Şevkimiz asla sönmeyecek

 Öyle bir yerden ışık alıyoruz ki, bu şavk aslâ kararmayacaktır. Şevkimizin altında öyle bir sâik var ki, bu şevk aslâ sönmeyecektir. Netîce îtibâriyle, dünya hayâtı geçecektir. İnandığımız ebedî hayat başlayacaktır. Geçici ve kararsız bu kısa ömürde başımıza ne gelse, aldırmayacağız.

 Bizzat, Hâlık-i Kâinât tarafından verilmiş bir söz var: Zerre kadar hayır da, şer de karşılıksız kalmayacaktır. O halde, Hz. Üstâd’ın dediği gibi, dünyâyı başımıza ateş yapsanız, gittiğimiz yoldan vazgeçmeyeceğiz... Bizden önce inandığı doğrular uğruna hayatlarını fedâ eden nice kahraman insana katılmakla insanlık şerefini kazanacağız. En korkunç son, bazılarına göre, ölüm değil mi? Biz buna doğduğumuz günden hazırız. Kaldı ki, ölümün gerçek sâhibi de Allâhu Teâlâ’dır. O dilemeyince kimse kimsenin canını alamaz. Emaneti almaya vâsıta olabilmişse, demek ki izn-i İlâhî de var... Mâdem, O’nun izni ve emri ile, baş-göz üstüne demekten başka bir çâre kalır mı?

 Fakat, böyle bir sona râzı olmak ve her an olabileceğini farzetmek, öyle tembel tembel oturmayı gerektirmiyor. Hem şahsî, hem içtimâî bir çok görevimizin bulunduğunu ve bunları yerine getirmenin bir ibâdet olduğunu bilen kişiler olarak, son nefese kadar, çalışacağız. Sonuçta ne olursa olsun, bundan sorumlu olmadığımızı bileceğiz. Bizim vazîfemiz hakka hizmettir, netîceyi vermek Kadîr-i Mutlak’a âittir, deyip rahat edeceğiz.

 Günlük ibâdetlerimizde, helal rızık için çalışmalarımızda, başkalarına fayda verecek işler yapmamızda bize düşeni dikkatle, titizlikle, îtinâ ile îfâ ettik mi, gerisi bizi ilgilendirmemeli... Tabiî ki, iyi netîceleri görmeyi arzû ederiz; ama, istediğimize ulaşamazsak, bundan dolayı da yas tutmayız. Bütün insanların, hattâ her bir varlığın hem dünyâda, hem âhirette mesut olmasını istemek, inancımızın ve insanlığımızın gereğidir. Ama, bunu istemek başka, yerine getirebilmek başkadır.

 Risâle-i Nûr vâsıtası ile bütün insanların düzgün bir inanca sâhip olması; dolayısı ile bu geçici ömürde saâdetle yaşamanın temin edilmesi, bu yolun âşıklarının temennîsidir. Fakat, elimizde tebliğden başka bir araç bulunmadığını da gayet iyi bilmekteyiz. Tebliğde dil kadar hâlimizin de etkili olduğunu unutmadan, bizzat inanarak, yaşayarak, ayna olarak çevremizi aydınlatmak durumundayız.

 Kur’ân-ı Hakîm’in emrettiği, Hz. Peygamber Muhammed Mustafâ’nın (sas) yaşayıp gösterdiği, o nurlu yoldan geçen milyonlarla sâdık, güvenilir, şerefli insanın örnek olduğu şekilde Cenâb-ı Hakk’ın nûrundan aldığımız hidâyet ışığını çevremize saçmaya ve yaymaya çalışacağız. Kâinâtta hiçbir gücün bu ışığı söndürmeye yetmeyeceğini bileceğiz. Görevimizi hakkıyla yaptığımız takdirde, rahat yatağımızda, mukadder ömrümüzü yaşadıktan sonra öleceğimizi idrâk edeceğiz. Yeter ki, bu arada nefsimizin ve şeytanın kandırması ile hakkı bâtıla âlet yapmayalım. Dünyâ için âhireti fedâ etmeyelim. Mânevî ve mukaddes mefhumları, maddiyâtı ve süfliyâtı elde etmek için kullanmayalım...

 Ümitsizlik, yılgınlık, bıkkınlık, keder, feryâd ü figan bizim defterimizde yer almamalı. İnsandan maadâ bütün varlıklar, yaratılış gayelerini canla-başla yerine getirirken ve bizler insanlık gibi büyük bir şerefe lâyık görülmüşken, onlardan aşağı düşecek olursak, kendi kendimize yazık etmiş olmaz mıyız?
 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.