Şeriat meselesine tekamülcü bakış

Son sıralarda bazı devletlerden maada örgütler de şeriat yasalarını ve hukukunu uygulama davasına düştü. Elbette Nijerya’da Müslümanların çoğunlukta yaşadığı kuzey 2010 yılı itibarıyla yani birkaç yıldan beri devletle anlaşmaları olarak İslam hukukunu icra ediyor. Bu umumun talebi. Brunei Sultanlığı da İslam hukukuna geçme kararı aldı bu da dünyada ses getirdi ve itirazlara neden oldu veya gürültü kopardı. Nedense, Batılılar Brunei Sultanlığının yakınındaki Myanmar’da olan bitenleri sessizlikle izliyor ve geçiştiriyorlar ama İslam hukuku meselesi olduğunda irkiliyorlar. Filistin’de olduğu gibi birlik veya birlik hükümeti kurulduğunda yüzleri kararıyor. Bölünme olduğunda ise sevinçten gözleri parlıyor. Buna mukabil, Taha Akyol yine çuvaldızı kendimize batırma babından neden IŞİD’in yükselişi karşısında İslam aleminden ses çıkmadığını ve gösteriler olmadığını soruyor ve sorguluyor. Onun gibi bu hususta Suud ulemasını sorgulayanlar da oldu. Hamaney ve İranlı veya Iraklı dini liderlerin Irak ve Suriye’de yaptıkları karşısında da nedense kimse kılını kıpırdatmıyor. Sistani’nin Sünnilere yönelik farz-ı kifaye cihadı çağrısına pek itiraz eden veya kulak asan olmadı! 
 
Myanmar veya Orta Afrika Cumhuriyeti ve Mozambik’te olanlar karşısında Batı toplumu gösteri yapmıyor ve devlet ricali de Müslümanların haklarına sahip çıkmıyor. Herkesin mazlumu kendisine! Taha Akyol ise çuvaldız meselesini abartarak meseleyi mazoşizm sınırlarına dayandırıyor. Zira İslam dünyasına belli başlı bütün dini teşekküller IŞİD hakkında bildiri yayınladı ve tek yanlı uygulamalarını ve onun ötesinde tek yanlı hilafet ilanını ret, cerh ve takbih ettiler. Ama dert, bu hareketin ve benzerlerinin çıkış nedeninde! Çıkış sebepleri de çok yönlü. Arazlarını pek araştıran yok. Bu nedenlerden bir kısmı dünyanın mezalime seyirci kalmasıdır. IŞİD gösteri veya küfretmekle ortadan kalkmaz belki sebepleri tedavi edilerek ortadan kaldırılabilir.
 
*
 
Bununla birlikte IŞİD’in İslam hukuku alanında uygulamalarına bir göz atmak istiyoruz. Öncelikle olarak, önüne gelen tek yanlı bir biçimde İslam hukukunu ve o hukukun bir parçası olan ukubat ve ceza hukukunu uygulayabilir mi? Örgütlerin de böyle bir hakkı var mı? Elbette daru’l İslam’da İslam hukukunun ceza hukuku bölümü ve boyutu ancak devlet çatısı altında uygulanabilir. Uygulamanın meşruiyeti devletin meşruiyetine de bağlıdır. Şimdi IŞİD bir devlet mi yoksa bir örgüt müdür? Kendisinden başka bir Allah’ın kulu dahi örgütü devlet olarak tanımıyor. Halk bulunduğu yeri boşaltıyor. Dolayısıyla IŞİD korku devleti ve İslam düşmanları tarafından da korkuluk olarak kullanılıyor. Bu çok açık. Daru’l İslam’ın dışında daru’l harpte Müslüman bir topluluk ihtiyari olarak kendi arasında İslam hukukunu uygulamak isterse bu mümkündür. Günümüzde Nijerya tartışmalı olsa da buna örnek olarak gösterilebilir. Zira uygulama ulema tarafından gözetilmekte ve denetlenmektedir. İhtisas ehli kadıların bulunduğu söylenebilir. Buna mukabil, IŞİD’in uygulamaları ancak Boko Haram’ın uygulamaları mesabesindedir. Daru’l harpte İslam hukukunun cezai bölümünün uygulanması ayrıca toplumun rıza ve ihtiyarına bağlıdır. Yani zorunlu değildir.
 
*
 
Daru’l İslam’da ceza hukukunun tatbiki ise tekamülü esas almalıdır. Muhammed Ayyaş Kebsi isimli yazar ‘Tasavvurat hatie an tatbik eş şeria’ başlıklı makalesinde enine boyuna bu meseleyi tahlil ve analiz etmektedir. Satırları arasında, İslam hukukunun Kur’an-ı Kerim’in nüzülüne bağlı olarak tedrici olarak ortaya konduğunu hatırlattıktan sonra, günümüzdeki uygulamasında da tedriciliğin gözetilip gözetilmemesi gerekip gerekmediğini soruyor.  Nuzülündeki tedriciliğinin tatbikindeki tedricilik gerektirmediğini söylüyor. Yani artık din tamamlanmıştır yeniden hukukun tedrici olarak kayda geçirilmesi diye bir şey yoktur.  Bundan dolayı vahiy yoluyla nüzülü anlamında tedricilik ortadan kalkmıştır. Bununla birlikte, İslam’da ceza hukukunun tatbikinin sosyal anlamda tekamülü esas alması gerektiğini ifade etmektedir. İçtimai ve sosyal boyutta tekamülcü bakış açısı esastır. Bununla, uygulamadaki ortamın elverişli veya sağlıklı olup olmadığını kastediyoruz. Onun dışında bir de meselenin ahlaki zemini var. Bu hukuku uygulayanların ahlaki zemini sağlam olmalıdır. 
 
Ceza hukukunun sosyal zeminine misal vermek gerekirse; Hazreti Ömer kıtlık döneminde hırsızlık cezasını askıya almıştır. Çünkü burada cezai hukuk 'emrün bima la yutak' makamına gelmiştir. Çalmama emrine imtisal, takat dışına çıkmıştır. Dolayısıyla bu ortamda hırsızlık cezasının uygulanması İslam’ın ruhuna aykırı düşecek ve adalete değil adaletsizliğe sevk ve hizmet edecektir. İza tecaveze'ş şey'ü haddehu inkalabe zıddehu deyimini de bunu ifade eder. Bir şey haddini aştığında zıddına evrilir. Bundan dolayı hırsızlık haddini uygulamak  gıda temini şartına bağlıdır. Bu noktada hukuk ile sosyal şartlar arasında tekamüle ve uyuma bakmak ve bunu gözetmek gerekir. Aksi halde, uygulama sarkık ve zemininden kopuk olacaktır. Tarihi kayıt ve rivayetlere göre bu mesele Ömer Bin Abdulaziz ve oğlu arasında tartışmaya vesile olur. Ömer Bin Abdulaziz’in oğlu uygulanmayan kuralların bir an önce ve defaten uygulanmasını istemektedir. Ömer Bin Abdulaziz buna itiraz eder ve bakış açısını şöyle özetler: Birden gelen birden gider veya toptan gelen toptan gider. Altyapısı muhkem değilse ve şartlarına haiz değilse kolay geldiği gibi kolay da gider ve kalkar.  
 
İslam hukukunun uygulanmasında ahlaki zemin de fevkalade önemlidir. Dini siyasete alet etmemek gerektiği gibi hukuku da ahlaksızlığa alet etmemek gerekir. Bundan kaçınmak elzemdir. Aksi takdirde, hukukun kendisine suikast yapılmış olunacaktır. Sözgelimi Yahudiler Mecdelli Meryem’e recm uygulamak istediklerinde Hazreti İsa bunun için toplanmış kalabalığa şöyle seslenecektir: İlk taşı aranızda suçsuz olan atsın! Mesele taşlamak değil, suçluyu cezalandırmaktır. Ama toplum suçlu ise bu defa Peygamberimizin (asm) uyarısı devreye girmektedir: "Sizden öncekilerin helakı, cezayı şerifler ve aristokratlara uygulamayı bırakıp sıradan insanlara tatbik etmelerinden olmuştur." Aişe (r.ah.) şöyle anlatır: "Mahzum soyundan Fatma isimli bir kadının yaptığı hırsızlık Kureyşlileri sıkıntıya sokmuştu. Onlar: Bu kadının affedilmesi için Hz. Peygamberle konuşmaya niyet ederler ve bu iş için de onun hatırını kıramayacağı Usame'yi devreye sokarlar. Nihayet Usame aracı olarak bu meseleyi Hazreti Peygamberle (asm) konuşur. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm): "Allah'ın tayin ettiği bir cezanın uygulanması konusunda suçluya arka mı çıkıyorsun?" buyurdu. Sonra ayağa kalkıp şu konuşmayı irat etti: "Ey insanlar! Sizden öncekileri helak eden şey şuydu; Onlar, içlerinden soylu bir kimse çaldığı zaman bir şey yapmazlar, güçsüz birisi çaldığı zaman ise ona ceza verirlerdi Allah'a yemin ediyorum ki, eğer Muhammed'in kızı Fatıma çalmış olsaydı onun elini de keserdim (Sahih-i Müslim'deki hadis numarası: 3196).” Cezada yanılmaktansa afta yanılmak evladır. Bununla birlikte Allah’ın hukukunun uygulanmasında insanlar şefkat ve gevşeklik göstermemelidirler.
 
Bu sarkık mantıkla hatırlı kişiler es geçiliyor sıradan insanlara ise ceza uygulanıyor. Ülkeyi soyana ceza yok ama bir iki dilim baklava çalan kanundan yakasını kurtaramıyor.  Dolayısıyla burada cezada değil, cezanın uygulanmasında bir adaletsizlik var. Ceza  adil ama uygulama adil değil. Adalet imtiyaz gözetmez. İmtiyazın olduğu yerde de adalet olmaz.  Şeriat bütünü itibarıyla rahmettir uygulamada bütünlüğünden koparılırsa rahmet olma vasfını yitirir.
 
İslam hukukuna ait kurumlardan birisi hisbe teşkilatıydı. Biraz indirgeme ile zabıtanın dini muhtevalı olanına hisbe diyoruz. Toplum ve esnaf üzerinde ahlaki denetleme denebilir. Elbette Seddi zerai gibi bunun haddi vasatı olduğu gibi ifrat ve tefrit makamları ve basamakları da var. İfrat ve tefrit basamaklarında mesele istismara konu olur. Nitekim Suudi Arabistan’da hisbe çerçevesinde görev yapan ve hisbe teşkilatının türevlerinden biri olan Mutavva (dini zabıta veya polis) kurumunun sokak denetimleri sona erdirildi. Son yıllarda liberal kesimlerin tenkit odağında idi. Aslında kendi gitmiş geride ismi ve resmi kalmıştı. Muhtevasını kaybetmişti. Zira devletin başındaki kimseler halktan ziyade Mutavva’nın denetimine muhtaç halde idiler. Bundan dolayı meselenin ahlaki zemini kalmamıştı.  Hukukun vaz’ı tedrici oldu, uygulanması da şartlara bağlı olarak tekamülcü olmak zorundadır. Sosyal ve ahlaki ve psikolojik tedavi uygulanmadan kanuni veya hukuki icraata geçilmesi ya da uçtan başlanması doğru değildir. Bu kaş yapayım derken göz çıkarmak olur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum