Said Nursi'nin gayrımüslimler hakkındaki görüşleri

Said Nursi'nin gayrımüslimler hakkındaki görüşleri

Kuran’ın bütün genel hitapları ve asıl tavsiyeleri insanlık ailesi içindir

Mehmet Arif Koçer'in yazısı: (*)
 
Bediüzzaman ve gayrımüslimler
 
Kuran’ın bütün genel hitapları ve asıl tavsiyeleri insanlık ailesi içindir. Allah insanı kendi ruhundan üflediği varlık olarak tanımlar. Irkı, dili, rengi, cinsiyeti ne olursa olsun, insan olarak yarattığı varlığı, Kur'an’da layık görülen bütün değerlere sahip kılar. Hıristiyanlığın aksine, dünyaya gelen her insanın sırtında günah kamburu olmadan, saf ve temiz olarak geldiğini belirtir. Kur'an bir masumun hayatını tüm insanlıkla denk tutan (Maide, 5/ 32, Nisa, 4/ 92- 93) üstün bir bakış açısına sahiptir. Bu hitaptaki kıymet verilen varlık, yalın olarak “insan”dır, vurgu yapılan da, insanın kıymetidir. Hukuk karşısında inanan, inanmayan herkes eşittir. İnsanın vahye teslim oluşu/ Müslümanlığı ile kazandığı değer, fazilet ve ahiret noktasında bir üstünlük olup, dünyevi hukuk açısından bir üstünlük sebebi değildir.
 
Yine, Kur’ani bakış açısı, ırk temelinde de hiçbir ayrım yapmaz, çünkü kan, ten ve dillerin farklı oluşu, yaratılışa ait İlahi ayetlerdendir. (Rum, 30/ 22) Bu bağlamda, farklı kavimde yaratılmış olmak, insanın iradesi ile etki edemediği özelliklerdendir, övünme veya yerinme vesilesi yapılmak için yaratılmış vasıflar değildir.
 
Hz. Peygamber'in (a.s.m) dezavantajlı gruplardan olan gayrimüslimlerin hukukunu korumak noktasındaki şiddetli tavsiyeleri ve bu konudaki hassasiyeti, çıkış noktası din olan bir adaletsizlikten bağlılarını korumak, onları adil bir çizgide tutmak içindir.
 
Aslında, aynı Yaratıcının kulları olan, aynı kökenden gelen ve aynı ihtiyaçlara sahip olan insanoğlunun, aynı mertebede tutularak, eşit haklara sahip olmasından daha doğal bir şey de olamaz. Bu açıdan dünyaya gelen ilk insan ile son insan arasında da fark olmaması gerektir.[1]
 
Eşitliği bozan ve zulmün ahlaki ve felsefi temellerinden olan bir konu da, kendini büyük ve mükemmel, başkalarını ise küçük ve kusurlu görme yaklaşımıdır. Hâlbuki insanlar ma’budluktan (kusursuz ve tapılacak olmak) uzak olma noktasında da eşit oldukları gibi, yaratılmış ve kusurlu olmak noktasında da eşittirler.
 
İslam hukukunda eşitlik esastır. Ancak açık bir engel var ise genel kuralın dışına çıkılabilir. Fertler veya sınıflar arasında hukukta eşitliğin ortaya konması için eşitliği gerektiren durumu araştırmaya ihtiyaç duyulmaz, aksine eşitliği bozan bir iddia var ise bunun açık delillerle kanıtlanması gerekir. Eşitliği ortadan kaldıran engeller, gerçekleştikleri takdirde bu eşitliği kaldırmada üstün bir yarar ya da eşitliğin uygulanması halinde bir ciddi bir zarar ortaya çıkacak olması gerekir. Bunun dışındaki tüm durumlarda, İslam hukukunda eşitlik esas ilkedir.[2]
 
Bu yüzden İslam hukukundaki temel ilkelerden birisi, kimseye (hiçbir şahsa ve hiçbir ırka)  eşitliği bozacak herhangi bir ayrıcalık tanınmamasıdır.[3]
 
Netice olarak; Ayrımcılık, sadece sahip oldukları etnik kimlik ya da inançlarından ötürü belli insanların ya da grupların, tüm insan haklarını sistematik bir biçimde yok sayar. Tüm insan hakları ihlalleri ayrımcı düşüncelerden beslenir, kaynaklanır.[4] Önyargılar tacize ve mağdurlaştırıcı uygulamalara dönüşebilir. Böylece, hak sahibine hakkı verilmez, eşit olanlar arasında eşit muamele yapılmayarak veya farklı olanlara karşı bu farklılığı göz önüne alınmayarak (engelliler gibi) eşit muamele ile adaletten sapılır ve başlı başına zulüm olan ayrımcı muamelelere yol açılır.
 
İslam hukukuna göre, anlaşmalı ve devlete vergi ödeyen zimmîlerin can, malve namusgüvenliği, uyrukluğuna girdikleri İslâm devleti tarafından sağlanır. Buna karşılık zimmîler de devlete cizyevermekle yükümlüdür. Mesela Osmanlı Devletinde bulunan sürekli oturma hakkına sahip olan, Hıristiyan ve Yahudi veya başkaca dinden olanlara zimmi denilir.
 
Yahudi ve Hristiyanların zimmi, yani zimmet altında olması demek, epistemolojik olarak yahudi ve Hristiyanların Osmanlıda korunmasını getirmiştir.
 
Zımmilikte ise, zimmet esastır. Yani zimmilerin tüm haklarının korunması ve mevcudiyeti esastır. Bu vatandaşlar, hukukunun koruması gereken kişiler olup korunmadığı takdirde zimmet suçu işlenmiş olur.[5]
 
Hadisi Şeriflerde bu husus açıkça belirtilmiştir. Hz.Peygamber (a.s.m)
 
“Kim bir zimmiye eziyet ederse ben onun davacısıyım. Ben kime (bu dünyada) davacı olursam, kıyamet gününde de davacı olurum.”[6]
demiştir.
 
Yine, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hıristiyan olan İbn Harris b. Ka’b ve dindaşlarına yazdırdığı anlaşma metninde:
 
“Şarkta ve Garpta yaşayan tüm hıristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah’ın, Peygamber’in ve tüm müminlerin himayesindedir. Nasraniyet dini üzere yaşayanlardan hiç kimse kerhen İslam’a icbar edilmeyecektir. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar” maddelerini yazdırdıktan sonra: “Ehl-i Kitap ile ancak en güzel yöntemlerle mücadele edin…(Ankebut, 29/46) ayetini okudu.[7] 
 
Bu konuda Hz. Ali:
 
“Her kim ki bizim zımmimizdir, onun kanı bizimki kadar kutsaldır, malları bizim mallarımız kadar tecavüzden masundur” dedi. Başka bir kaynakta, Hz. Ali’nin şöyle dediği naklediliyor: “Zımmi durumunu açıkça kabul edenlerin malları ve hayatları bizimki (yani Müslümanlarınki) gibi kutsaldır.” [8]  diyerek, Müslümanın zorunlu olduğu bu husustaki hassasiyeti dile getirmiştir.
 
Bir hekim gibi halkın nabzını tutarak, Kur’andan ilaçlar yazan ve çözümler üretmeye çalışan Bediüzzaman da, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde bu konuya da değinmiş,  birlikte yaşama iradesine ve hukukta eşitliğe vurgu yapmıştır.
 
Hıristiyanlıkta teslis inancı gereği esbaba tesir verilmektedir. Bunun sonucu enaniyetli liderler, aynı zamanda dindar olabilmektedir. Zira; “İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hristiyanlık ise, "velediyet" fikrini kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i ilâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir.
 
1ayetine masadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.”[9] Bu ise Hıristiyanlık ile İslam arasındaki ciddi bir farka işaret eder.
 
Avrupa zannedildiği gibi, dinde lakayd değildir, dinine bağlıdır. Sıradan bir Fransıza sarık sar yoksa öldürüleceksin, denilse, beni öldürseniz de milliyetime bu hakareti yapmayacağım diyecektir.“Başta Wilson*, Lloyd George*, Venizelos* gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıp olmaları şahittir ki, Avrupa dinine sahiptir, belki bir cihette mutaassıptır.”[10]
 
Hak dinin fetret derecesinde gizlendiği bu zamanda, Gayrımüslimlerin mazlumlarının, savaşlar gibi büyük felaketlerde ölmeleri durumunda, bu büyük zulmün bir nevi karşılığı olarak mükafat görmeleri, hatta kurtulmaları mümkündür .”Bir zaman, eski harb-i umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim. Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehid olup veli oluyorlar; fani hayatları, baki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup baki bir mal ile mübadele olur. Hatta o mazlumlara, kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i ilâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, “Ya Rabbi, şükür elhamdülillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli  teessür ve elemden kurtuldum.[11]
 
İslamın geldiği dönemde dini bir inkılap olduğu, bu sebeple gayrımüslimler ile yakınlaşmanın nifakı hatıra getirdiğini, ancak bu zamanda medeni- teknik bir inkılap olduğunu, dünyevi işler noktasında gayrımüslimler ile temasın hiçbir mahsuru olmadığını belirtir. ”Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp, muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemde bir inkılâb-ı acib-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet ve terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk kat’iyen nehy-i Kur’anîde dahil değildir.” der.[12]
 
İki dünya saadetini isteyen, dostlarına karşı mürüvvetkarane muaşeret, düşmanlarına karşı sulhkarane muamele etmelidir, der. Gayrımüslimlerin inanç noktasında hasım gibi kabul edenler için dahi, esas olan barış içinde muamele etmektir. Çünkü düşmanlıktan kimseye fayda gelmez. Hesapları görecek ise yalnız din gününün sahibi olan Allah’tır. Kimsenin inanç noktasında hesabını görmek, hakkımız ve haddimiz değildir.
 
Gayrımüslimlerin idareci olabileceğini belirtir. Saatçi olabildikleri gibi, kaymakam da olabilirler, der. Çünkü millet iradesinin şura ile yansıdığı meşrutiyette, idareci tahakküm eden değil ancak halkın hizmetkarıdır. Bu sebeple bir sakınca yoktur.
 
S— Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar, nasıl olur?
C— Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... zira meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir.4 Hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kaymakam ve vali, reis değil, belki ücretli hizmetkârdır. Gayr-i müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farzediniz ki, memuriyet riyaset, bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza ve riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte; millet-i İslâmiyeden aktar-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılır. Biri zayi edip, bini kazanan zarar etmez.
 
Yine gayrımüslimlerin orduya da alınabileceğini belirtir. Bunun sosyal hayatın bir zorunluluğu olduğunu da söyler. Müslümanların ordu içinde olmaları ve savaşlar sebebiyle nesillerinin azaldığını, fakirleştiklerini, halbuki, gayrımüslimlerin sanat, ziraat ve ticaret vasıtasıyla zenginleştiklerini ve çoğaldıklarını belirtir. Orduya alınmaları halinde hiçbir zarar da doğmayacaktır. Zira dağınık bir şekilde bulundukları için, bundan sosyal bünye için tehlikeli bir sonuç çıkmayacaktır.
 
S— Gayr-ı müslimin askerliği nasıl caiz olur?
C— Dört vecihle:
 
Evvelâ: Askerlik kavga içindir. Dünkü gün siz o dehşetli ayı ile boğuştuğunuz vakit karılar, çingeneler, çocuklar, itler size yardım ettiklerinde size ayıp mı oldu?
 
Saniyen: Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın, Arap müşriklerinden muahidve halifleri vardı. Beraber kavgaya giderdiler. Bunlar ise, ehl-i kitaptır. Orduda toplu olmayıp müteferrik olduklarından, bizdeki ekseriyet ve kuvvet-i hissiyat, mazarrat-ı mütevehhimeye karşı sed çeker.
 
Salisen: Düvel-i İslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim, askerlikte istihdamolunmuştur. Yeniçeri ocağı buna şahiddir.
 
Rabian: Neslen ve serveten tedennimize ve gayr-ı müslimlerin terakkisine sebep, askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş-altı milyon di. Servet ve ticaret elimizde idi. Halbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakrbataklığına düştük onlar fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar.[13]
 
Devlet görevleri için hem dindar hem de ehil, işi iyi bilen insanların tercih edilmesinde fayda olduğunu, ancak bunlar tüm işler için kafi derecede olmadığından, sözkonusu iş ve sanat ise, mahir/ ehil olanın tercih edilmesi gerektiğini belirtir.
 
S—Meclis-i mebusanda Hristiyanlar, Yahudiler vardır. Onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?
C— Evvela: Meşverette hüküm ekserindir, ekser ise müslümandır.  Altmıştan fazla ulemadır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek hâkim İslâm’dır.
 
 Saniyen: Saati yapmakta veyahud makineyi işletmekte sanatkâr bir “Harco” veya “Berham”ın re’yi muteberdir. Şeriat reddetmediği gibi meclis-i mebusan’daki mesalih-i siyasiyeve menafi-i iktisadiyedahi ekseri bu kabilden olduğundan red etmemek lazım gelir. Amma ahkâm ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukuku sû-i istimâl etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı kanunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz. Gidilse intihardır.[14]
 
Evet, neam! Hakkınız var. Fakat hamiyetayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakiki hamiyetve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve sanat başka olduğu için fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. ayyaşbir adam, ayyaşolmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salâhat ve mahareti, tabir-i âherle fazileti ve hamiyeti, nur-u kalbve nur-u fikri cem’ edenler vezaife kifâyet etmezler. Öyle ise ya maharettir veya salâhattır; maharet ise müreccahtır.[15]
 
Bediüzzaman Said-i Nursi, II. Meşrutiyetin başında doğudaki Kürt aşiretlerini gezer ve onlara tavsiye ve ikazlarda bulunur. Osmanlıda uzun yıllar “millet-i sadıka” olarak geçen Ermenilerin ırkçı düşünceler ile tahrik edildiği, provoke edildiği bir dönemde ortak paydaya ve sosyal hayatın gerekliliklerine işaret eder. Bugün bile önyargıların kol gezdiği böyle bir alanda, asrın fıkhını okumuş bir İslam âliminin bu konudaki sorulara verdiği cevaplara bakmakta fayda bulunmaktadır. Bediüzzaman Ermeni’ler örneği ile gayrımüslimlere bakışının genel özelliklerini de serdetmiş olur.
 
İkinci meşrutiyetin ilanından sonra, “hürriyet iyidir, güzeldir. Fakat şu Ermeniler’in hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürür.” sorusuna “Onların hürriyeti onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise şer’îdir.(İslamidir) Bundan fazlası sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.”der. Ayrıca sosyal hayata dönük faydacı bir yaklaşımla “içimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayr-ı müslimler dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üç yüz milyondan ziyade iken, üç müdhiş kayd ile mukayyed (kayıtlı, bağlı) olup, ecnebilerin istibdad-ı maneviyelerinin taht-ı esaretlerinde (manevi baskılarının esirliği altında) ezilirler.
 
Bence onlar eskiden beri hür idiler. Zira fikr-i milliyet, hürriyetin pederidir. Gene esir Ekrad ve Etrak (Kürdler ve Türkler) idi. İşte o yalancı kaydı üç veya on milyonun ayağında açıyoruz, tâ ki üç kayd ile mukayyed üçyüz milyon İslâm’ın hürriyetine meydan açılsın. Elbette acilen üçü veren ve âcilen üçyüzü kazananın hasarat” etmediğini söyler.[16]
 
Yine “gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi(denk) olacağız?” sorusuna insan hakları alanında eşitlik ilkesinin esas olduğuna vurgu yaparak, “müsavat ise fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat karıncaya ayak basmayınız dese, tazibinden(azap vermekten) men’ ederse, nasıl benî-Âdem’in(insanoğlunun) hukukunu ihmal eder?”diyerek devlet başkanı olduğu dönemde, Hz.Alinin sıradan bir Yahudi ile eşit koşullarda yargılanmasını ve Kürtlerin övüncü olan  Salâhaddin-i Eyyubî’nin miskin bir Hıristiyan ile karşılıklı muhakemesini buna delil olarak getirir.
 
Ermenilere karşı, ‘İslamın adaletinin hakkı ile gösterilemediğini, şeriat dairesindeki haklarının istibdadın kötü alışkanlıkları ve sonuçları sebebiyle verilemediğini belirterek’ özeleştiri yapar.[17]
 
“Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyanet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz? sorusuna, “Düşmanlığın sebebi olan istibdat (baskıcılık, saltanat) öldü. İstibdadın zevaliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu kat’iyen söylüyorum ki, şu memleketin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir(bağlıdır). Fakat mütezellilâne (zillet içinde) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi (milli onuru) muhafaza ederek, musalâha (barış) elini uzatmaktır.
 
Bir şey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahife-i vücuttan (varlık aleminden) silinsin. Olabilir; yalnız, size husumetin (düşmanlığın) bir faydası olsun. Yoksa mutlaka husumet zarardır. Halbuki Âdem a.s. zamanından, yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevali (yokolması) değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi imkansızdır. Ömerdılan kabilesi bin senedir yine  Ömerdılan’dır.
 
Hem de onlar uyanmışlar; siz uykudasınız, rüya görüyorsunuz. Hem de fikr-i milliyetle müttefik(birleşmiş) ve kavîdirler(kuvvetlidirler); siz, ihtilâfla(sürtüşmelerle) şimdilik boşsunuz. Hem de galebe etmek istiyorsanız; onlar sizi mağlup ettiği silah ile yani akıl ile, fikr-i milliyet (milliyet fikri) ile, meyl-i terakki (yükselme meyli) ile, temayül-ü adalet ile (adalete yönelmekle) mağlup edebilirsiniz.
 
Bence şimdi kılıç vuran, o kılıcın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde.
 
Hem de dostluğun sebebi vardır. Zira komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyat tohumlarını topladılar, vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkiye ikaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyar ediyorlar(uyandırıyorlar).
 
İşte şu noktalara binaen, onlarla ittifak etmek lazımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehalet ağa ve oğlu zaruret(fakirlik) efendi ve hafidi(yardımcısı) husumet (düşmanlık) beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin (bozguncunun) kumandası altında yapmışlar.” [18] diye sosyal bağların ve zamanın gereğinin Ermenilerle ittifak etmek olduğunu belirterek, bunun zıddına oluşan düşmanlıkların, Kürtlerdeki, cahillik, fakirlik ve düşmanlık hastalıklarından kaynaklandığını belirtir.
 
Özelde Kürtlerin, genelde İslam toplumlarının en büyük düşmanlarının cahillik, fakirlik ve ihtilaflar olduğunu, cahilliğin İslam ile aydınlanmış bilgi, fakirliğin sanat, tarım ve ticarete verilecek önem ile ve ihtilafın, sürtüşmelerin ise ittifak, birlik  silahlarıyla yenilebileceğini söyler. “Amma, komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevk eden Ermenilerle kemal-i memnuniyetle dost olup elele vereceğiz. Zira husumette fenalık var. Husumete vaktimiz yoktur.” der.[19]
 
Milliyet fikri ile uyanmış bir Ermeninin himmetinin, gayret ettiği şeyin bütün milleti olduğunu, sanki milletinin küçülerek ona dönüştüğünü ve onun kalbinde yerleştiğini söyler. Bu şekilde uyanmış, yüksek düşünen bir Ermeninin, kolaylıkla hayatını, ruhunu milleti için feda edebileceğini belirtir.[20]
 
“Ermeni fedaileri o kadar fenalık ettikleri halde, şimdi en muteber onlar oldular. Zehirlerine tiryak(ilaç) nazarıyla bakıldı.” sorusuna ise, ‘yaptıkları kötü işlerin gizli toplumsal bir yarayı açığa vurduğunu ve 2.Meşrutiyetin ilanı gibi bir iyiliğin oluşmasına katkı yaptığını, ancak bundan sonra onların da eski yanlışlarından vazgeçmeleri gerektiğini’ söyler.[21]
 
2.Meşrutiyetten sonra Ermenilerin kaymakam ve vali olmalarını yadırgayan bir soruya ise, Meşrutiyetin milletin hâkimiyeti olduğunu, hükümetin vali ve kaymakamının ise ücretli hizmetkârlar olduğunu söyleyerek, saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi kaymakam ve vali de olmalarında bir sakınca olmadığını belirtir.[22]           
 
1. Dünya Savaşı sonrası gazetelerin, Paris’te, Şerif Paşa ile Ermeni Heyet-i Murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında, Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir itilaf akdedildiğini (anlaşma yapıldığını) yazarak Kürd kamuoyundan bir açıklama beklemesine karşılık, buna karşı çıkmış ve Kürtlerin, dört buçuk asırdan beri İslam birliğinin fedakâr ve cesur hizmetkâr ve taraftarları olarak yaşamış ve dini geleneğine sadakati hayat gayesi bilmiş olduklarını söylemiş, Kürt büyüklerinden Ahmet Arif ve Muhammed Sıdık ile birlikte yaptığı ortak açıklamada, böyle bir oluşuma destek veremeyeceklerini, belirtmiştir.[23] Bu o dönemki İslam ortak paydası  ve bağı sebebiyle, zor durumda olan Türklere karşı vefalılığın bir gereği olarak açığa çıkan bir harekettir.
 
Üstad Bediüzzaman, dinsizlik akımının her yeri istila eden hücumu karşısında, bu tahribata karşı, Hıristiyanların dindar ruhanileri ile dahi ittifak edilebileceğini, kaydeder. “Hatta, hadis-i sahihle, ahirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hristiyanların hakiki dindar ruhanileri ile dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.” [24]der.
 
Netice olarak, etik olarak ve inancımızdan gelen bir zorunluluk olarak, tüm gayrımüslimler ve Ermeniler, Müslümanlar için canı, malı, ırzı bizlerin zimmetinde olan vatandaşlarımızdır. Değil onlara karşı ırkçı yaklaşımlarla dışlayıcı, ürkütücü bir tavır almak, aksine onların böylesi ayrımcı muamelelere karşı yanında olmak bizlere yakışandır.
 
Varlık vergisi mezalimi ve sonrasında 6-7 eylül olayları tüm gayrımüslimlere ciddi acılar yaşatılmıştır. Medeni bir topluma yakışan geçmişin hataları üzerinden kan davası gütmek ve acıları yarıştırmak değil, karşılıklı empati ile yanlışlarla yüzleşmek, geleceğe dönük barış içinde yaşanacak bir iklimi inşa etmektir. İmparatorluk bakiyesi çok dinli, çok dilli bir toplumun devamı olmak yönüyle bu konuda tarihi altyapı vardır. Yeter ki, başkalarını aşağılamayı esas yapan ırkçı düşünceleri, zihin dünyamızdan ve şuur altımızdan tümüyle çıkartıp, bu virüsten temizlenebilelim…Bu ülke hepimize fazlasıyla yeter…
 
(*) Hukukçu, İnsan Hakları Aktivisti
 
[1]Sahip Beroje, “İslam ve Batı Felsefesi Açısından Haklar Perspektiği ve Günümüzdeki İnsan Hakları İhlallerine Etkisi” Tezkire dergisi, Düşünce, Siyaset, Sosyal Bilim Dergisi, Sy.45, Ekim, Aralık, 2006, 139.
[2]Aşur, İslam Hukuk Felsefesi Gaye Problemi, 102, 103.
[3]El-Asl ademü’l- hususiyye: Asıl olan kimseye ayrıcalık tanınmamasıdır.
[4]Erişim: [http://www.amnesty.org.tr/ai/node/1021], Erişim tarihi: 10.11.2009].
[5] Erişim: [http://tr.wikipedia.org/wiki/Zimmi] Erişim tarihi: 20.03.2012
[6] Acluni, Keşfu’l-Hafa’ II, 218
[7] Erişim: [http://www.fikirbahcesi.org/hukuk/zimmilerle-ilgili-hukumler.html]  Erişim tarihi: 20.03.2012
[8] İslamda Devlet Nizamı, Ebu-l A’la-El Mevdudi, Hilal Yayınları, 1967, s. 76
[9] Mektubat, Said Nursi, Zehra Yayınevi, 2006, İstanbul, 369
[10] Nursi, Mektubat, 368
[11] Nursi, Kastamonu Lahikası, İstanbul, 2006, 53
[12] Nursi, İçtimai Dersler, 2004, İstanbul, 109,110
[13] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 112
[14] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 93
[15] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat,101
[16] Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yayıncılık, İstanbul, 2006, Münazarat, 104, 105
[17] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 107
[18] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 108
[19] Nursi, İçtimai Dersler, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, 160
[20] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 125
[21] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat,112-113
[22] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 114
[23] Nursi İçtimai Dersler, Makaleler, 577
[24] Lem’alar, Said Nursi, Zehra Yayınevi, 2006, İstanbul,189
 
Zehra.com.tr

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.