Senai DEMİRCİ

Senai DEMİRCİ

Selim Gündüzalp: Sadeliğin ‘Zafer’i

Kitaptan da okudum. Biliyorum. O zarif şiiri bana da birkaç kez okumuşluğu var. “Gül, bir güldü ve güller kadar yaşadı."

Onca yıl düşünmüş, nice kelimeyi dudaklarında gezdirmiş, deyimlerden medet ummuş, mecazları metaforları kurcalamıştı şair de, en sonunda olan biteni abartmadan aktarmanın en güzeli olduğuna karar vermişti. Varoluşun kendisi şiir zaten; abartıya ihtiyacı yok ki… Sadeliğe varmak zaman alıyor demek ki.

Zaman, 17. yüzyıl. Yer Fransa’nın Verdun şehri. Ömrünün baharında ölen, Verdun belediye başkanının kızı Gül’ün (Rosa) babasını teselli edecek bir şiir yazması gerekiyordu şair Malharbe’nin. Yıllarını aldı yazmak. Öyle ki teselli edeceği baba matemini unuttu ve sonunda o da öldü. Şair Malharbe şiiri tamamladığında yakınları esefle hatırlattı: “Sen bu şiiri başkanı teselli etmek için yazmıştın ama teselli edecek başkan da kalmadı.” Bunun üzerine, yüzündeki tebessümü hiç bozmadan şöyle cevap verdi şair: “Kabahat, bu şiirin tamamlanmasını beklemeden ölen başkanda…”

İşte o kabahatin büyüğünü yaptı Selim Gündüzalp, yahut gönlümüze nakşolan asıl ismiyle “Hüseyin (Şengörür) ağabey”.  Geldi geçti bu dünyadan. Nice şiiri yarım bırakarak. Kırılgan zeminlerde, solan yüzlerde cömertçe nakışlanan güzelliğe mukabelesini keserek göçtü.

Risale-i Nur’un, sahih ve sakin Kur’ân talebeliğiyle seslendirdiği ana teması tam da budur: “Yarım kalacaktır güzel şeyler.” “Yetim kalacak küçük şeyler.” Kalbimizde İbrahimvâri bir çığlığı yenileyerek yineler: “Lâ uhibbu’l âfilîn!” “Batan şeyler sevilmez!” “Terk edenlere gönül verilmez!” “Solup gidenlerle yetinilmez, tükenip ölenlerle kalp doymaz!”

Özellikle Onuncu Söz’de kristalleşen, On yedinci Söz’de gözyaşı gibi katreleşen, İhtiyarlar Risalesi’nde bir kalbin ağlayışlarına dönüşen, Dördüncü Şua’da ise muhataplarını “Hasbunallah” kudsi sözünün eşiğine baş koydururcasına netleşen, “yazığım geliyordu” nidalarıyla akan bu üslup, kanaatimce, Risale-i Nur’un her satırının usaresi. Mesela Dokuzuncu Söz’ü sıksak, her cümlesinde ümitli bir esef damlar; böylece gövdemizden ruhumuzun gündemine kıyama kalkarız heyecanla. Risale-i Nur, şairin dediğince, “Şiirin tamamlanmasını beklemeden gidecek kabahatliler” listesine yazar bizi. “Aramızda yarım kalan bir şeyler var!” şarkısını terennüm ettirir kalbimize. “Bu böyle yarım kalmayacak!” ümidinin kıpırtılarına salar ruhumuzu.

Üstad Bediüzzaman'dan, Nietzsche’den Kafka’ya, Kierkegaard’dan Yalom’a varoluş sancısını dillendiren çoğu düşünürün sancısını imanın ve tevhidin gerekçesi olarak koyar önümüze. Gövdemiz belki bu dünyaya sığıyordur ama gönlümüz sığmaz. Dar gelir her şey. Kelimeler yetişmez gül yüzleri anlatmaya. Gözyaşları eşitlemez ayrılığın acısını. Avunacak bir kuytu yoktur buralarda.

selimgunduzalp-001.jpgSelim Gündüzalp, Risale-i Nur’dan aldığı bu sarsıcı varoluş dersini, bu hüzünlü sevda telkinini, içten bir mukabeleyle talim etti, duygularıyla kökleştirdi, için için yanan sıcacık köz gibi yaşadı. Kabına sığmayan tefekkür heyecanını son nefesine kadar soğutmadı. Kur’ân’ın ve kâinat kitabının dillendirdiği hakikatin izdüşümlerini Tolstoy’dan Cibran’a, Necip Fazıl’dan Cahit Sıtkı’ya sürdürdüğü derin okumalarla, dağ yamaçlarından deniz köpüklerine, sarı çiçeklerden kar tanelerine kadar uzanan şahitliğiyle çeşitlendirdi, çerçeveledi. Sade bir dille, herkese açık bir üslupla yenileyerek yineledi. Kuş kanatlarından atom parçacıklarına, meyve çekirdeklerinden bal peteklerine kadar her yüzde, Yaratıcı’ya borçlu olduğumuz hayreti seslendirdi, minneti söze döktü.

Çeyrek yüzyılı aşan fikir mesaimizde, gece yarılarında, uykudan uyandırmayı gayet normal bir nezaket sayarak, hiç beklemediğim bir detayı başlık olarak önüme koymuştu. “Yaz kardeşim!” dediğinde, sesindeki o sıcacık içtenlik itirazımı eritir de, mahmurluğumu yener, hemen yazıya otururdum. Böyle böyle çok yazı kazanımlarım olmuştur.

Sohbetlerini dinlerken şöyle bir şey olurdu. Ağzını açar açmaz, sanırdınız ki, o sırada havada uçuşmakta olan kelimeler, şiirler, hatıralar var da, vakum gibi çekiyordu onları. (Onun da çok sevdiği ve sıkça iktibas ettiği rahmetli Haluk Nurbaki’de de görmüştüm bunu!)  Tekrara düşmeden, her hecesinde taze bir heyecan taşıyan üslubu, herkese açık, hesapsız bir sofra gibiydi. Kapısı herkese açıktı; içeri girene “niye geldin?” denilmez, dışarı çıkana “niye çıkıyorsun?” denilmezdi.

Risale-i Nur’un vahyin reyhanını taşıyan, kısa ve sade cümlelerini öyle bir yerde alıntılardı ki, o cümleyi yeni baştan düşünür, yeni bir çerçeveye koyardınız. Sadece alıntılamakla yetinmezdi elbette, alınırdı da. Ki alınmak, yeniden yoğurmak demekti cümleyi. Bedeli ödenmiş bir tecrübe usaresi olarak sunmak demekti. (Bu üslubu da yine onun çok sevdiği ve hürmet ettiği rahmetli Kemal Ural’da görmüştüm.) Yüreğinde demlediği, süt ve bal ettiği cümleleri, muhatabının ihtiyacına göre, sıkça bir başka düşünürün sözleriyle zarflayarak sunardı. Bazen Mallarme’nin bir şiirinde, Shakespeare’nin bir dizesinde Said Nursi’nin kastettiğini bir başka tonla duyarsınız onun ağzından. Hakikat biricikse, her ağızdan duyulabilir ve her dudağa bulaşabilir değil miydi?

O kadar entelektüel gündem içinde, kolay başarılamayacak bir işi de yapıyordu. Vefalıydı; hiç beklentisiz hal hatır sorardı. Birden karşıma çıkardı, sıcacık kucaklardı. Gecelere taşırdığı yazı heyecanını, her mevsim serin bir iklimin habercisi olan uhuvvet için de harcardı. Büyüklerin hatırını zaten sorardı da; benim gibi küçüklerinin hatırını, hatta benden de küçüklerin hatırını, daha bir özenle sayardı. Hakikat sevdası olan herkesi sözleriyle kucaklar, yürüyüşüne tebessümüyle eşlik ederdi.

Hiç ummadığım bir yerde, hiç beklemediğim birinin özgeçmişinde, onun hayırlı dokunuşu olduğu ortaya çıkardı. Ünlü ya da ünsüz, zengin ya da fakir ayırt etmeden muhtaç gönüllere eğilirdi. Egemenlerin hormonuyla, muktedirlerin kirli desteğiyle sahte “Nur cemaati” icat ederek Risale-i Nur’un sadeliğini gölgelemeye kalkan malum örgütün ünlü ve zengin avına, yakın dostlarını kaptırdı, büyük siyasi çarkların arasında dergisinin ve kendisinin sözü kısılmak istendi ama o hiç durmadı. İhanetler gördü. Hiç tebessümünü eksiltmeden, şevkini kırmadan, hayallerinden vazgeçmeden, sanki kimselerin görmediği bir göğe asılıymış gibi kalbinin kanatları, davasına aldırışsız yürüdü.

Gençlerin dilini anlayan, herkese ve her kesime açık, herkesin kolayca erişebildiği diliyle, Selim Gündüzalp bir ibret portresi olarak önümüzde duruyor. İnceden emek verdiği, yılmadan ter döktüğü Zafer dergisi etrafındaki tefekkür sofrasını, sıcacık ürünleriyle bize bıraktı. Çünkü söz bitmez, çünkü söz eskimez…

Bu dünyadan şu anda bu satırları yazarken bile, sıcacık sesini duyduğum bir dostum, omzuma şefkatle dokunan bir ağabeyim eksildi. Bir parçam mahzun elbette… Ahirete adanmış diğer parçam ise, ona kırk yıldır yarenlik eden Enver Yorulmaz ağabeyin, “Hüseyin Abi vefat etmiş!” haberini aldığında yüzünde beliren tebessümü hatırlıyor ve seviniyor: “İyi olmuş! Bizi orada karşılar, yabancılık çekmeyiz bari!”

Şiiri yarım bırakarak burayı terk edenlerin, öbür tarafta tamamladığı yeni bir şiir vardır elbette…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum