Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Said Nursi'nin En Çok Sevdiği Şey Nedir?

Üstadın Barla hayatının başlangıcından önceki hayatına, daha çok Birinci veya kendi tâbiriyle Eski Said Dönemi diyoruz. Kanaat-i âcizâname göre, bu dönemle ilgili hem üstadın hayatı hem de eserleri layıkıyla değerlendirilmiyor. Hem bu eksiklik, başta Risale-i Nur'un sadık okuyucuları olarak bizleri daha çok ilgilendiriyor. Yani asıl ihmalkâr bizleriz. Bu ihmalkârlığımız o boyutta ki, sosyal konularda donanımlı bir akademisyen arkadaşımız, bir çevrimiçi toplantıda, üstadın bu ilk hayat ve eserlerini yok sayan bir gevezelikte bulunup "Üstelik, üstadın bir müspet hareket risalesi de yok" cümlesini bile sarf etmişti. Bu konuyu ele alan "Birinci Said Dönemini Yok Saymak, Hangi Aklın Eseri" başlıklı bir yazı da yazmıştık.

Halbuki, başta üstadın müspet hareketi ders verdiği son dersi, İhlâs ve Uhuvvet Risaleleri, Lahika mektupları, Birinci Dönemin bazı eserleri, müspet hareketin şahane izah ve örneklerini veriyordu. Demek, üstada bir bütün olarak bakmak ve özellikle İslam'ın sosyal hayatına, Müslümanların yaşadığı problemlere ve bunların Kur'an'dan alınan çözümlerine, ittihad-ı İslam'ın ortaya konan tanım ve tarifleri gibi bir sürü küllî düsturların yer aldığı Birinci Dönem eserlerini layıkıyla ele almak ve incelemek elzem.

Hususen, üstadın isabetli tespitiyle "ittihad-ı İslam'ın farz bir vazife olduğu" ayan beyan ortaya çıktığı bu hassas dönemde, bu eserlerin üzerinde cümle cümle durmak gerekiyor. Bu yazıyı yazmamıza, geçenlerde bu eserlerin en önemlilerinden Münazarat'ı okurken, altını çizdiğim "Dünyada en sevdiğim şey muhabbet ve en darıldığım şey de husumet ve adavettir" cümlesi oldu.

Âlem-i İslam'ın terakki ve saadeti için, şiddetle ihtiyacı olduğu teşhis, tespit ve tekliflerin de yer aldığı Hutbe-i Şamiye'nin başındaki teşhis kısmında zikredilen hastalıkların üçüncüsü olan "adavete muhabbet" maddesi de buna işaret ediyordu.

Bu günlerde Trabzon'da, özellikle yaz aylarında misafir ettiğimiz Orta Doğu menşeli Müslüman kardeşlerimizle alakalı bir televizyon kanalı, bu fakirle bir röportaj yaptı. Orada da ifade ettim aynı konuyu. Düşmanlık yapmaya, kusur bulmaya, insanları itmeye o kadar meyyaliz ki en sadık dostumuzu bile bazen bir çırpıda silebiliyoruz. Hâlbuki, başta kendi dostlarımız ve kim olursa olsun Müslüman kardeşlerimizle "Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslamiyet" gibi birçok muhabbet ve ittifak sebepleri var. Peki, bunların karşısında çakıl taşı mesabesinde düşmanlık ya da görüşmeme, konuşmama, tenkit ve saldırma bahaneleri ne olabilir ki birçoğumuz, sebeb-i necatımız olabilecek ittihad-ı İslâm'ın zeminini yok edecek şekilde dindaşlarımıza, dostlarımıza yabanî bakabiliyor veya onları darıltabiliyoruz.

Fakat Trabzon'da bir arkadaş anlattı. Bir istenmez olaya karışan ve hadsizce darp edilen bir Arap kardeşimizi, güya teselli için, siyasîler ziyaretine gitmişler. Fakat tam tersi olmuş. O kardeşimiz, bizim heyeti, "Hayır, hiç üzülmedim, darılmadım. Biz kardeşiz, densiz birkaç kişi yüzünden, sizlerden kopmayız; ayrılmayız. Canım, Müslümanlara, Reise feda olsun" mealinde cümlelerle teselli etmiş. İşte, kardeşlik hukuku budur ve böyle olmalıdır.

Bu manaya kuvvet vermeliyiz. Küçük de olsa bizim mağazaya gelen müsait Arap kardeşlerimize bazı Arapça risaleler veriyoruz. Ümidimizin üstünde teveccühle "İmam Nursi'yi seviyoruz, hatta eserleri elimize geçse okuyoruz" şeklinde mukabele ile karşılaşıyoruz. Ülkemizden çıkmış bir müfessire hem de Arap âleminden olan bu teveccüh, bizi sevindiriyor. En büyük anlaşma vesilelerinden biri de selam ve tebessüm oluyor. "Selamı yayınız" emr-i Nebevisinin kerametlerini müşahede ediyor ve "tebessüm sadakası" ile gönüllere girmeye çalışıyoruz.

Üstadın Doğudaki aşiretlerle olan soru cevaplarının yer aldığı Münazarat'ta "Müminler ancak kardeştir" mealindeki Hicr suresinin 10. Âyeti için üstad "namus-u ilahidir" (İlahi kanun) tabirini; "Biriniz kendisi için istediği şeyi, kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz" hadisesi için de "düstur-u nebevî" tanımını kullanıyor. O zaman bu âyete dikkat etmek, her bir Müslüman için, hayatî önemde olmaz mı? Namus-u İlâhiden daha büyük bir hakikat olur mu? Hz. Peygamberin düsturundan daha büyük düstur mu olur?

Üstad, bunu bizzat hayatında da tatbik ediyor. Kendi yanında, gıybet ve türevlerine müsaade etmediği gibi, talebelerine ve nesiller boyu gelebilecek takipçilerine "Siz uhuvvetinizi düşününüz, hizmet onu takip eder" mealinde tavsiyelerde bulunuyor. Daha da önemlisi, evvel ve ahir olarak da yine uhuvvet ve muhabbetle ancak temin edilebilen "tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlikten, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyat" tavsiye ediyor. Uhuvveti temin için, daha ne desin?

Yine, Münazarat'ta birtakım Müslümanların birbirinde gördükleri nâmeşru harekâttan dolayı düşmanlık beslediklerini hatırlatan sualciye verdiği mukni cevapta da düşmanlığın sebeplerini "çocukluk bahanelerine" benzetiyor. Düşmanlığı ve gıybeti de "İslamiyet, insaniyet, cinsiyet" gibi esaslı rabıtaları hafife almak, bir nevi onlarla dalga geçmek olarak görüyor. Ve adavet ve muhabbeti ziya ve zulmet gibi bir arada olamayacağını anlatıyor. Tek yol kalıyor bir mü'min için. O da muhabbet ya da kardeşini acımakla onu ıslaha yönelmektir.

Tek yön olarak muhabbeti gösteren üstad, kendi meslek, meşrep ve uygulamasını da "Dünyada en sevdiğim şey muhabbet, en darıldığım şey de husumet ve adavettir" cümlesi ile özetler.

Üstadın bu değerlendirmeleri, fert ve fertlerin şahs-ı manevisini temsil eden devletlerin, hususen, İslamiyet gibi, din kardeşliğini nesebî kardeşlikten daha önceleyen bir kutsî hakikatin mensubu Müslümanların, üstadın farz vazife olarak gördüğü ittihad-ı İslam'ı başarmaları için yol haritası değerindedir.

Üstadın geçen asrın başında Şam'da verdiği Arapça hutbe; Şark'ta dolaşırken, onlara olan tavsiyeleri; yine İkinci Meşrutiyet Dönemindeki savunma ve gazete makaleleri, geçerliliğini hiç kaybetmemiş tazelikte.

Başta İslam âlemi ve bütün insanların İlâhî vahiyden uzak bu ahir zaman ahvalinden tek başına belki sorumlu olmayabiliriz. Ama başta Müslümanların dağınıklığı, cehalete dayanan bir takım sapkın düşüncelerin yayılmasına karşı lâkaytlıklarımızdan sorumluyuz. Yanan bir geminin mürettebatı yan gelip yatamayacağı gibi, "daire-i esbaptayken, daire-i itikada bakarak" Bağdat tarrarları gibi "teşebbüssüz tevekküle" de sarılamazlar.

Bir mü'min fert, cemiyet, cemaat ve devlet olarak Allah'ın rahmetinden ümit kesemez. Bu, Yusuf Suresinin 87. Âyetiyle Müslüman'a haram kılınmıştır. Başta Peygamberimiz (Aleyhisselam), peygamber mesleğinin esası da bu değil miydi zaten? Onların biricik talebesi üstadın dünyasında da ümitsizlik yoktur. O vazifeli olduğu seferle meşgul olmuş; bunun yollarını, maddi ve mânevi cephelerini teşhis ve tarif etmiş, özellikle eski Said Dönemi eserleriyle de ittihad-ı İslâm'ın şemailini belirlemiştir.

Evet dostlar, son vahşetler de gösterdi ki "bu medenî zannedilen insanların çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan görünecek gibi" hayale gelir. Bunlar göstermelik, demokrasi, insan hakları sakızı çiğner görünür. Fakat darbecileri kırmızı halılar ile karşılamaktan geri durmazlar. Sevimli görünmek adına, sıkışan balık, kedi, köpekler için devreye girerler; fakat topyekün yaptıkları soykırımları, asırlarca yaptıkları sömürü uygulamalarını da utanmadan anlatırlar. Üstadın "Onları munsıf biliriz" dedikleriyse, ya sesini çıkaramaz veya çıkarsa da duyuramaz durumda.

Bu munsıflardan araştırıp düşünenler de zaten Müslüman olmaktalar. Bize düşen nedir? İçimizde "cehalet, zaruret ve nifaka" savaş açmak; dışarıda ise, hareket tarzımız "ikna ve İslamiyeti ulvî göstermektir." Bu da hevada değil, hüdada ittifaka bağlı herhalde.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum