Said Nursi öğretisinde siyasal boyut

Münazarat Risalesinde geçen kısa bir diyalogla konuya girmek istiyorum:

- “Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış geliyor?”

- “İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiş.

- “Demek istibdat hayvaniyetten gelmedir?

-“Evet... Daima kavi zayıfı ezmek, hayvanların birinci düsturu”dur.

BASKICI VE ÖZGÜR YÖNETİM TASNİFİ

Hürriyetçi ve baskıcı yönetim tasnifi, Said Nursi’nin siyasi hayata ilişkin  analizlerinde iki kök kavram olarak görülür.

Baskıcı yönetim, insandaki hayvani” yönün dışa vurumudur.

Özgürlükçü yönetim ise, “hissiyat-ı ulviyeyi uyandırır” ve “insanı hayvanlıktan kurtarır.”

Aşağıda görüleceği üzere bu tasnif, dünü tanımaya ve bugünü anlamamıza fırsat veriyor.

Hayatımda en esaslı düstur hürriyetimdir” ve “hürriyetimi hiçbir keyfi kanunla tahdit ettirmem” diyen Said Nursi, seçimini hep özgürlükten yana yaptı. Siyasi tercihi, “meşrutiyet-i meşrua”, cumhuriyet” ve “dindar demokrat”lık kavramlarına dayalı oldu. Söylenişleri farklı da olsa, bu kavramlar, Onun nazarında aynı anlama geliyordu. Son tahlilde tercihi, demokrat nitelikli dindar cumhuriyet idi. Nursi, “Cumhuriyet düşmanı” olmakla suçlandığında, mahkemelerden aldığı berat kararları, “Dindar bir cumhuriyetçi olduğunu tescil etti.

Bediüzzaman’ın özgürlükçü kimlik kodlarında: “Adalet, meşveret, kanunda cem’i kuvvet” kavramları vardı. Bunlar, zulme ve tarafgirliğe alet olmayan bir “adaleti”, toplumsal sorunları seçilmişler eliyle çözüme bağlayan bir “meclisi” ve hukuku üstün tutan bir “devleti” ifade ediyordu. Ferdin iradesini, belirleyici kılmak için Nursi’nin halka yüklediği görev ise, “hakimiyet-i milleti göstermek”ti. Yani halk, oylarıyla iktidarı belirlemeliydi.

“İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, reyi vahittir, su-i istimale gayet müsait  bir zemindir, zulmün temelidir, insanlığın mahisidir” sözleriyle baskıcı yönetimlerin vahşi yüzünü teşhir ediyordu. Ona göre, otoriter yönetim, “cahillik, fakirlik ve husumet” üreten “pis”liğin kaynağı idi.

“Hak, akıl, marifet, kanun ve efkar-ı amme” gibi kavramlar, risalelerde, toplumca hazmı, özümsenmesi gereken Kur’ani değer yargıları olarak sayılmıştır. “Kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezayüd, kuvvet ihtiyarladıkça tenakus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurun-u vusta hükümetleri inkiraza mahkum olup, asr-ı hazır hükümetleri  ilme  istinad ettiklerinden, Hızırvari ömre mazhardırlar.” Bir asır önceki bu ifadeleriyle Bediüzzaman, bilgi çağına hazırlanmanın ilk işaretini veriyordu.

Onun düşüncelerinde özgürlüğün yeri, entelektüel içerikli soyut bir anlatımla sınırlı değildi. Özgürlük için  pratiğe dönük ciddi ikaz ve öngörüleri vardı. “Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır” diyor, “İnsaniyete layık hürriyetin” nasıl kullanılacağına ilişkin kapsamlı bir yol haritası çiziyordu. İman ne kadar  mükemmel olursa, hürriyet o derece parlar”dı. Hürriyet, insanı zillete” düşmekten koruduğu gibi, başkasına tahakküm” etmekten de alıkoymalıydı. Bediüzzaman hür yaşamayı, teoride bırakmayıp kullanılabilir kılmak için, her bedeli ödemeye her zaman hazır oldu. “İzzetle mevti, zilletle hayata tercih etmek, tereddütsüz göze alabildiği yaşam tarzı idi. Said Nursi, Meşrutiyet ve Cumhuriyet yönetimlerinin, adaleti idama indirgeyen sözde mahkemelerinde yargılanırken, hür yaşama iradesinin, hasımlarında bile saygı uyandıran müdafaalarını, tarihin hafızasına emanet ediyordu.

NURSİ ‘DE VE ÇAĞDAŞLARINDA SİYASET

Bediüzzaman, çağdaş bir İslam mütefekkiri olarak siyasetin düşünce boyutuna olduğu kadar, pratiğine ilişkin görüşleriyle de çağdaşları arasında özgün bir konuma sahipti.

Risale-i Nur hizmetinin, iktidar odaklı çağdaş siyasal İslamcı hareketlerden en büyük farkı, insan fıtratını özne alarak, inanç ve yaşam tarzında zihni (entelektüel) bir dönüşümü amaçlamasıdır. Said Nursi’nin önceliği,  insan kimliğini, siyasi aktör haline getirmek değildi. Böyle bir önceliği yoktu ve hiç olmadı. Nurculuğun makro hedefi, kişiyi İslami formda bir medeniyetin  yeniden kurucu öğesi haline getirmekti. İnanç ve ahlak temelinde yeni bir kimlik inşasına ihtiyaç vardı. Dar anlamda “Nur Medresesini”,  geniş anlamda  “Medreset-üz Zehrayı” bu kimliği inşa edecek yapılar olarak gördü. Öngördüğü kimlikte, “felsefe düzenbazlıkları değil, Nübüvvetin getirdiği “hak, adalet, merhamet, dayanışma ve şefkat” gibi fıtri değer yargıları yer almalıydı.

Bediüzzaman, kendisini “sureten medeni, dinde lakayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olan” çağın insanlarını, asrının minaresinden” iman ve insaniyet potasına “davet” konumunda görüyordu. Onun açtığı bu alan, ruhları sersem, aklıları geveze eden”, ”mütehavvil siyaset dairelerinin” ötesinde bir “insaniyet dairesi” idi. Risalelerde, varlığın mahiyet ve keyfiyeti, ben kimim, varlık aleminde vazifem nedir anlamında, yani ontolojik bağlamda, “insanı” vahiy ekseninde muhatap alan evrensel bir içeriğe bürünür. “Ben İmanın cereyanındayım” sözü, özellikle bu içeriğe vurgu amacıyla söylenmiştir.

Sadece  “tebliğ”le sınırlı iman hizmetini yaparken Bediüzzaman’ın önündeki önemli sorunlardan birisi, şüphesiz din–siyaset ilişkisi idi. Çağdaş İslamcı hareketlerden farklı olarak, İman Hizmetini” iktidara taşıma amacıyla siyaset yapmak fikri, onun gündeminde hiç olmadı. Şu sözler bunun teyididir: “Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alakaları yok... Risale-i Nurun mensupları içtimai ve siyasi cereyanlara katılmak istemiyorlar… Onun içindir ki,… Nurcular… siyaset topuzuna el atmadılar.”  Bediüzzaman, bu sözleri, her zaman ve zeminde seslendirebilecek konumda oldu. Önce “nur” gösterip, fırsatını bulduğunda “siyaset topuzu” çıkarma arayışına hiç girmedi. Muhataplarının iddia ettiği gibi “fırsat kollayan birisi”  hiç olmadı. Gizli gündemi olan  bir insan imajı vermekten de özellikle kaçındı. “Hileyi hilesizlikte” buldu. Olabileceği kadar şeffaf göründü. Onun içindir ki, İman hizmetiyle hep başı dik, ayakta ve hayatta kaldı.

Siyasete karşı tavrını anlatmak için, Nur” gösterip,“siyaset topuzuna” yönelmenin veya siyaseti “maksad-ı asli” haline getirmenin din istismarı olacağına hep dikkat çekti. Risale-i Nur’un, iman hizmeti ile oluşan potansiyel gücünü, Onun ifadesiyle “şahs-ı manevisi”ni, fiili siyasetin öznesi olmaktan kesinlikle uzak tuttu. İman hizmetinin sağladığı itibarla siyaseten sonuç almayı hiç düşünmedi. Çünkü, iman hizmetindeki kudsiyet” ve “şefkat”, Onun nazarında, hak yerine güce dayanan, “çoğu yalancılıktan ibaret dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor”du.

Bediüzzaman, İslamiyet için mücadele veren, fakat bir ayağı siyasete olan İslamcı hareketlere, hizmet tarzı bakımından hep mesafeli durdu. “İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman fark etmez.” “Siyaset tarafgirliği bu manayı” bozar diyerek, bu tutumunun sebebini izah ihtiyacı duydu. Bunun içindir ki, İhvan-ı Müslimin’in “şahıs” odaklı dikey ve hiyerarşik“siyasi” yapılanmasını, Nur hizmetinin temel farklarından birisi olarak gördü ve gösterdi. Çünkü Onun “iman ve Kur’an hizmetinde” kitabı ve fikri esas alan cemaat kimliği; şahıs odaklı, siyasi nitelikli cemiyet tarzı yapılanmaya kıyasla tartışılmaz bir önceliğe ve öneme sahipti. İhvan-ı Müslim hareketi hakkında, reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler” diyerek, şahıs merkezli hiyerarşik yapılanma tarzını benimsemedi. Eşref Edip ve  Necip Fazıl, “iman hakikatlarını  ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için ruh-u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil.ifadesiyle “İman hizmetinin”, siyasi yapılanmalardan uzak tutulması gereğine vurgu yaptı. Aktif siyasetle kurduğu ilişki, iktidardan pay alma amaçlı değildi. Siyaset kurumu ile ilişkisi, “vatan ve millet için” faydalı ve gerekli gördüğü ikazları ulaştırabilmek için iletişim kanallarını açık tutmakla sınırlı idi.

HİZMET –SİYASET İLİŞKİSİ

Ne var ki, iman hizmetini her türlü şüphe ve şaibeden korumak için fiili siyasetten özenle uzak durmasına rağmen Bediüzzaman, toplumun sorunlarından hiç kopmadı. Her eğilimden siyasetçinin hatalarını ve yapılması gerekenleri, sosyal, kültürel ve siyasi olduğuna bakmaksızın ikaz ve irşat yoluyla ilgililere iletmekten hiç kaçınmadı. Hükümetlerden ilk isteği, nesillerin ahlaken korunması, topluma yararlı ve nitelikli insanlar olarak eğitilmesiydi. Bunun yolu, akıl ve kalp, din ve fen bilimlerinin birlikteliğini esas alan bir eğitimdi. “Fenlerle dinin buluşması” ve “medeniyetlerin barışması” buna bağlıydı. Bu özgün terkip sayesinde Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata”geçecek ve“Beşerin sulh-u umumisine giden, “insaniyet-i Kübra” dediği Kur’ani yolun önü açılabilecekti. Böylece çatışmacı uygarlık anlayışı, yerini, barışçı ve dayanışmacı medeniyet teklifine bırakacaktı. Bu görüş, siyaset kurumuna yaptığı tavsiyelerin başında yer aldı.

İktidarlardan kişisel bir talebi hiç olmadı. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde şahsına gelen imkanları hep reddetti. Siyaset kurumundan en büyük isteği, bir hakimiyet sembolü olarak gördüğü Ayasofya’nın ibadete açılması ve eğitim amacıyla Risale-i Nurların devlet eliyle neşri idi. Siyasetin nabzını tutuyordu, ama onu işgal etmek, iktidardan pay almak gündemi yoktu. İnsanı, iman terbiyesiyle “uzv-u nafi” halinde topluma kazandırmak yegane emeli idi. Fıtri ve nebevi tebliğ yöntemine uygun olan topyekun değişimin bu olduğuna inanıyordu. Amacı, “akla kapı açarak, ihtiyarı elden almadan” toplumun fıtri bir seyir içinde dindarlaşması idi. Bunun için temel haklara bağlı, dine saygılı, demokrat niteliğiyle halk çoğunluğuna dayanan partileri desteklemekten yana oldu.

Ne var ki, Cumhuriyetin kurucu kadroları, Said Nursi’yi, daima gizli siyasi ajandası olan birisi olarak “vehimle” baktılar. Halbuki Onun gündeminde, sadece insanı imanla buluşturmak vardı. “Siyasetle uğraşmaya vaktimiz yoktur. Yüz elimiz olsa ancak Nur’a (iman hizmetine) kafi gelir” diyordu. Hükümet ele bakmalı”ydı, “kalbe bakarak” niyet okumamalıydı. Bu sözleriyle devletin adil ve hukuka saygılı olmasını öngörüyordu. Kaldı ki  Hükümet, bütün mahrem ve gayr-ı mahrem hayatını elde etme”sine rağmen, “Risale-i Nur hizmetini muzır bir cereyan” gözüyle baktı. Fakat Onun, “müsbet iman hizmetinde”, meşruiyet dışı “muzır” bir maksat” hiç bulunamadı. 1935 -1985 arasındaki yarım asır boyunca yapılan binlerce yargılamada alınan sonuç, beraat kararları oldu. Bütün gayesi, insanı şüpheye ve inkara götüren “küfrün belini kırmaktı. Sadece bunu yaptı.

Dikkat çektiği başka bir husus vardı: Siyaset yapacak olanlar, “yüzde altmış-yetmiş” oranında toplum desteği sağlanmadan din adına iktidara talip olmamalıydı. Aksi takdirde, toplum desteğindeki yetersizlikten kaynaklanan zaaf, din istismarını” kaçınılmaz kılar, diyordu. Bu ise, büyük bir vebal ve insanları din ve dindardan soğutacak büyük bir riskti. Buna meydan verilmemeliydi.

ÇOĞULCU TOPLUM ÖNGÖRÜSÜ

Çağdaş ve çoğulcu bir toplum için her siyasetçiye rehber olacak diğer bir ikazı şu idi: Farklı görüşlerin kendilerini ifade edebilmesi için benimsenmesi gereken ilke, din, vicdan ve fikir hürriyeti”nin herkese tam sağlanmasıydı. Din için silahla cihadın” gündemden çıkması ve çoğulcu hür toplumun inşası için “hükümetler”in bu ilkeyi benimsemesinin gereğine işaret ediyordu. Hukuka dayalı, barışçı ve güvenli bir toplum için insan haklarının kullanılabildiği siyasi bir ortam tesis edilmeliydi. Tekelci ve dayatmacı yaklaşımlara karşı alınabilecek gerçekçi tedbir, “din, vicdan ve fikir hürriyeti”nin hukuk içinde herkesçe kullanılabilir kılınmasıydı.

Diğer taraftan asker veya sivil bürokrasiyi kullanarak meşruiyet dışı yollardan siyasete hükmetme arayışlarını, Bediüzzaman, İttihatçıların bozuk kısmının” kötü bir geleneği olarak gördü. Sadrazamı istifa ettirip hükümet devirme amaçlı “Bab-ı Ali Baskın”larıyla elde edilmek istenen meşruiyet dışı arayışların, bir geleceği olmadığını söyler. Toplum barışını tahrip eden bu gibi maceraların ülkeye ne kadar pahalıya mal olduğu, Onun II. Meşrutiyet dönemine ilişkin analizlerinde sıklıkla görülür.  Gerek 31 Mart 1909 olayı, gerekse “Mısır ve İran’da,” 1952 ve 1954’de yaşanan siyasi gaileler” için söylediği, yabancıların parmak karıştırmasına sebebiyet verme”  riskini, herkesin her zaman dikkate alması gereken bir vahamet olarak zikreder.

Bediüzzaman’ın bir asır evvel seslendirdiği dünyevi saadetimiz meşrutiyettedir” sözü, geçerliliğini artan zaruretle koruyor.

Onun, meşrutiyette aradığı “saadeti”, günümüzde genel oya dayalı, çoğulcu, denetlenebilir, şeffaf, hukuka bağlı, hürriyetçi  “dindar demokratlık” kavramında aramak, hepimizin ortak tercihi olmak gerekiyor.

Ne mutlu ki, elimizde asırlık olduğu kadar güncel, maddi olduğu kadar manevi sorunlarımızı çözmek için başvurabileceğimiz bir Külliyat” var. Akılda, kalpte ve hayatın her alanında gerçek “bahar”lara ulaşmanın kudsi şifrelerini sunuyor.

Elli dile çevrilip yedi kıtaya ulaşmış, Kur’an tefekküründen çağımıza yansıyan bu Külliyat, “Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” sözünden elli dört yıl sonra, “mütehayyir” akıllara istikamet gösteriyor. Parlayacak” dediği “Nurlar”, geleceğimizin ümidi olmaya ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum