Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Medrese Eğitiminde Yenilik Arayışı!

Yıl boyunca Ağrı Dağı'nın zirvesini terketmeyen kar, ova ve köylerine indiğinden beri Molla Said, çoğu Şeyh Celâlî'nin odasında olmak üzere hemen bütün vaktini medresede geçiriyordu. Nadiren köyün dışına çıksa bile Ahmed-i Hanî Hazretleri'ne gitmeyi göze alamıyordu. Esasen Tendürek Dağları'nın iki metreyi aşan karını aşması da mümkün değildi. Ovadan dolaşan yol ise hem çok uzundu hem de onca karı yarıp gitmesi imkânsızdı.

Bazı akşamlarda Halife Yusuf ile birlikte Celâlî'nin evine gidiyor, Muhammed Sıddık Celalî ile birlikte kapandıkları odada saatlerce kitabları karıştırıyor, muhtelif mevzularda iddialara tutuşuyorlardı. Garibdir ki, Şeyh Celâlî, hanesinin kapısını talebelerden sadece Molla Said ile Halife Yusuf'a açık tutuyordu. Bu imtiyaz, zaman zaman diğer talebelerin gıbta damarlarını tahrik etse bile hocalarına olan teslimiyet ve hürmetleri, daha ileri gitmelerine müsaade etmiyordu.

Esasen Molla Said, her geçen gün talebelerle arayı açmış, adeta kendiliğinden bir nevi müderris mevkiine yükselmişti. Talebelerin çoğu, uzun akşam saatlerinde hallinde sıkıntıya düştükleri mevzuları ona götürüyor, ders tekrarlarını onun kontrolü altında yapma yarışına giriyorlardı. Şübhesiz Halife Yusuf'dan da çok önde idi ama ayrılmaz ikili görüntüsünden şikayetçi değildi. Çoğu zaman Muhammed Sıddık ile birlikte üçlü oluyor, vakitlerinin büyük kısmını birlikte geçiriyorlardı.

Kapısını çalmadıkları müddetçe Şeyh Celâlî, hanesinde onları kendi haline terkediyor, varlığıyla rahatsız etmemeye itina gösteriyordu. Çok nâdiren ilmî bir mevzuda kendisinin hakemliğine baş vurduklarında da müdahil olmakta istekli davranmıyor, kendi aralarında çözmelerini bekliyordu. İşin içinde çıkamadıkları ender vakitlerde ise meseleyi dinleme ihtiyacı duymadan, tarafları dinlemeden, "Molla Said'in dediği doğrudur!" deyip işin içinden çıkıyordu.

Yine böylesi bir akşamda Muhammed Sıddık, arkadaşları gittikten sonra babasının karşısına çıkıp, "Ama baba, meselenin ne olduğunu bile dinlemeden Molla Said'in söylediği doğrudur, diyorsun! Olacak şey mi bu?" diye itiraz edince Şeyh, gevrek gevrek gülüp oğlunun başını okşadı.

"Anlaşılan babanı kaz çobanı sanıyorsun evlad! O zaman meselenin ne olduğunu anlat, izah edeyim!" dedi.

O akşam İbn-ül Hacer'deki bir mevzuu tartışmış ama anlaşamamışlardı. Muhammed Sıddık meseleyi biraz da kendisine yontarak babasına anlattı.

Muhammed Celâlî, tartıştıkları mevzuu oğluna izah ettikten sonra, eliyle Muhammed Sıddık'ın çenesini alttan kaldırıp yüzünü kendisine çevirdi ve gözlerinin içine bakarak, "Molla Said de böyle izah etmişti, değil mi?" dedi.

Muhammed Sıddık, şaşkınlığını ele veren gözlerini kaçırarak, "Evet!" dedi. "Daha önce bu dersi sizden aldığını bize söyleseydi, tartışmazdık!"

Babası evinde olmasının rahatlığı içinde kahkaha ile güldü.

"Yanılıyorsun Muhammed Sıddık! Bu dersi Molla Said'e hiç vermediğim gibi İbn-ül Hacer'i eline aldığını da hiç görmedim. Anlaşılan onu da okumuş veya karıştırmış."

Vakıa bir müddettir Molla Said'in doymak bilmez bir açlıkla bulduğu her kitaba uzandığını, saatlerce sayfalarına gömülüp kaldığını, birini bırakıp diğerini aldığını biliyordu ama bunu sadece bir karıştırma merakına vermiş, derin mütalaa ve tahkiklere giriştiğini düşünmemişti. Hocasız olarak bu kitablardan istifade edebileceğine ihtimal vermemişti lâkin anlaşılan öyle değilmiş.

Muhammed Sıddık, bu hadiseden sonra bir daha Molla Said'le ilmî hiçbir tartışmaya girmedi.

Bu hadiseden birkaç gün sonra Şeyh Celâlî, Molla Said'i ikaz düşüncesiyle, bir derse başlarken; "Molla Said, bir kitabı bitirmeden başka bir kitaba niçin geçiyorsun? Hiç hoşuma gitmiyor bu!" dedi.

Molla Said, havayı gerip hocasıyla sık yaşadığı tartışmalardan birisini daha yaşamamak için gülümsedi. Kış aylarında güneş görmeyen teni iyice açıldığından çehresine bir aydınlık gibi yayılan gülümseyişi ile çok tatlı görünüyordu. Kimsede rastlanmayan gözlerindeki sarsıcı derinlik, gülümsediğinde kaybolup durgun, laciverde çalan ışıltılı bir göl sathına yerini bırakıyordu. Kemerli burnu, etli alt dudağı ve sağlam bir çerçeveye oturtulmuş çehresini tamamlayan siyah saçları ile çekici bir delikanlılığa erken adım atmış gibiydi.

"Efendim!" dedi. "Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak, bu kitaplar birer mücevherat kutusudur. Anahtarları da sizdedir. Sizden sadece şu kutuların içinde nelerin olduğunu göstermenizi rica ediyorum. Kitapların neden bahsettiklerini öğrensem kâfidir. Sonra tabiatıma muvafık olanlara çalışırım."

Bir müddettir Molla Said'e kızmak, Molla Celâlî'nin içinden gelmiyordu. Hem bir işe yaramadığını farketmiş, hem de Said'in herhangi bir talebe olmadığını kabullenmişti. Yine de göstermelik de olsa sol kaşını çatarak, "Peki hangi ilim tabiatınıza muvafık geliyor?" dedi.

Molla Said, bir ân düşündükten sonra, "Bu ilimleri birbirinden ayıramıyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiç birisini bilmiyorum!" dedi.

Maksadı, asırlardır Osmanlı topraklarının tamamı gibi, Kürdistan medreselerinde de kök salmış olan şerh, haşiye ve tekrarlarla ömür törpüsü vaziyeti almış olup her talebenin yirmi yılını götüren tahsil tarzına itiraz etmekti. Bir yenilik olmazsa medreselerin sonunun yakın olduğunu düşünüyordu. Aradığını hiçbir medresede bulamayışının temel sebebinin bu usandırıcı, upuzun, neticesi zayıf tahsil tarzı olduğunun farkında idi. Birbirinin tekrar ve şerhinden ibaret, yeni bir şey söylemeyen, geçmiş asırların rüyalarını sayıklayan bu eski kitablarla bir yere varılamayacağını çoktan farketmiş, kendince bir çıkış kapısı arıyor, doğru bir yola girmek veya büsbütün yeni bir yol açmak istiyordu.

Molla Muhammed Celâlî, bu keskin zekânın kasdını anlayınca bir ân bocaladı. Nurslu fakir Sofi Mirza'nın çocuğu, asırların köklü an'anesine, Devlet-i Aliye'nin aklına itiraz ediyordu. Bir an bunun kendisini beğenmişlik olup olmadığını düşündü. Fakat Molla Said'in öğrenme talebinde samimi olduğundan emindi. Daha çok şeyi, daha kısa zamanda ve daha faydalı bir şekilde öğrenmek istiyordu. Kendisinden beklediği ise önünü açmasıydı, bir bakıma önünden çekilmesiydi. Çekilmeye karar verdi, bu büyük aklın önünü tıkamayacak, yüksek hâmiyetinin önünde takoz olmayacaktı.

"Peki, Molla Said!" dedi. "Senin için tarzımızı değiştireceğiz, neticesini de sonra değerlendiririz."

(Kutub Yıldızı romanından)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
16 Yorum