Said Nursi, İslam Düşünce Atlası'nda nasıl yazıldı?

Said Nursi, İslam Düşünce Atlası'nda nasıl yazıldı?

Bir çok alim ve bilgenin yer aldığı atlasta Bediüzzaman Said Nursi de yer aldı

Kemal Benek’in haberi:

RİSALEHABER-Kamuoyunda ilgi gören "İslam Düşünce Atlası" (İDA) okuyucuyla buluştu. “14 asırlık İslam düşünce tarihinin yeniden dönemlendirilmesi” amacını taşıyan projede İlmi Etüdler Derneği (İLEM) tarafından Konya Büyükşehir Belediyesi'nin desteğiyle hayata geçirildi.

Yapımına akademisyenler, araştırmacılar, tasarım uzmanları, yazılımcılar ve harita mühendislerinin eşlik ettiği proje, interaktif programlar taşıyan açık erişimli bir web sitesi (www.islamdusunceatlasi.org) ve İslam Düşünce Atlası başlıklı 3 ciltlik kitaptan oluşuyor.

KÜLTÜREL SÖMÜRGECİLİĞE BİR BAŞKALDIRI

Proje Koordinarörü Yrd. Doç. Dr. İbrahim Halil Üçer, çalışmayı "yüz yılı aşkın süredir maruz kaldığımız kültürel sömürgeciliğe bir başkaldırı olarak” değerlendirilebileceğini açıklıyor.

Üçer, atlas kapsamında okuyuculara İslam düşünce tarihinde yeni bir dönemlendirme teklifi sunduklarını dile getirerek, bu dönemlendirmenin, atlasın omurgası olduğuna vurgu yapıyor. İslam Düşünce Tarihi'ni 4 ana döneme ayırdıklarına değinen Üçer’in sözleri şöyle:

"Birincisi 7 ile 11. yüzyıl klasik döneme, 12 ile 16. yüzyıllar yenilenme dönemine, 17 ve 18. yüzyıllar muhasebe dönemine, 19 ve 20. yüzyıllar ise arayışlar dönemine karşılık geliyor. Bu dönemlendirmeyle birlikte başarmayı umduğumuz şey, İslam düşünce tarihi yazımına eşlik eden ve uzunca bir süredir bu düşünce tarihi yazımını tasallutu altına alan tarih hırsızlığına bir meydan okumadır esasen. Bugün İslam düşünce tarihi yazımı için 13, 14, 15 hatta 16. yüzyıl karanlık dönemlerdir."

Dönemlendirme etrafında adeta bir bina inşa ettiklerini bildiren İbrahim Halil Üçer, bu binanın "Zaman Haritası", "Kitaplar Haritası", "Kişiler Haritası" ve "Kültürel ve Tarihi Hafızalar" başlıklı 4 bileşeni olduğunu sözlerine ekledi.

islamdusuncaatlasi_3kitap.jpg

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAKKINDA YAZILANLAR

Bir çok alim ve bilgenin yer aldığı atlasta Bediüzzaman Said Nursi de yer aldı. Abdullah Taha Orhan’ın kaleme aldığı kısa Said Nursi biyografisinde özet bilgilerle hayatı, mücadelesi ve eserleri hakkında bilgi verildi. İşte İslam Düşünce Atlası’ndaki Bediüzzaman Said Nursi maddesi:

SAİD NURSÎ
(ö. 1960)

Risale-i Nûr adlı külliyâtıyla tanınan İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşadığı en büyük buhranlardan biri olan Doksanüç Harbi (1877-78) yenilgisinin sadece Rumeli topraklarını değil, başta Erzurum olmak üzere Şark vilayetlerini de ilgilendiren atmosferi altında, 1878 yılında, Bitlis’in Hizan kazasına bağlı dağlık bir köy olan Nurs’ta dünyaya gelmiştir. Babası Sofi Mirza, Gavs-ı Hizan namıyla meşhur olan Seyyid Sıbgatullah el-Arvâsî’nin (ö. 1287/1871) dervişlerindendir.

İlk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan alır. Ardından Tağ köyündeki medreseye başlar. Burada kısa süre bir eğitim alan Nursî sonrasında Norşin’e gider, buradaki medreselerde de kısa dönemli dersler alır. Bir ara medrese eğitimini yapamayacağını düşünerek köyüne geri dönse de rüyasında Hz. Peygamber’in ilme teşvik etmesi üzerine Norşin ve Hizan’daki medreselerde eğitimine devam eder. O zaman Erzurum vilayetine bağlı bir kaza olan Beyazıt’ta en uzun süreli eğitimini (3 ay) Şeyh Muhammed Celâlî’den alır. Burada, henüz 10 yaşında iken hocasından medrese icazetnamesini alır. Buradan ayrıldıktan sonra Şark’taki diğer medreseleri de gezip hem ilmini artırmaya, hem de küçük yaşına rağmen diğer mollalarla ilmi münazaralara girmeye başlar.

11 yaşında iken, Siirt’in meşhur alimlerinden Molla Fethullah ona Bediüzzaman lakâbını verir. Daha önce Molla Said olarak yörede meşhur olan Nursî, artık hayatının sonuna kadar Bediüzzaman olarak bilinir hale gelecektir. Siirt’ten Cizre’ye, ardından da Mardin’e geçen Nursî, burada Cemaleddin Efganî’nin bir talebesi aracılığıyla onun fi kirlerini tanıma fırsatı bulur. Mardin’de iken siyasetle de ilgilenmeye başlayan Nursî, valiyle münakaşası neticesinde il sınırları dışına çıkarılır. Bitlis Valisi Ömer Paşa onu konağına davet eder, burada 2 yıla yakın bir süre kalır.

Ömer Paşa’nın ve ardından Van Valisi Hasan ve Tahir Paşa’ların konaklarındaki ikameti sayesinde, hem İstanbul’dan gelen gazeteleri takip etme, hem de kütüphanelerinde yer alan Batı düşüncesine dair çok çeşitli eserleri mütalaa etme fırsatı bulur. Tahir Paşa’nın konağında iken, bir gün Paşa ona bir gazetede okuduğu haberi gösterir. Haberde İngiltere sömürgeler bakanı Gladstone’un bir konuşmasından bahsedilmektedir. Elinde Kur’ân-ı Kerîm’le kürsüye gelen Gladstone “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’ân’ı sukut ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” demektedir. İşte bu olay Nursî’nin hayatında bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu haber üzerine “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez ebedî bir güneş gibi mu’cize olduğunu dünyaya ilân edeceğim” diyen Nursî, sonraki hayatını temelde buna adar.

Fen bilimleriyle din ilimlerinin birlikte okutulacağı, eğitimin Türkçe, Arapça ve Kürtçe olmak üzere üç dilli olacağı bir üniversite projesi kurgular. Bu üniversitenin adını da, İslam dünyasının ikinci el-Ezher’i olması, Şark vilayetlerini ilimle çiçeklendirmesi niyetiyle Medresetüzzehra olarak belirler. Bu proje için 1907 yılında, Van Valisi Tahir Paşa’nın referans mektubuyla birlikte İstanbul’a, Sultan II. Abdülhamid’le görüşmeye gider. Ancak mabeyn katibini geçemeyen Nursî, önce bir makam ve iyi bir maaşla susturulmaya çalışılır, bunu kabul etmemesi üzerine ise Toptaşı tımarhanesine gönderilir. Buradaki doktorun “bu adamda cünûn var ise dünyada akıllı yok” demesi üzerine bu sefer hapse atılır. Serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilir.
Meşrutiyeti olumlu karşılayan Nursî, meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde Sultanahmet’te düzenlenen mitingde halka hürriyeti anlatır, sonraları “Hürriyete Hitap” adıyla basılacak olan bu konuşmayı birkaç gün sonra Selanik’te de tekrar anlatır. İstanbul’da bulunduğu dönemde hareketli bir siyasî ve sosyal hayatın içindedir.

İnsanları, özellikle de Kürtleri meşrutiyete ısındırmak için her ortamda konuşmalar yapar, gazetelere makaleler yazar. Kürt hamallara, askerlere konuşmalar yapar, onları itidale davet eder. Doğu’daki kürt aşiretlerine meşrutiyet lehine telgraflar gönderir. Fakat tüm bu çabalarına rağmen, 31 Mart ihtilaline karıştığı iddia edilerek sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır, beraat etmesinin ardından Van’a geri döner. İttihat ve Terakki’nin olumsuz politikalarına rağmen, Doğu’da meşrutiyet lehine aşiretleri bilgilendirmeye devam eder. Bu konuşmalarını sonrasında Münazarât ismiyle kitaplaştırır.

Başlangıçta İttihat ve Terakki’yle birlikte hareket etse de, sonradan partinin yeni bir dikta rejimi tesis etmesiyle partiyle yolları ayrılır. “Ben [hürriyet ve meşrutiyet yolundaki] yürüyüşümü terk etmedim, onlar terk etti” diyecektir.
Bu dönemde Şark vilayetlerinde gezen Nursî, 1911 yılı içerisinde Şam’a da gider, burada ulemayla görüşür, tüm bölge ulemasının toplandığı bir zeminde, Emeviye Camii’nde bir hutbe verir. Bu uzun hutbe de seneler sonra Hutbe-i Şâmiyye ismiyle kendisi tarafından Türkçeleştirilerek yayımlanacaktır. Ardından Sultan Reşad’ın davetiyle Rumeli seyahatine katılan Nursî, seyahatten kısa bir süre sonra Balkan Savaşları’nın başlamasıyla birlikte akim kalan Üsküp Üniversitesi projesine ayrılan tahsisatı Sultan Reşad’dan Medresetüzzehra için ister. Teklifi kabul görür ve 1913 yılında Van’da üniversitenin temelleri atılır. Ancak bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlaması ve Nursî’nin de talebeleriyle birlikte kurduğu milis alayıyla Erzurum-Pasinler cephesinde Rus ve Ermenilere karşı savaşması hengâmında Medresetüzzehra projesi yine akim kalır.

Bitlis savunması sırasında Ruslara esir düşen Nursî, yaklaşık iki buçuk sene Sibirya’da Kostroma’da esir tutulur. Bolşevik ihtilalini fırsat bilerek 1918 yılı başlarında esaretten firar eder, Polonya, Avusturya ve Almanya üzerinden İstanbul’a gelir. İstanbul’da büyük teveccühe maruz kalan Nursî, Enver Paşa’nın özel ilgisiyle karşılanır ve Dârü’l-hikmeti’l-İslamiye’ye üye tayin edilir. İki sene bu görevde kalan Nursî, 1920’de İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinin ardından İngilizler aleyhine Hutuvât-ı Sitte isimli bir bildiri yayımlar, Kuvâ-yı Milliye lehine yazılar yazar, bu mücadeleyi cihad olarak tanımlar.

İstanbul’da verdiği mücadele nedeniyle Ankara’da yeni kurulan Millet Meclisi tarafından ısrarla meclise davet edilir. Bunun üzerine Ankara’ya gelir ve meclisteki lâdinî havadan hoşnutsuzluğunu, namaz hakkında bir bildiri yayımlayarak izhar eder. Ankara’da kaldığı dönemde yayımladığı ikinci bildiri ise maddeci fikirlere karşı, sonradan Tabiat Risalesi olacak, Zeylü’z-zeyl’dir. Ankara’daki bir diğer faaliyeti ise Medresetüzzehra projesini yeniden dillendirerek, meclisten bunun için ödenek istemesidir. 200 milletvekilinden 163’ünün onayıyla tahsisat kabul edilir, ancak sonraki çalkantılı süreçte proje yine akim kalır. Ankara’da umduğunu bulamayan Nursî, “Eski Said’i Yeni Said’e götüren” bir trenle Van’da inzivaya çekilmeye karar verir. Fakat çok geçmeden, Şeyh Said’in teklifini reddetmesine ve onu isyandan vazgeçirmeye çalışmasına rağmen, Şeyh Said isyanıyla ilişkilendirilerek Van’daki mağarasından alınıp Burdur’a sürgün edilir (1926). Böylelikle 1950’lere kadar sürecek olan sürgün ve hapis hayatı başlamış olur.

Burdur, Barla (Eğirdir), Eskişehir, Isparta, Kastamonu, Denizli, Afyon, Emirdağ sürgün veya tutuklu olarak bulunduğu şehirlerdir. Bu dönemde tamamen siyasetten uzak, sadece iman ve Kur’ân hizmetiyle uğraşan Nursî, opus magnumu olan Risale-i Nurların telif ve neşriyle uğraşmaktadır. Arap harfleriyle kitap basmak yasak olduğu için talebelerinin kurduğu bir halka marifetiyle, yazılan risaleler elden ele çoğaltılmak suretiyle tüm Anadolu’ya yayılır.

1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle nisbeten rahatlasa da, Nursî bu dönemde de adli soruşturmalardan, zehirlenme girişimlerinden uzak kalmaz. Aleyhinde açılan davalardan sürekli beraat etmesi üzerine 1953 yılından itibaren biraz daha rahat hareket etme imkanına kavuşur. Bu dönemde Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Risale-i Nur taleberini ziyaret eder, onlara dersler verir.

82 yaşındayken, artık hayatının son günlerini yaşadığını hisseder ve ruhunu Urfa’da teslim etmek arzusuyla talebelerinden kendisini Urfa’ya götürmesini ister. Urfa’ya varmalarının ardından 2 gün sonra, 23 Mart 1960 tarihinde, İpek Palas Oteli’nde vefat eder. Halilürrahman Camii avlusunda hazırlanan bir mezara defnedilir.
Fakat 27 Mayıs 1960 ihtilalinin ardından, cunta yönetimi ölüsünden bile korktuğu Bediüzzaman’ın naaşını bir gece gizlice yerinden alarak bilinmeyen bir yere defneder.

islamdusuncaatlasi_arayislar.jpg

ÖĞRETİSİ

Bediüzzaman, Osmanlı’nın son döneminde, Şark medreselerinde yetişmiş bir İslam alimidir. Her ne kadar o dönemde medrese eğitimine yönelik bazı eleştirileri olsa da, bu, böyledir. Henüz çok küçük bir yaşta medrese tahsilini tamamlayıp dinî eğitimin ıslahı için kafa yormaya başlamıştır. Bu muvacehede, Medresetüzzehra, hem sosyal anlamda bölgenin, yani Kürt coğrafyasının uzun vadeli barış ve refahına hizmet edecek hem de ilmî eğitim anlamında geleneksel eğitimde Ezher’den geri kalmayacak, bunun yanı sıra fen bilimlerini de bünyesinde verecek bir eğitim kurumu olacaktır.

Bu gayeler için eğitimi üç dilli olarak kurgular. Bunu şu şekilde formüle eder: “Arapça farz, Türkçe vacip, Kürtçe caiz”. Böylelikle Kürt coğrafyasının o dönemde dâr-ı hilâfet olan İstanbul’la bağları da güçlenmiş olacak, diğer taraftan da Arap ülkelerinden talebeler yetiştirmek suretiyle ümmetin birliğine katkı sağlanmış olacaktır. Bu proje önce I. Dünya Savaşı, ardından da Kemalist rejim nedeniyle akim kalmıştır. Hayatının ilk dönemlerinde zihnindeki en büyük problem Müslümanların geri kalmışlığı olan Bediüzzaman, bunun nedenini üç ana başlıkta toplar: cehalet, zaruret ve ihtilaf. Yani eğitimsizlik, fakirlik ve ‘çoğulcu bir düşünme biçiminden mahrumiyet’ (Karabaşoğlu, İslamcılık, s. 270).

Bediüzzaman bu derdi noktasında elbette yalnız değildir, Mehmet Akif ve diğer İslamcılar gibi çağdaşı pek çok entelektüelin zihin dünyalarını işgal eden en büyük sorun budur: “Müslümanlar neden geri kaldı?”

Özellikle 1922’de Ankara’da mecliste karşılaştığı atmosfer ise zaten birkaç yıl önce Sibirya esaretinde başlayan dönüşüm sürecini hızlandırmış ve Bediüzzaman siyasi mücadeleyle bu sorunun üstesinden gelinemeyeceğine, devlet ve toplum bazlı makro düşünceler yerine, müslüman ferdin yeniden inşasına, özellikle de Batı’dan gelen felsefî akımlarla zihin ve kalp dünyaları bunalan, imanları zedelenen Müslümanların imanlarının takviye edilmesinin en öncelikli ‘mesele’ olduğuna kanaat getirir. Niyet bazında bu Yeni Said ile Eski Said arasında fark olmamakla birlikte, metod ve önceliklerin takdim-tehiri noktasında farklılıklar vardır.

Henüz Tahir Paşa’nın konağında, yirmili yaşlarındayken kafasına koyduğu “Kur’ân’ın i‘cazını gösterme” fikri Yeni Said’de yeni bir metodla yazılmış, farklı bir tefsir olan Risale-i Nur külliyatıyla tezahür edecektir.

Yeni Said döneminde bütün bütün siyasetle bağını koparan Bediüzzaman, hayatını iman hakikatlerini anlatmaya, risaleler kaleme almaya ve bunları neşretmeye adayacaktır. Kendisinden önceki İslam düşünce birikiminden, ilim geleneğinden azami düzeyde istifade eden Bediüzzaman, bu zamanın insanları için kısa bir zamanda, şuhûdî, yakîne yakın bir imanı kazandıracak Kur’ân’dan bir metod bulduğunu ifade eder. Bu mesleğini “acz, fakr, şefkat, tefekkür mesleği” olarak formüle eden Bediüzzaman kulun dikey düzlemde, Rabbi karşısında aczini ve fakrını bilerek, yatay düzlemde ise tüm mahlukata karşı ism-i Rahîm tecellisiyle, şefkatle muamele ederek ve Cenab-ı Hakk’ın Kur’ân’da defaatle bize emrettiği “tefekkür”ü gerçekleştirerek ism-i Hakîm’e mazhariyetle, çok çeşitli fikir/hareket akımları ve ideolojilerle zihinleri bulanan bu asrın insanının kısa sürede sarsılmaz bir imanı kazanabileceğini ifade eder.

Başta İmam Rabbanî ve Abdülkadir Geylanî gibi, kendinden önceki sûfî mürşidlerden istifade etse de, Bediüzzaman kendisini “Ben şeyh/sûfî değilim, hocayım” diyerek tasavvuftan farklı bir yerde konumlandırır. Tasavvufa dair müstakil bir risalesi olan Telvihât-ı Tis‘a’da tasavvufa olumlu bakış açısını açıkça ifade eden Bediüzzaman, bu zamanda tasavvufla seyrü sülûkun oldukça zor, meşakkatli ve tehlikeli olabileceğini izah etmeye çalışır.

“Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyen Bediüzzaman, talebelerine de bunu öğütler. Islah için temelde yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya; ‘topuz’ ve ‘nur’ olarak isimlendirdiği için iki metod olduğundan bahseder ve kendisinin ancak nur metodunu, yani müslüman ferdin inşasıyla iştigal edebileceğini defaatle vurgular. Siyaset topuzuyla, önce müslümanların iktidara gelerek toplumu İslamlaştırması Bediüzzaman için makul ve makbul bir yöntem değildir.

Dinin siyasetten ontolojik olarak üstün olduğuna ve asla siyasete alet edilmemesi gerektiğine de işaret eder. Hürriyetin ontolojik planda imanın bir olmazsa olmazı olduğunu, şeriatın da bunu emrettiğini düşündüğü için Eski Said döneminde özellikle, şahsi dindarlığı cihetiyle ‘veli padişah’ diye tavsif ettiği Sultan II. Abdülhamid’i bir idareci olarak eleştirmiş ve İttihat ve Terakki’yle başta birlikte hareket etmiştir. Ancak sonraları, bu istibdadın yerine daha beterlerinin gelmesi nedeniyle bu tavrından bir nevi nedamet getirmiştir.

Nitekim Yeni Said dönemine geçildiğinde ise artık siyasetten bütünüyle uzaklaşan, müslüman ferdin inşasına, imanının ve ahiretinin kurtulmasına odaklanan cihad-ı maneviye yönelen bir Bediüzzaman görürüz. Döneminin önemli meselelerinden biri olan bilim ve bilimsellik de, benzer şekilde dine tabi olması gereken bir fenomendir. Zira ontolojik ve hiyerarşik olarak din, bilimin üstünde yer alır.

Henüz Eski Said dönemindeyken dahi söylediği “Vicdanın ziyası ulûm-i diniyyedir, aklın nûru fünûn-ı medeniyyedir” sözü, onun zihninde bu hiyerarşinin başından beri net bir biçimde oturduğunu göstermektedir. Burada kullandığı ziya ve nur kavramları bunu açıkça ifade eder. Zihnini Kur’ânla inşa etmeye, Kur’ânî kavramlarla düşünmeye çalışan Bediüzzaman, Yunus suresinin beşinci ayetinde zikredilen “güneşi ziyadar, ayı ise nurlu kılan…” ifadesinden hareketle, gerçek ışık kaynağının din ve dinî ilimler olduğuna, fen bilimlerinin ise ışığını güneşten alan ay gibi, ışıklarını din ilimlerinden aldıklarına işaret eder. Bu bağlamda en temel eserine Risale-i Nur demesi de, Kur’ân’ı ziya olarak konumlandırıp Risale-i Nur’u ışığını ondan alan bir eser olarak konumlandırması manidardır.

Varlık konusunda İbnü Arabî’ye (ö. 1240) atfedilen tevhid-i vücûdîyle İmam-ı Rabbânî’ye (ö. 1624) atfedilen tevhid-i şuhûdîyi mukayese eden Bediüzzaman, her ne kadar vahdet-i şuhuda daha yakın olsa da, onun da kamil anlamda tevhid olmadığını ifade eder. Nitekim İmam-ı Rabbanî de seyr ü sülukte geçilmesi gereken bir basamak olarak gördüğü vahdet-i şuhudun nihaî nokta olmadığını, cem’den sonra fark’a gelen salikin hem kendini bir kul olarak, hem de Cenab-ı Hakk’ı Rabbi olarak göreceği bir abdiyyet makamından bahseder. Benzeri ifadelere, İmam-ı Rabbanî’nin varlık konusunda “bizim görüşümüz onun görüşüdür” dediği ve vahdet-i şuhudun öncüsü olarak kabul edilen Alaüddevle-i Simnanî’de (ö. 1336) de rastlamak mümkündür.

Bediüzzaman’ın meseleye getirdiği dikkat çekici bir açılım ise vahdet-i vücudun aslında vahdet-i şuhudun farklı bir formu olduğunu ifade etmesidir. Ekberî ekol bunun tam tersini, yani vahdet-i şuhudun aslında vahdet-i vücud ile aynı şey olduğunu, onun farklı bir tezahürü olduğunu savunmaktadır. Burada şunu da ifade etmekte fayda var ki Bediüzzaman her ne kadar fikrî temelde vahdet-i vücud düşüncesinden ayrılsa da, bir zevk, bir neşve ve bir hal olarak vahdet-i vücudla bir problemi yoktur. ‘Musavvibe’ diye isimlendirdiği, çoğulcu bir bakış açısına haiz olan Bediüzzaman kimseyi tekfir etmediği gibi vahdet-i vücud taraftarlarını da kesinlikle tekfir etmez. Kimilerince modernist olarak lanse edilmeye çalışılan Bediüzzaman, içtihad kapısının açık olduğunu, fakat “şu zamanda oraya girmeye” maniler olduğunu; dinin zaruriyatında, hele de Batı uygarlığının istilasına uğramış bir atmosferde içtihad yapılamayacağını vurgulamıştır.

ÖNE ÇIKAN ESERLERİ

İşârâtu’l-i’câz fî mezānni’l-îcâz. (Tefsir (Fatiha’nın başından Bakara’nın otuz ikinci ayetine kadar); 1916-18).(Arapça aslı ve Türkçe tercümesi birlikte) trc. Abdülmecid Nursî, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2014.
Mesnevî-i Nûriye. (1921-23). trc. Abdülmecid Nursî. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2015.
Mektûbât (1929-34). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2016.
Sözler (1926-30). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2016.
Lem’alar (1932-36). Ankara: Doğuş Matbaası, 1957.
Şualar (1936-49). İstanbul: Çeltüt Matbaası, 1959.
Muhâkemât (1921). İstanbul: Sözler Yayınevi, 1990.
Kızıl İ’caz (Abdurrahman Ahdarî’nin (ö. 983/1575-76) es-Süllem’ine hâşiye ;1899).İstanbul: Evkâf Matbaası, 1339 (1920-21).
Münâzarât (1921). İstanbul: Sinan Matbaası, 1958.
Hutbe-i Şâmiyye (1911). Hutbe-i Şamiye namındaki Arabi Risalenin tercümesi, Antalya: Işık (İleri) Basımevi, 1957.
Ta’likât (Gelenbevî’nin (ö. 1205/1791) el-Burhân’ına ta’lîkât;).Saykalü’l-İslam içinde, trc. İhsan Kasım es-Salihi, İstanbul: Sözler Neşriyat, 1995/1416. 8. c.
Hutuvât-ı sitte (1922). Risale-i Nur külliyatından Sünuhat;
Hutuvat-ı sitte; Devaü’l-ye’sin zeylinin zeyli içinde, İstanbul: Tenvir Neşriyat, T.y.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum