini tavsiye etmiş.

Bunu yaptıkları takdirde akrabalarının sevgisini kazanacaklarını, rızklarının bollaşacağını ve ömürlerinin uzayacağını ifade ederek sıla-i rahim yapmanın ehemmiyetini nazara vermiş.

İnsan, hilkatinin iktizası olan sıla-i rahim hasletini hassasiyetle yaşadığı takdirde, sadece akrabalarının sevgisi, rızkının bollaşması ve ömrünün uzaması gibi bazı şahsî faziletler kazanmakla kalmaz, cemiyetin temelini teşkil eden aile bağlarının güçlenmesini de sağlar.

Fertleri sevgi, saygı, hürmet, şefkat ve merhamet bağlarıyla birbirine sımsıkı bağlı ailelerden müteşekkil bir millet, birliğinden aldığı güçle, dahilî haricî her türlü tehlikeye karşı koyma gücünü kendisinde bulur ve bu müttehit vasfı sayesinde ilelebet yaşar.

Fertler arasındaki rahim bağları tesis edilerek müttehit bir millet meydana getirilmediği zaman ise gaflet, dalâlet, fısk, sefahet gibi ictimâî zaaflar cemiyeti istilâ eder ve hem huzur bozulur, hem fakr u zaruret artar, hem de devletin, milletin ömrü kısalır.

Sıla-i rahimi kesmeyi fasıklığın, gafletin, dalâletin tezâhürü olarak gören Bediüzzaman Said Nursî’nin “Vefa-i ahide nakz ile hasâret ettiler, sıla-i rahimde kat’ ile ıslâhta ifsad ile, imanda küfür ile, saadet-i ebediyede şekavetle yaptıkları hasaretler” şeklinde de ifade ettiği gibi hasaret umumileşir.

Her insanın uzak yakın, büyük küçük bir sılası ve o sılada yaşadığı hatıraları, orada kalan akrabaları, hatırlayanları, bekleyenleri, özleyenleri, yolunu gözleyenleri vardır.

Böyle umumî hasaretleri Allah’ın rahmetinin tecellisine vesile etmenin yegâne çaresi, sık sık sıla-i rahime gitmeye gayret edip zamanı sılaya dönme zamanı hâline getirmektir.

Velev ki insanın sıla addettiği yerlerde kimsesi kalmasa, hatırlayanı, bekleyeni, özleyeni olmasa da, insan oraları hatırlamalı, hasretini çekmeli ve ilk fırsatta sıla-i rahime gitmelidir.

Bununla da iktifa edilmemelidir. Sıla-i rahim hasletinin mânevî cihetini müdrik olan müteşebbis insanlar, cemiyeti maddî ve mânevî yönden ihya etmek için millet ekseriyetinin iştiyakla iştirak edebileceği bir sıla-i rahim seferberliği başlatmalıdırlar. Böyle bir hareket, insanlığın kaybettiği değerleri bulup yaşayarak kendine dönmesine de vesile olacaktır.
 
Yeni Asya

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.