Said Nursi'nin Türkler akıl Kürtler kuvvet sözünü nasıl anlıyoruz?

Said Nursi'nin Türkler akıl Kürtler kuvvet sözünü nasıl anlıyoruz?

Bugün çokları için ‘söylenmesi imkânsız, dahası hazmı dahi zor gelenbir cümledir bu. Bir Kürtçünün de bir Türkçünün de...

Risale Haber-Haber Merkezi

Metin Karabaşoğlu, Bediüzaman Hazretlerinin Türk ve Kürtlere dair sözlerini yorumladı. Türklerle Kürtler arasındaki ilişkinin milliyete indirgenemeyeceğine dikkat çeken Karabaşoğlu, İslam'a hizmet amacının ortak gaye olduğunu bunun da başka milletlere örnek teşkil ettiğini söyledi.

Karabaşoğlu'nun Star'ın Açık Görüş'ünde yayınlanan yazısı şöyle:

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1911 yılında yazdığı “Devaü’l-Ye’s,” ümmetin Batı karşısında yüz yüze olduğu yenilgi psikolojisini aşma noktasında bir cevap arayışını yansıtır. Yarına dair projeksiyonların düne dair analizlere eşlik ettiği bu makale, Avrupa’nın bütün dünyaya, özelde İslâm dünyasına hâkimiyetinin sebeplerinden biri olarak, şu hususa da dikkat çekmektedir: Dünyanın neresinde bir Hıristiyan varsa ona sahip çıkma adına oraya müdahale eder ve nerede iki Müslüman görse, kardeşlik bağlarını bozmak için aralarına fitne sokar!

Bu ‘fitne’lerin belki en önde geleni ise, her aşamada daha da ‘mikro’sunu üreten milliyetçiliklerdir. Batı tecrübesini ‘evrensel bir model’ olarak algılayan müstağriplerin de sevkiyle, her biri ayrı bir ‘ulus-devlet’ rüyası gören milliyetçilikler tarafından ümmet idraki zaafa uğratılmış durumdadır ve bu sebeple Müslüman dünya yeni bir ‘tavâif-i mülûk’ döneminin eşiğinde durmaktadır.

Babanzâde Ahmed Naim’in bu problemi görüp özelde Türkleri “İslâm’da davâ-yı kavmiyet yoktur” diyerek uyardığı aynı zaman diliminde, Bediüzzaman’ın da ‘Said-i Kürdî’ olarak bütün Müslüman unsurlarla birlikte bilhassa Kürdleri uyardığı görülür. Nasıl geçmişte yaşanan ‘tavâif-i mülûk’ dönemleri hiçbir Müslüman topluluğa huzur bahşetmemiş, bilakis bütün Müslüman dünyayı Moğol ve Haçlı istilasına maruz bırakmış ise; bugünün milliyetçiliklerinin ümmeti karşı karşıya bırakacağı akıbet de budur. Bu milliyetçiliklerden ümmet ve insanlık kaybedeceği gibi, o milliyetlerin mensupları da kazançlı çıkmayacaktır. Özellikle de, yan yana ve iç içe yaşayagelmiş iki Müslüman unsur olarak Türkler ve Kürdler, asırlardır, birinin rağmına diğerinin saadeti imkânsız bir kader ortaklığı içinde yaşamaktadır. Dolayısıyla Kürdler açısından aslolan, İdris-i Bitlisî ile onun önerisini dinleyen o zamanki Kürdlerin dört yüz sene önce sergilediği duruşu şimdi de korumaktır: “Yavuz Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o, Kürdleri ikaz etti. Onlar da ona biat etti. Şimdiki Kürdler, o zamandaki Kürdlerdir” derken Bediüzzaman’ın Kürdleri davet ettiği şey, tam da budur.

İttihad-ı İslam düşüncesi

Bediüzzaman’ın tarihsel bir perspektif içinde dile getirdiği ve ‘tazelediği’ bu biat, elbette bir ‘Kürd’ün bir ‘Türk’e biatı değildir. Bu, ‘ittihad-ı İslâm merkezli’ bir dün-bugün-yarın idraki içerisinde bir ‘Müslüman’ın bir ‘Müslüman’a biatını ifade eder. Dörtyüz sene önce İdris-i Bitlisî’nin Yavuz Sultan Selim’e ettiği biatı “Şimdiki Kürdler, o zamandaki Kürdlerdir” diyerek ‘güncellemek’ sûretiyle Bediüzzaman’ın yaptığı, Müslüman-Müslüman ilişkisini Türk-Kürt ilişkisine ‘indirgeyerek,’ Müslüman-Müslüman beraberliğini Türk-Kürt ayrışmasına dönüştüren milliyetçiliklere bir red ve cevap sunmaktır. (Dörtyüz sene önceki o biatın bütün Müslüman coğrafyayı nasıl biçimlendirdiği, ‘ittihad-ı İslâm’ın yeniden temininde nasıl bir anahtar işlevi gördüğü ve Osmanlı öncülüğünde İslâm medeniyetinin yeniden tahkim ve inşasında nasıl bir rol oynadığı ise, başlı başına bir yazı konusudur.)

Bu “Bediüzzamanca duruş” önlerinde bir engel olarak durduğu için, ‘aşamadıkları’ bu engeli ‘tahrifat’ söylemiyle bertaraf etmeye çalışanların Kürtçü eğilimlerin karşısında sapasağlam duran bir çizgidir bu. Türkçü ve Kürtçü milliyetçilikler istedikleri kadar kendi duruşlarını ‘müsbet milliyetçilik’ diye meşrulaştırmaya çalışadursun, “Milliyetimiz ise yalnız İslâmiyettir” diyerek net bir Müslümanca tavır sergileyen bir mü’min olarak Bediüzzaman,’ittihad-ı İslâm’ odaklı bu duruşunu her vesileyle ortaya koymuş durumdadır. Bunu o dönemdeki gazete makalelerinde, hitaplarında, ulema meclislerinde dile getirmesi kadar dikkate değer bir husus ise, ‘Bediüzzaman’ adıyla anılan bir âlim olarak hamal kahvehanelerine dahi gidip bu meseleleri hamallarla dahi konuşmasıdır. O günlerin İstanbul’unda çoğunluğu rıhtımlarda çalışan ve sayıları kırk bine yaklaşan hamalların Kürdistan menşe’li olması Osmanlıda ‘refahın dağılımına dair’ bir probleme işaret ettiği gibi, bir âlim olarak Bediüzzaman’ın onlarla ‘Kürdlere, Osmanlıya ve ümmete dair’ konuşması da ümmetin meselelerini ‘kapalı kapılar ardında’ ve ‘kendi aralarında’ güya hallediveren ulema/entellektüel tipolojisindeki probleme işaret eder. Bu tavır, risk almayan ve her kritik meseleyi ‘siyasetin sorumluluğuna’ havale eden ulema/aydın portresine bir reddiye niteliğindedir de...

Meşrutiyetin ilanı sonrasında gerçekleşen, “Ruhumu misafireten bir hammal cesedine gönderdim. Ve hammal lisanıyla hammallara hitaben beyan-ı hal ettim” notuyla başlayan “İstanbul’da Kürdlere Edilen Telkinat” isimli hitabında Bediüzzaman’ın hamallara yaptığı tek bir konuşmanın içeriği, avâmı muhatap almayan seçkinci âlim/aydın/akademisyen/siyasetçi portresi için hem fikren, hem ahlâken uyarıcı ve öğreticidir.

İki sayfalık bu veciz makaleyi hem üslubu hem içeriği ile burada hakkıyla değerlendirmemiz mümkün değil. Ama sadece bir paragrafı dahi, o günden bugüne bir büyük tarihsel tecrübeye denk düşmekte ve ‘ittihad-ı İslâm’a dair bir zihniyet ve ahlâk dersi içermektedir:

“Altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı i’lâ eden, ve istibdada şiddet-i itaât; ve terk-i âdât-ı milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel: Onların akıl ve mârifetinden istifade edeceğiz. Ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhasıl: Türkler, bizim aklımız... Biz de onların kuvveti... Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz. İyi evlad böyle olur.” (Bkz. İçtimaî Reçeteler, 2. cilt, s. 256, Tenvir Neşriyat 1990 baskısı. Bazıları başka yayınevlerinin baskıları için ‘tahrifat’ söylemi ürettiğinden, özellikle bu yayınevinin baskısına referans verdim.)

Osmanlı’nın tevhid bayrağı

Bu paragrafta önce Osmanlının altıyüz senedir tevhid bayrağını bütün dünyaya ilan ediyor oluşuna dikkat çeker Bediüzzaman. Ama iki sebep, (1) iradeleri baskılayan, mü’minlerin inisiyatif alma yeteneğini dumura uğratan istibdad, (2) modern Batı tecrübesini genel geçer model olarak algılamanın getirdiği ‘yerli’ ve ‘Müslümanca’ bakış/duruş kaybı yüzünden, işte bu Osmanlı ihtiyarlamış ve zaafa düşmüş durumdadır. Kürdlere yakışan ise, tıpkı Osmanlının gençlik döneminde Yavuz Selim’e biatlarıyla yaptıkları gibi, şimdi de ‘kuvvet ve cesaret’lerini ona ‘peşkeş ve hediye etmeleri’dir.

Bunu söylerken, Osmanlının temsil ettiği ‘ittihad-ı İslâm’ keyfiyeti ve siyaseti içerisinde iki Müslüman unsurun kader ve güç birliğine dikkat çeker Bediüzzaman: Bir tarafta ümmetin daha önce yaşadığı iki ‘tavâif-i mülûk’ sadmesini aşmasında öncülük etmiş, hem Abbasîler sonrası dağılmayı Selçuklularla, hem Selçuklular sonrası dağılmayı Osmanlılar ile durdurup ümmeti toparlamış Türkler; diğer tarafta bu süreçte Türklerin yanında ve yakınında olup onlara destek ve kuvvet veren Kürdler... Selçuklu-Osmanlı yönetim tecrübesini taşıyan Türklerin ‘akıl ve marifeti’ ile Kürdlerin ‘kuvvet ve cesareti’nin buluşması, Bediüzzaman’a göre, şimdi de ümmeti yeniden derleyip toparlama imkânını içermektedir. Bu okuma eşliğinde, meseleye ümmet penceresinden, i’lâ-yı Kelimetullah zaviyesinden ve ‘rıza-yı ilâhî’yi gözeterek bakan bir mü’min olarak Bediüzzaman Said-i Kürdî şunu söyler: “Türkler, bizim aklımız... Biz de onların kuvveti... Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserâne yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz. İyi evlad böyle olur.”

Bugün çokları için ‘söylenmesi imkânsız, dahası hazmı dahi zor gelenbir cümledir bu. Bir Kürtçünün söyleyebileceği bir cümle olmadığı açıktır. Öte yandan, bu cümleden bir Türkçünün de kendisine meşruiyet ve prim devşirmesine imkân yoktur. Zira, ancak her türden asabiyeti ayağının altına alabilmiş; meseleyi şu veya bu etnisite temelinde değil, ümmet idraki içinde görebilen; zihniyetini ve ahlâkını “Mü’minler ancak kardeştirler” ilâhî buyruğuyla inşa etmiş biri ancak bu cümleyi söyleyebilir.

Aynı zamanda bu cümle, tarihe ve bugüne dair hikmetli bir okumayı da gösterir. Bediüzzaman’ın bu cümlesinde kasdettiği ‘Türkler’ elbette ki, Batı karşısında teslim bayrağını dalgalandıran yenik, sinik ve ezik sekülerler değildir; bilakis tevhid bayrağını her tarafa taşıyan ve dalgalandıran Selçuklu ve Osmanlı örnekliğidir. Ve Bediüzzaman, iki ayrı yıkıcı tavâif-i mülûk döneminde ümmeti toparlayan Selçuklu ve Osmanlı tecrübesine; bu iki dönemde bu iki devletin Müslüman dünyayı nasıl haricî istilalara karşı koruyup sükûn içinde bir İslâmî medeniyet tecrübesi sunduğuna atıfla bu sözü söylemektedir. Mesele İslâm ise, milliyetler teferruattır. Mesele i’lâ-yı Kelimetullah ise, bu uğurda kimlerin akıl, kimlerin kuvvet olduğu da ancak teferruattır. Aslolan, bunun olması, yapılmasıdır.

Kürtlerin ümmet idraki

Öte yandan, Bediüzzaman’ın bir tarihsel tecrübeye denk düşen bu tahlili bir ‘simbiyoz’a da işaret eder. Yavuz Selim dönemi başta olmak üzere tarihsel tecrübe göstermektedir ki, Türklerin ‘aklı’ olmadan Kürdlerin ‘kuvvet ve cesareti’ heder olup gitmekte, hatta birbirine karşı hayırsız ve zararlı bir şekilde istimal edilmekte; Kürdlerin kuvveti olmaksızın da öbür taraftaki ‘akıl’ sonuç alıcı bir güç devşirememektedir.Tek başına biri veya tek başına öbürü değil;”Mecmuumuz bir iyi insan oluruz.” O yüzden ‘hodserâne,’ yani kimseyi dinlemeden, kendi kafasına estiği şekilde davranmamak gerekir zaten. Bilakis, ümmet bütünü içinde herkesi kemale kavuşturan bir ortak yaşamın izini sürmek ve hakkını vermek gerekmektedir.

Sözü burada da bırakmaz Bediüzzaman. Dahası, Kürdlerin ümmet idraki içindeki bu örnek tutumlarıyla, milliyetçi ayrışma ve parçalanmalara maruz kalmış başka Müslüman unsurlara da ‘ders-i ibret vermesi’nden söz eder.

Tarihsel bir realiteye yaslanan bu paragrafın verdiği belki en önemli ders ise, kimin ‘akıl’ ve kimin ‘kuvvet’ olduğundan çok; ‘aklın’ da, ‘kuvvet’in de ne için ve kimin adına olduğudur. Şerre yarayan bir çizginin ‘aklı’ olmak da, ‘kuvveti’ olmak da şeref kazandırmaz, bilakis mesuliyet doğurur. Aslolan, ama akıl, ama kuvvet olarak, her hâlükârda hayra yarayabilmek, iyiliğe ve güzelliğe vesile olabilmektir.

Bediüzzaman bu dersi verdiği ve bilfiil gösterdiği gibi, ‘ittihad-ı İslâm’a hizmet eden Osmanlı çizgisini ‘Türkçü’ bir ulus-devlet zihniyeti için târumâr eden Kemalist elitlerin milliyetçi bir tehevvürle onu sürgün ettiği batı Anadolu’da yazdığı risalelerle gerçekleştirdiği iman mücahedesine Isparta’dan, Kastamonu’dan, Denizli’den, Afyon’dan, sair beldelerden dahil olan ‘Türk kökenli’ binlerce, onbinlerce talebesi de bilfiil göstermişlerdi. Meseleye Türk-Kürt zaviyesinden değil, Allah’ın rızası ve Allah’ın dinine hizmet ekseninde bakan Bediüzzaman nasıl ‘siyaset-i İslâmiye’ ve ‘i’lâ-yı Kelimetullah’ noktasında Osmanlıyı merkeze alarak “Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti” diyebildiyse, Bediüzzaman’ın talebeleri de bu iman hizmetine aynı gözle bakabildiler; Allah’ın dinine hizmet eden bir ‘akla’ ‘kuvvet’ olmaktan çekinmediler, tereddüt etmediler, yüksünmediler. Bilakis her türlü hapis ve sair mahrumiyeti göze alarak bile isteye bunu tercih ettiler. Üstelik, “Türklerin içinde bu kadar âlim varken bir Kürdün peşinden mi gideceksiniz?” nakaratını tekrarlayan bitimsiz Kemalist kara propagandaya rağmen...

Bu, dün olduğu gibi, bugünün de meselesi. Dün olduğu gibi, bugün de bu toprakların mü’minleri olarak bir ahlâk ve zihniyet sınanması ile yüz yüzeyiz. Niceleri için şimdiden kabusa dönüşmüş bir ulusalcı rüyayla hançerini İslâm’ın bağrına yöneltmiş ‘akıl’ların peşinden giden ‘kuvvet’ler var yanımızda, yakınımızda.

Bu toprakların insanları bir kez daha sınanırken, onlara şu soruyu sormak hakkımız: Hangi aklın kuvvetisiniz?

Star - Açık Görüş

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum