Abdulkadir MENEK

Abdulkadir MENEK

Said Nursi ve Cumhuriyet (1)

Milletin varını yoğunu ortaya koyarak gösterdiği büyük bir gayretin sonucu olarak 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılmıştır. BMM’nin açılışında da Kurtuluş Savaşının ve o savaşı zaferle sonuçlandıran milletin inançlarına uygun olarak, “dini bir havanın hâkim olduğu” bilinmektedir.  BMM’nin açılışının Cuma gününe denk getirilerek, Hacı Bayram Camiinde kılınan Cuma namazından sonra, sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif taşınmıştır. Daha sonra mevlidler okunarak, kurbanlar kesilerek ve BMM’nin açılışının dualarla yapılması, dinî havanın hâkimiyetini açık bir şekilde göstermektedir.

Cumhuriyet ilan edilmeden önce, ısrarlı davetler üzerine Ankara gelen ve resmi hoş geldin töreni ile karşılanan Bediüzzaman, 19 Ocak 1923 tarihinde Meclis’te dağıttığı ve Mustafa Kemal Paşa ile tartışmasına sebep olan beyannamede, Cumhuriyetin mana ve önemi üzerinde durmuş ve bu konudaki görüşlerini net bir şekilde ortaya koymuştur. Yeni bir devletin kuruluş aşamasında ‘’şu inkilab-ı azimin temel taşları sağlam gerek’’ diyen Said Nursi, beyannamenin sonunda şu görüşlere yer vermektedir:

“Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi daha metindir ve tenfiz-i ahkâmı-ı şeriyyeye daha ziyade muktedirdir. Hilafet-i şahsi, ancak ona istinat ile vezaifini deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevi eğer müstakim olsa ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin gayr-i mahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki; ebedi düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslam’ınşeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairdetehavünza’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise, düşmanı tevkif etmez, teşçi eder. ‘’(1)

Osmanlı Devleti yönetimi sırasında genellikle halkın hassasiyetleri göz önüne alınmış ve şefkatle davranılmış olsa bile, zaman zaman diktatörlüğe kayan padişahlık uygulamalarının olduğu bilinmektedir. Padişahlıktan Meşrutiyete ve Meşrutiyetten Cumhuriyete geçilmiş olması elbette Türkiye için bir kazançtır. Fakat zaman zaman Cumhuriyetin manasına ve ruhuna taban tabana zıt uygulamalara imza atılmış ve diktatörlük anlamında bir istibdat rejimi hüküm sürmüştür. Esasen Cumhuriyetin kendisi böyle bir uygulamayı ve halkın zararına olan istismarları kesinlikle hak etmemektedir.  Cumhuriyeti, istibdata alet edenlerin, “cumhur”u yani halkı ve kamuoyunu da “rencide” ettikleri asla göz ardı edilmemelidir.

Kurtuluş Savaşında ve BMM’de hâkim olan “dini atmosfer” Cumhuriyetin kuruluşunda da kendini bariz bir şekilde göstermektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren geçen beş yıllık devrede, Türkiye laik bir devlet değildir. Devletin dini, ‘’din-i İslam’dır’’ hükmünün Anayasa’da bulunduğu bu dönemi ve bu tarihî gerçeği görmezden gelmenin veya saptırmanın mümkün olmadığı açıktır. O halde Cumhuriyetimiz kendisini o güne getiren şartlara da uygun olarak “dindar ve İslam’i bir cumhuriyet” idi. İşte bu Cumhuriyet, Said Nursi’nin hürriyet, meşrûtiyet ve cumhuriyet tahlilleri ile yapmış olduğu tanımlara da uygun görünmektedir.

1935 yılında 120 Nur Talebesi ile birlikte Isparta’dan Eskişehir’e nakledilen ve hakkında dava açılan Bediüzzaman, Cumhuriyet hakkında görüşü sorulunca şu cevabı verir:

“Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülasası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum. Sonra dediler: "Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun." Cevaben diyordum: "Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler."(2)

Said Nursî’nin cumhuriyetle ilgili bu değerlendirmelerine dikkatle bakıldığında, cumhuriyetin kuruluş amacına nasıl hizmet edebileceği ve hangi özelliklere sahip olması gerektiği kolaylıkla fark edilebilir. Her şeyden önce o kendisini “dindar bir cumhuriyetçi” olarak tanıtmaktadır. Cumhuriyete taraftar olmanın selef-i salihine muhalefet anlamı taşımadığına işaret eden Said Nursi, bu konuda tereddüt gösteren bazı dindar insanların da bu tereddütlerine yer olmadığını gayet açık bir şekilde ifade etmektedir.

Said Nursî, meşrutiyetle aynı kategoride gördüğü cumhuriyetin özelliklerini sayarken, “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvveti’’ vaz geçilmez özellikler olarak kabul etmektedir.  Bunun yanında, cumhuriyetin fikir ve vicdan hürriyetini en geniş manasıyla tatbik ettiğini ve demokrasi kanunlarını içinde barındırdığını” ifade etmektedir. (3) Bu açıklamalardan sonra, Said Nursi’nin “dindar cumhuriyet” anlayışının ana prensipleri de net bir şekilde ortaya çıkmış olmaktadır. Bu umdeler, cumhuriyetin dinin hükümleri ile paralellik içinde olduğunu da göstermektedir.

Cumhuriyetin sahip olması gereken ve olmazsa olmazlarından olan bu ana prensiplerine kısaca bakacak olursak, adaletin bu önemli prensiplerin başında geldiği görülmektedir.  “Bir kişinin hatasıyla başkası sorumlu tutulmaz” anlamındaki âyet-i kerime, gerçek adaleti en güzel bir şekilde ifade etmektedir.  Buna göre, toplum için ferdin feda edilmesi, bir cani için bir geminin yakılması veya batırılması mümkün değildir. Hatta doksan dokuz caninin yanında bir masum dahi olsa, yine o masuma zulmedilip,  onun yaşama hakkı elinden alınamaz. Cumhuriyetle idare edildiği iddia edilen bir ülkede, bir kaç cani yüzünden bir köy yakılamaz. Eğer bu ana umdeler ihlal ediliyorsa, Cumhuriyetin adalet prensibi tam olarak işlemiyor demektir. Cumhuriyet dönemi boyunca, bu önemli prensibin defalarca ihlal edildiğinin sayısız örnekleri bulunmaktadır.

İkinci önemli prensip olarak cumhuriyet, meşveret esasına dayanmalıdır. Kur’ân’da iki ayet meşvereti teşvik etmektedir. (Şura/38, Al-i İmran/159) Meşveret, kendi zeminlerine göre önyargısız olarak yapılmalıdır. Önemli olan meşveret prensibini eksiksiz bir şekilde işler kılmaktır. Dindar bir cumhuriyet idaresi diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin döneminde, tıpkı Peygamberimiz zamanında olduğu gibi meşverete gerekli ehemmiyet verilmiştir. Ancak Emevi’lerden başlamak üzere daha sonraki dönemlerden itibaren bu meşveret tam olarak yaşatılmadığı ve tek adam idarelerine geçildiği için, kendi başına buyruk idareciler çıkmıştır ve zulümler de eksik olmamıştır. Kur’ân’a uygun olan cumhuriyetin bu meşveret prensibinin, diktatörlük uygulamalarını kesinlikle engelleyici bir özellik taşımaktadır.

Bu sistemde fertler değil, kurullar, heyetler ve ehil meclisler yönetimde söz sahibi olur. Kişilerin ağızlarından çıkan asla kanun olarak kabul edilemez. Kanunlar, doğru yöntemlerle seçilmiş ve ehil üyelerden oluşan danışma organlarında alınan kararlarla ortaya çıkar. İdarecilerin görevi ise, o kanunları doğru ve eksiksiz bir şekilde uygulamaktır.  Bu sebeple İslamiyet’in ve cumhuriyetin ruhuna ve manasına uygun olarak yapılan meşveret, keyfi idarenin de önünde en büyük bir engel olarak duracaktır.

1-BSN, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2006, Sayfa:225
2-BSN, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007 Sayfa: 570
3-BSN, Emirdağ Lâhikası-II, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2000, s. 192)

(Devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum