Adnan Menderes neden ‘İslam Kahramanı?’

Mehmet Abidin Kartal'ın yazısı

17 Eylül 2017 Adnan Menderes’in darbeci hainler tarafından Darağacında asılmasının 56. yıl dönümüdür. Bu vesileyle  Adnan Menderes Neden “İslam Kahramanı”? sorusunu cevaplamaya çalıştık.

Menderes neden İslam kahramanı? Bu sorunun cevabını iyi anlamak için Menderes dönemi öncesi alınan kararlar ve uygulamalar ile Menderes döneminde alınan kararlar ve uygulamalara bakmak gerekir. Bu karşılaştırmada her iki dönem arasındaki dine yaklaşım ve laikliğin uygulanması farklılıkları konuya açıklık kazandıracaktır.

Türkiye’de uygulanan laikliğin gerçekten bir laik model olup olmadığı tartışılan bir konudur. Her ne kadar resmi söylem ve metinlerde laikliğin “din ve devlet işlerinin ayırımı” olduğu belirtiliyor ve Türkiye’de de böyle olduğu iddia ediliyorsa da gerçeğin böyle olmadığı herkesçe malumdur. Türkiye’de laiklik, dinin devletten ayrılması değil, devletin dini belli bir forma sokması olarak ortaya çıkmıştır. İşte bu tavır ve tutum, esasında İslam’ın reforma tabi tutulması ve milli ilke ve amaçlarla uyumlu bir “milli İslam”ın meydana getirilmesi çabasından başka bir şey değildir. Türkiye’deki laiklik uygulamasının en can alıcı noktası ve bariz vasfı özellikle 1950’ye kadar budur; yani Türk laikliği İslam’ı reforme eden ve milli bir İslam oluşturmaya yönelen çabaların bir ürünüdür.

Cumhuriyet yönetiminin ilanının hemen arkasından başlatılan radikal düzenlemeler ve yenilikler çerçevesinde yapılanların çoğu doğrudan veya dolaylı olarak dine müdahale şeklinde tecelli etmiştir. Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Riyaseti’nin kurulmasını sağlayan 3 Mart 1340 tarih ve 429 sayılı kanun, Cumhuriyet yönetiminin dine ilk müdahalesidir. Bu kanun dini “itikadat ve ibadat”tan ibaret hale getirmiş, geriye kalan alanları ise dinden çıkararak siyasal kurumların tekeline aktarmıştır. Cumhuriyet laikliğinin dine müdahale olduğu zaten ilgililerce de ifade edilen bir durumdur. M. Kemal’in hatıratını yazan Falih Rıfkı Atay “Kemalizm aslında büyük ve esaslı bir din reformudur... Kemalizm ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır.”1 diye yazmıştır.

Bize göre bu tespit doğrudur ve yaşanan pratiği açıklamaktadır; zira yapılanlar bundan başka bir şey değildir. Bu amaca yönelik uygulamalar laisizmin “Sünni İslam” karşısında “sapkın” bir ideoloji ve rakip olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır.”2 Hatta her gün karşılaştığınız, “Ben Müslüman’ım. Allah’a ve Peygambere inanıyorum. Ama toplumsal ilişkilerimi, günlük davranışlarımı kendi bildiğim gibi ve aklımla belirlerim.”şeklindeki tavır ve tutumun oluşmasında laikliğin, daha doğrusu deforme edilmiş resmi İslam’ın payının büyük olduğunu sanıyorum. İslam’ı çok iyi bildiğine kani olduğumuz Şemsettin Günaltay’ın şu kanaatleri son derece ilgi çekicidir. “İslam dini Peygamberimizin Mekke’de bulunduğu sırada yaptığı ahlaki telkinlerden ve bu olgunluğa varmanın bir vasıtası diye tavsiye edilen vazifelerden ve ibadetlerden mürekkeptir. Medine’de bir devlet kurulduktan sonra başvurulan Şeriat kaidelerinin mahiyeti, o zamanki mahalli şartların icabının yerine getirilmesinden ibarettir. Bu kaidelerin bin küsur yıl sonra başka muhit şartları içinde yaşayan milletlerin hayatına esas olamaz.”3

Türkiye’de imparatorluk çökünce evrensel mantalite ve değerler de toplum gündemindeki geçerliliğini kaybetti ve yerine ulusal ve yerel olanlar ikame edilmeye başlandı. Her şeyin millileştirildiği bir ortamda İslam’ın evrensel ve uluslar üstü konumda tutulmasını beklemek doğru olmaz. Kaldı ki, Osmanlı Devleti’nin sonlarına doğru dinin millileştirilmesi konusunda da ciddi görüşler ileri sürülmüş ve toplum buna hazırlanmıştı. Ziya Gökalp, 1915 yılında yazdığı “Vatan” şiirinde dindeki Türkçülükle ilgili ipuçlarını veriyordu. O şöyle diyordu:

Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duânın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'ân okunur.
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ'nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!

Ziya Gökalp’ın bu özlemeleri 1930’lu yıllarda gerçekleşecektir. Hutbe, ezan, kamet Türkçeleştirilecek, Kur’an’ın ve diğer dini metinlerin Türkçeleştirilmesi için ciddi çabalar içine girilecektir. Bu tür tasarrufların dine müdahale olduğu, tartışma götürmez bir gerçektir.

Esas itibariyle dine bir müdahale şeklinde uygulanan laiklik, dinin dünyaya, dünyevi alana ve özellikle de devlet idaresine müdahalesini önleyen, onu siyaset ve toplum hayatından tamamen uzaklaştırmayı ve tasfiyeyi amaçlayan bir harekettir. Bu durumda din, toplumsal, siyasal ve diğer tüm kamu alanlarından çekilerek kişisel bir yapı haline getirilmek, vicdanlara kapatılmak istenmektedir. Bu amacın gerçekleştirilmesi için de siyasal güç ve devletin kullanılması Türkiye’deki laikliğin mümeyyiz vasfı olarak ortaya çıkmaktadır.4

Türkiye’de laikliğin dine müdahale etmesi, dinin kamusal alanlardan uzaklaştırılması ve kişisel bir yapı haline getirmek istenmesi, dindarlara baskı uygulanması, dini devlet gücüne bağlanması şeklinde uygulanmasının zihinsel alt yapısında cumhuriyet ideolojisinin ve kadrolarının düşünce ve idealleri yatmaktadır. Bununla ilgili olarak küçük bir belge sunmak istiyorum. Birinci baskısı 1930 ikinci baskısı da 1988 yılında yapılmış olan Prof. Dr. A. Afet İnan’ın Medeni Bilgiler kitabında M. Kemal’in el yazılarıyla verilmiş olan metinde dinle ilgili son derece ilgi çekici bir bölüm mevcuttur. M. Kemal ve arkadaşlarının din hakkındaki görüşünü yansıtan bu bölüm, laiklik anlayışına temel oluşturmuştur.

“...Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiç bir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükselmesine hasr etmeğe mecburdurlar. Bununla beraber Allah’a kendi milli lisanıyla değil, Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allah’a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince karışık, cahil hocalar ağzıyla ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan din, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler...”5

Afet İnan’ın kaleme alıp M. Kemal’e takdim ettiği ve onun kontrolünden geçen bu satırlarda ifade edilen kanaatleri yargılamak, birilerini suçlamak, küçük düşürmek gibi bir amacımız yok; yapmak istediğimiz Türkiye’de uygulanan laikliğin temellerini anlamak ve açıklamaktır. Bu satırlarda ifadesini bulan din konusundaki kanaatlerin, laikliğin bir “ulusal İslam” oluşturma hedefine yönelik olmasını nispeten açıklamaktadır. Dini Araplara mahsus bir yapı olarak kabul etmemiz durumunda onun millileştirilmesi ve Türkleştirilmesi anlam kazanmaktadır. Cumhuriyet ideolojisi yabancı yapılara karşı savaş açmamış mıydı?

Türkiye’deki laikliğin, 1950 öncesinde, dine açıkça bir müdahale, dini siyasal ve toplumsal hayattan uzaklaştırma, nihayet “ulusal İslam”, “milli din” oluşturma amacına yönelik bir kamu politikası olarak ifade edilmesi mümkündür.

1923-1950 döneminde Türkiye’yi Cumhuriyet Halk Partisi yönetmiştir. Bırakınız üretim yapmayı, hele ihracat yapmayı, bir şehirden diğerine mal götürmek bile zordu. Jandarma her şeydi. Geliri olmayandan vergi toplanır, vermeyenlere ceza yağardı. İslâmiyet zümrüdü anka kuşuna dönmüştü, adı var kendisi yoktu. Kur’an bile toplatılan kitaplar arasındaydı. Avrupa’da fabrikalar, atölyeler, laboratuarlar açılırken, bizde kahveler, meyhaneler ve barlar açılırdı. Bizde çağdaşlık, köy enstitülerinde kızlarla erkeklerin beraber okutulmasında ve bu okullara dinle ilgili herhangi bir şeyin girmemesinde aranmıştı. Müslüman’ın dinini öğrenmesi, anlaması, yaşaması yasaktı.

14 Mayıs 1950 bu yasaklara, bu yasakları yapanlara "hayır" demekti. Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si 69’a karşı 408 milletvekili çıkararak, CHP’ye tarihî bir ders verdi. Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için de, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor, milletin istediği işler yapılmaya başlıyordu.

Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında 18 yıl boyunca aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’an okunmasına başlanmıştı.

Vatandaşların, dinlerini gereği gibi yaşamaları artık büyük ölçüde mümkün oluyordu. Kur’an derslerine kadar uzanan yasaklamalar kalkmış, kimse başörtüsü yüzünden sokak ortasında polis hücumuna uğramaz olmuş, okullarda din dersi okutulmaya başlanmıştı. Halk Partisi’nin sattığı 800 camiye karşı, DP iktidarının ilk yedi yılında 1500 cami inşa edilmiş, camilere ayrılan bütçe ödeneği arttırılmış, viran kalmış camilere tamir yardımı yapılmıştır. İmam Hatip Okulu sayısı 19’a çıkarılmış, cumhuriyet tarihinde ilk defa bir Yüksek İslâm Enstitüsü açılmıştı. Dinî yayıncılık serbest bırakılmıştı.

Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti Müslüman’dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Bundan dolayı, ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, “İslâm kahramanı” olarak adlandırılmıştır. Çünkü, ezanın hikmeti sadece Müslümanları namaza çağırmak değildir. Onun yanında bütün insanlık namına, insanlığın ve kâinatın yaradılışının büyük neticesi olan tevhid ve rububiyete karşı, ubudiyetin izahına vesiledir. Bunun yerini de ezandaki mübarek ifadelerden başka hiçbir şey tutamaz.

Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiş ve Türkiye’nin dertlerine kestirme çareler bulabilmiş, bunları icra edebilmiş, bu icraatı takip edebilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkan dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.

Menderes, 13 Nisan 1949’da yapılan Aydın il kongresinde üyelerden birinin “sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olmaz.” sözüne cevabı “Ben aksini söyleyeceğim, Hürriyetin olduğu yerde sefalet olmaz.” idi. Böylece CHP iktidarında temel hak ve hürriyetlere getirilen kısıtlamalara karşı çıkılmıştır.

Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı… Bu kurtuluşun, bu kalkınmanın toplum tabanındaki ifadesi, mahsulün yahut işlenenin para etmeye başlamasıydı. Fakir halk kitlelerinin de üstüne giyecek, çocuğuna giydirecek bir şeyler bulmaya başlamasıydı. Ormancı korkusunun, hacizli, kırbaçlı, jandarmalı vergi tahsilatının sona ermesiydi. Senelerce aç kalan, devlete vergi yetiştirmekten kendisine parası kalmayan milyonların cebinin para görmesiydi. Elektrikti, suydu, yoldu, fabrikaydı…

Menderes dönemi gerçeğinin rakamlardaki ifadesi ise gözleri kamaştırıyordu. Cumhuriyetin ilk 27 yılında en fazla % 3’lerde ve genel ortalama % 2’lerde kalan büyüme hızı, DP ile birlikte % 12’lere fırlamıştı. Ülke, CHP’nin 20 senede getirdiği yere, DP’nin dört senesinde gelmişti. Bu devirde ülke çapında bir imar ihtilali yaşanıyordu. Tarım ve sanayide, eğitimde, sağlıkta büyük yatırımlar, temel altyapı yatırımları yapılıyordu. Büyük hidroelektrik santralleri, liman inşaatları, sulama tesisleri yapılıyordu. Ayrıca şehir içinde, şehirlerarasında, köylerde karayolu yapımına bu dönemde büyük önem verilmiştir.

Artık milletin ürettiği para etmeye, millet kazancının hayrını görmeye başlamıştı. Eskiden, devletin istediği miktardan arta kalırsa kilosu 20 kuruşa satılan buğday, kısa zamanda 45 kuruşa çıkarılmıştı. Pancar üretimi % 190, buğday üretimi % 230 artmış, pamuk, tütün, çay gibi ürünleri de % 100’lük üretim artışları sağlanmıştır. 1948’de 1.750 traktörü olan Türkiye’nin 10 yıl sonra eriştiği rakam, bunun 25 katıydı. 10 sene zarfında 21.500 köy içme suyuna kavuşmuş, köy okullarının sayısı 20.000’i bulmuş, köylerde elektrik yüzü görür olmuştu. Bütün bunlar, keyfi idari harcamaları kısan, yatırımlara ayrılan bütçe payını % 25’lere, % 30’lara çıkaran Menderes hükümetinin eseriydi. Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık, Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir.6

Menderes ve Ezan-ı Muhammedî

Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp iktidara geldikten sonra yaptığı ilk icraatlardan birisi, on sekiz yıldan beri inananları rahatsız eden ezanın Arapça aslıyla okunması yasağının kaldırılması olmuştur.

Seçimden 20 gün sonra yayınlanan demecinde Menderes; herkesin dinî vecibe ve ibadetlerini yerine getirebilmesini, vicdan hürriyetinin gereği ve laikliğin esası olarak ifade etmiştir. Bu yüzden ezanın asliyetiyle okunması yasağının devamı laikliğin gereği değil aksine, bunun ihlâli olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca, bu yasak devam ederken cami içinde bütün ibadet ve duaların Arapça olarak yapıldığını ifade ederek, bir bakıma yasağın mantıksızlığına dikkat çekmiştir.

Menderes Hükümetinin bir ayı dahi dolmadan meclise kanun teklifi vererek yasağın kalkmasını sağlaması ve Ramazan ayının başına tevafuk eden serbestiyetin sağlanması, halk nezdinde büyük bir memnuniyete vesile olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, Ezan-ı Muhammedi’nin (a.s.m.) neşriyle Demokratların on kat güçlendiğini beyan etmiştir.7

Adnan Menderes ve Bediüzzaman Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî, çok partili hayata geçişle birlikte siyasetle fikren alâkadar olup Demokratları destekledi. Menderes’i açık bir şekilde destekleyerek talebelerini de bu doğrultuda yönlendirdi. Bu desteğinin sebeplerini muhtelif vesilelerle izah etmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri bir yandan Demokratları desteklemiş, diğer yandan da ikazlarıyla onlara Kur’an hakikatlerini hatırlatmaya devam etmiştir. Menderes’e bir mektup yazarak, İslâm’ın çok önemli olan ancak günümüz siyasî cereyanları tarafından dikkate alınmayan ve ihmali büyük cinayetlerin işlenmesine sebep olan üç hususa özellikle dikkatini çekmiştir.8

1- “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz” (En’am Sûresi, 164. ayet) esası, tarafgirlik ve particilikle ihlâl edilmemeli, bu tehlikeye karşı İslâm kardeşliği esas alınıp Kur’an’ın söz konusu hükmü dayanak yapılmalı.

2- “Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” şeklindeki Peygamber (asm) emri hayata geçirilmeli, memuriyetin bir hizmetkârlık olduğu şuuru yerleştirilmelidir. Memurluk, hâkimiyet ve tahakküm aracı olmamalıdır. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp tahakküme dönüştürmek, kıblesiz namaz kılmaya benzer.

3- “Mü’min mü’mine karşı bir binanın kenetlenmiş taşları gibidir” hadisini esas yapıp hariçteki düşmanlara karşı dahildeki adavet unutulmalı, dayanışma sağlanmalıdır. Bu esas göz önüne alınırsa sosyal hayatı sağlam temele oturtmak mümkün olacaktır.

Bediüzzaman’ın Menderes’e desteğinden en çok rahatsız olanların başında CHP lideri İnönü gelir. Bu konuda gerek kendisi, gerekse partisinin yayın organı gibi hizmet gören bazı gazeteler çok sert eleştirilerde bulunmuşlardır. Üstad’ın Ankara ziyareti mecliste çok sert tartışmalara sebep olmuştur. İnönü’nün meclis kürsüsünde Menderes’e hitaben: “Siz şeriatı hortlatıyorsunuz, irticayı hortlatıyorsunuz. Bediüzzaman’ı gezdiriyorsunuz...” sözlerine karşılık Menderes’in:

“Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor, öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuştur. Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i faniden ne istiyor? Niçin eziyetinden hoşlanıyor, niçin meşakkat çekmesinden hoşlanıyor, niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır, anlayamıyorum?” cevabı üzerine İnönü:

“Efendim siz, Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz. Öyle zaman gelecek ki, sizi ben dahi kurtaramayacağım” şeklindeki meşhur tehdidini savurmuştur.

Bediüzzaman 1950’de demokrat hükümetin önüne bazı hedefler koyar.9 Birincisi ezanı aslına çevirmek, ikincisi Kur’an’ı radyolardan okutmak ve Risale-i Nur’u serbestçe neşrettirmek, üçüncüsü ise Ayasofya’yı ibadete açtırmak. Bunlardan ilk ikisi gerçekleştirildi. Ayasofya’nın ibadete açılması ise gerçekleşmedi. Bediüzzaman’ın ifadesiyle Ayasofya İslam’ın fecr-i sadıkıdır. Bu konuda Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetnamesine sahip çıkılmasını istemiştir. O bu vasiyetnamenin ihlal edilmesine karşı çıkmış ve şu sert sözleriyle tepki göstermiştir: “Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz.”10

Yaşanan Olaylar

1933’lerden önce doğan Cumhuriyet nesli, Demokrat Parti iktidarı öncesinde camilerden ancak "Tanrı Uludur" seslerini duymuştu. O günleri yaşayanlardan, ilk "Allahüekber"i sekiz yaşında duyan Nafiye Karabaşoğlu, 1950’nin o unutamadığı Haziran gününü şöyle anlatıyor,

“Bir akşam vakti, çoluk çocuk toplanmış, dışarıda, meydanlıkta oyun oynuyorduk. Mahallenin meydanlığında, o sıra kulağımıza ‘Allahüekber’ sadası geldi. Nereden geldiğini ilk anda fark edemedik. Caminin minaresinden okunduğunu biraz sonra anladık. Daha önce ‘Allahüekber’ ile ezana başlandığı vaki değildi. Şaşırdık. Çocuk halimizle oyun oynamayı bırakıp yere çömeldik. Dinlemeye koyulduk. Analarımız, babalarımızda meydanlığa fırladılar. Herkes orada toplanmıştı. Büyüklerimiz ne günlere kaldıydık, Allah’ım çok şükür diye ağlaşıyorlardı. Sanki zindandan kurtulmuş gibiydiler. Adamlar camiye koştu, kadınlar kapı önlerine toplanıp Kur’an okudular, dualar ettiler. Bize de, çocuklar bugün en büyük bayramımız, bayram edin dediler. Herkes evinde ne kadar artık gazyağı varsa getirdi, külle karıştırıp fincanlara koydu. Biz çoluk çocuk fincanları sokak sokak dolaştırdık, her tarafı ışıttık, ortalığı bayram yerine döndürdük. O gece hepimizin bayramıydı.”11

Menderes Dönemi millet iradesinin şahlanışıdır. Menderes döneminde son derece de büyük değişiklikler yaşanmıştır. Maddî hayatta yaşanmıştır, manevî hayatta yaşanmıştır. 1950 öncesi keyfî idare, zulüm, baskı var, hürriyetler yok. En önemlisi de din ve vicdan hürriyeti yoktur. Sadece camiye gitmek isteyen dindar vatandaşlar değil, bütün Türk milleti din ve vicdan hürriyetinde büyük bir açılım istemekteydi.

Demokrat Parti’nin ve Menderes’in hizmetleri içerisinde sayılabilecek Kur’an kurslarının ve imam hatiplerin açılması, ezanın istenildiği dilde okunmasına izin verecek şekilde kanunun değiştirilmesi gibi hizmetler milletimiz için çok makbule geçmiştir. Demokrat Parti dönemi din eğitimi ve öğretimi için yeni bir uyanış dönemidir.

Menderes’in İdamının Gizli Sebepleri

27 Mayıs darbesine ve merhum Menderes’in idamına asıl sebep nedir? Burada Menderes’le ilgili onun sözlerinden kaynaklanan üç ayrı iktibas yapıp okuyucularımızın da dikkatlerine sunmak istiyorum. Bunlar din ve vicdan hürriyeti bağlamındadır.

Birinci Menderes hükümeti programında Başvekil Adnan Menderes “İnkılâpların tutanları vardır, tutmayanları vardır. Tutanları millet kabul etmiştir. Dolayısıyla bunlar devam edecektir. Ve bu yolda bu hükümet de üzerine düşen bütün görevleri yerine getirecektir. Ancak tutmayanlara gelince, onları tutturmak selefimiz olan iktidara düşerdi. Onların bunca yıl yapmadıklarını, yapamadıklarını bu hükümet kendisi için bir görev saymayacaktır” demiştir.

İkinci iktibas, 1950’den sonra bir çok yerde merhum Menderes, “En büyük inkılâp, en büyük devrim demokrasi devrimidir. Bu millet böylece rüştünü ispat etmiş oldu” sözlerini sarf etmiştir.

Üçüncüsü ise 1952’de İzmir’de Merhum Menderes, “Türk milleti Müslüman’dır, Müslüman kalacaktır ve Müslümanlığın icaplarını da yerine getirecektir” diye konuşmuştur.

Menderes’in din ve vicdan hürriyeti yolunda attığı bu adımlar sadece bir liberalleşme, sadece hürriyetlerin genişlemesinden ibaret değildir. Bu sözler merhum Menderes’in iç dünyasını da bize yansıtan, onun mü’mince hisleriyle dolu olduğunun ispatıdır.

Bunlar idam kararında yazılmamış, ama Menderes’in kaderi üzerinde de çok etkili olmuştur. Darbeye ve Menderes’in idamına bu sözleri, bu bakışı sebep olmuştur denilebilir.

Menderes’in maddî imar ve hizmetlerin yanı sıra özellikle mânevî hizmetlerde büyük rolü vardır. Dine ve vicdan hürriyetine, din eğitimi ve öğretimine dair hizmetlerin gerçekleşmiş olmasında merhum Menderes’in çok büyük ağırlığı vardır. Bu hususta şahsî ısrarı, gayreti, tâkibi ve inancı vardır.

Bediüzzaman’ın kendisini “İslâm kahramanı” diye takdir etmesinin hakikati budur.

Menderes, İmam-ı Azam’ın Türbesinde Neler Düşündü?

Menderes, Türkiye’nin mutlaka bir Ortadoğu politikası olması gerektiğine inanıyordu. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’den bu politikanın belirlenmesini isterse de sonuç alamaz. Bu arada Mısır büyükelçimizle görüşen ABD Dışişleri Bakanı Dulles’ın “Mısır siyasetiniz nedir?” sorusuna elçinin “Bilmiyorum” diye cevap vermesi bardağı taşıran damla olur. Menderes tam anlamıyla yalnızdır. Dışişleri Bakanlığı’nı kendisi sürüklemek zorundadır. İpleri eline alır ve harekete geçer.

Şu sözler kendisine ait: “Biz Arap komşularımızla dostuz. Eğer bazen bu hisler bir sis perdesi altında gizlenmiş gibi görünmüş ise de bunun geçici sebeplerden ileri geldiğine ve bundan böyle bütün bütün yok olmasının da mukadder bulunduğuna hiç şüphe etmiyoruz.” Araplarla dostluğumuzun arasındaki engellerin kaldırılması kaçınılmazdır ona göre.

Öyleyse ne yapılmalıdır?

Önce İngiltere’nin, ardından da ABD’nin tutumunu yoklayan Başbakan, Ortadoğu gezisine çıkan Dulles’ı, programda yokken Ankara’ya davet eder ve uzun bir görüşme sonunda onu da ikna eder. Menderes, Nasır’a karşı harekete geçmiş ve İngiltere ile ABD’yi de ikna etmiştir. İlk hedef, Irak’la işbirliğidir. 6 Ocak 1955’te Bağdat’a giden Menderes, bir fırsatını bulup Nuri Said Paşa’yla baş başa görüşür. 13 Ocak’ta Türkiye-Irak ortak bildirisi yayınlanır. Uzun zamandır uyuşuk bir dış politika güden Türkiye’nin gösterdiği bu inanılmaz ataklık, İngiltere ve ABD’yi bile şaşırtmıştır. Daha çok şaşıran ise Mısır ve İsrail’dir. İkisi de Türkiye’nin aleyhine döner. Anlaşmayı bozmak için uğraşırlar. İsrail Devlet Başkanı Ben Gurion, şoka girmiştir. Menderes 23 Şubat’ta tekrar gider Bağdat’a ve ertesi gün, Bağdat Paktı haberi, ajanslardan dünyaya yayılmaktadır. İngiltere davet edilir pakta, sonra da ABD. Birincisi girerken, ikincisi dışarıda kalmayı tercih edecektir.

Anlattıklarımızdan çıkarılması gereken sonuç şudur: Türkiye, Atatürk döneminden sonra ilk defa Ortadoğu’da "bir şey" yapmaya çalışmakta, öncülüğü ele almaktadır.

İşte Sebati Ataman’ın aşağıdaki hatırasını bugünlerin gazete sayfalarının arasına koyarak okuyun. Adnan Menderes, Bağdat’ta İmam-ı Azam hazretlerinin türbesini ziyarete gitmiştir. Sonrasını beraber okuyalım: “Dualarımızı okuduk, ayrılacağız. Adnan Bey kımıldamıyor. Öylece kaldı, âdeta murakabeye daldı. Nihayet silkinip kendine geldi. Dışarı çıkarken yanına yaklaştım ve sordum: “Beyefendi, bir murakabeye daldınız, merak ettim, o esnada ne düşündünüz?” Kolumdan tutup bir kenara çekti ve şu cevabı verdi: “Sebati, bu mezarını ziyaret ettiğimiz şahsiyet, burada ve yakın şarkta, bizim memleketimiz de dahil bütün İslam ülkelerinde ebedî olabilecek bir nizam kurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra bu nizam da yıkılmış, darmadağın olmuştur. Şimdiki İslam ülkelerinin vaziyetini görüyorsun. Bu nizamın başka esaslar dahilinde yeniden kurulması, sulh ve sükûnun avdet etmesi lâzımdır. Biz de buraya bunun için geldik.”

Menderes’in sözlerini dinlerken, gözüm yaşlar içinde kalmıştı. Bana “Ağlıyor musun?” diye sordu ve sözlerini sürdürdü: “Ağlama, bu olacak, muhakkak olacak, biz görmeyeceğiz ama torunlarımız muhakkak görecek.”

Sebati Ataman ekliyor: “Menderes çok büyük adamdı.”12

Menderes’e mektuplar yazan, onu ikaz eden Said Nursi’nin Menderes’le mürşit diyalogunu görmekteyiz

Said Nursi’nin Menderes’e ve demokratlara mektuplar göndermesinin esas sebebi, onlara Kur’an’ın bazı “kanun-u esasilerini” hatırlatmaktı. Bu mektuplarında onları doğrudan şeriatı yürürlüğe koymaya çağırmıyordu. Fakat yeni kanunların bu temel prensipler doğrultusunda yapılmasını, yeni politikaların bu yolla belirlenmesini ve mevcut kanunların yine bu yolla uygulanmasını teklif ediyordu.13

Adnan Menderes, dini bütün halkına, özellikle Bediüzzaman ve talebelerine karşı her zaman sıcak hisler beslemiş bir kişi olarak, demokrasinin ülkede yerleşmesini istiyordu. Bu itibarla, dini hizmetlere öncülük edenlere husumet besleyen odaklara pirim vermiyordu. Bir keresinde, Said Nursi’nin Ankara’ ya yaptığı bir ziyareti bahane eden ve bundan dolayı Menderes’e hücum eden İsmet Paşa ile polemiğe girmişti. İnönü ise, “Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz, öyle zaman gelecek ki sizi ben bile kurtaramayacağım” sözlerini bu esnasında sarf edip tarihe geçirmişti.

Bediüzzaman’ın ve diğer dindar halk tabakalarının DP’ye destek vermesinden rahatsız olan, Halk Partisi’ne yakın, devlette yuvalanmış bürokrat ve küçük memurlar, DP anlayışının hilafına, din hizmeti yapanlara ve özellikle Nur Talebelerine karşı eski alışkanlıklarını devam ettirebilmekte idiler.

Ancak Bediüzzaman ve yakınında bulunan talebelerinin, kendi zaviyelerinden iktidara bir takım tavsiyelerde bulundukları bilinmektedir. Bu tavsiyeler şöyle özetlenebilir: Şeâir-i İslamiyenin önünü açan Demokratların hem mevkilerini korumanın, hem de vatan ve milletini memnun etmenin yegâne çaresi olarak “ittihad-ı İslam” anlayışını kendilerine dayanak yapmalıdırlar. Ayrıca uluslararası konjonktürün de bunu gerektirdiği, bunun batılı büyük devletlerin de işine gelebileceği, zira ateizm ve materyalizmden herkesin zarar görebileceğinden dolayı İslam birliği anlayışına eskisi gibi husumetin olamayacağı görülmektedir. Bu vatanı yabancı istilasına karşı koruyabilecek yegane dayanak da İslam anlayışıdır. Demokratlar, ülkeyi komünistlik ve masonluğun etkisinden bu sayede çıkarabilirler. Ezanı aslî şekliyle okumanın serbest bırakılmasından dolayı milletin gerçek anlamda desteğini kazanan Demokratların, dindarların zararına olabilecek bazı icraatlarda bulunarak bu kuvvetlerini kaybetmemeleri gerekmektedir. İçlerine sızan istibdat yanlısı bazı şahıslara dikkat edip bunların demokrat camiaya zarar vermesi önlenmelidir.

Bediüzzaman, vatana ve millete en ziyade hizmeti yapabileceklerinden dolayı Demokratların desteklenmesi gerektiğinin altını sürekli çizmiştir. Cazibeli olan milliyetçi ve modernist partilere karşı bu partinin, nokta-i istinat olarak İslamî değerlere sahip çıkmasının bir mecburiyet olduğunu, aksi halde birçok yanlışın faturasının, birçok yalanlarla Demokratlara yükleneceğini haber vererek, adeta 27 Mayıs darbesinin fotokopisini şu ifadelerle nazara vermektedir: “Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavi hissettim. Ve İslamiyet namına telaş ediyorum.”14

Bu ikazların yapılmasından sonra, fazla bir zaman geçmeden halkın destek verdiği bir meclis ve iktidar süngüyle ezdirildi. Böylece milletin iradesi, millet nam ve hesabına ortadan kaldırılmış oldu. Ülke ikiye bölünmüş ve bir taraf acılara gark olurken bir taraf eğleniyordu. Yani, Türkiye’nin ve Türk milletinin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri gerçekleşmiş oldu. Birileri ideolojik kinlerini tatmin edip iktidarlarını pekiştirdiler, şüphesiz; ancak, DP’nin artı ve eksileriyle yaptığı hamlelerin önü kesilerek bütün bir milletin geleceğine müdahale edilmiş oldu.

1960 ihtilalinin Bediüzzaman’ın tabiri ile “Halkçıların ırkçıları elde ederek, memleketi felakete sürüklediği” bir gerçektir. Bu tahripçiler yıllardır devam ettirdiklerini muhafaza etmeye çalışıyorlar. Dünyadaki, Türkiye’deki gelişmeler ve manevi müjdeler bize gösteriyor ki, bu tür hareketler başarılı olamayacaklardır. Bu tür hareketlerin içinde olanlar milletin iradesine saygı göstermeyi öğreneceklerdir.

Bediüzzaman gelecekle ilgili bunun müjdesini vermiştir.

“Ey benden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş sessizce nurun sözünü dinleyen ve gaybi bir nazarla bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Tahirler, Yusuflar, Ahmetler... sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız. ‘sadakte-doğru söylediniz’ deyiniz, böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım varsın beni dinlemesinler, tarih denen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin için konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz, şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz; mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit mezarımıza uğrayınız, o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız, kapıcıya tembih edeceğiz, bizi çağırınız, mezarımızdan ‘henien leküm-helal olsun’ sesini işiteceksiniz…15

Bediüzzaman devletten sadece dört talepte bulunmuştur. Bunlardan iki tanesi yerine getirilmiş iki tanesi ise henüz yapılamamıştır.

Bediüzzaman’ın yerine getirilen taleplerinde ilki yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ezan meselesi olup Adnan Menderes’in ilk icraatı da bu konuda olmuştur. 1932 yılından beri Türkçe okutulan, daha doğru bir ifadeyle aslı yasaklanan ezanın tekrar okunması 14 Mayıs’ta iktidarın değişmesi ile mümkün olmuştur. 16 Haziran’da Ezanın aslına uygun okunmasını sağlayan kanun CHP milletvekillerinin de oyları ile meclisten geçmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi, atılan bu adımı çok önemser, tarihi bir karar olarak memnuniyetini belirtir. Emirdağ Lahikası isimli kitabında bu konuya şöyle değinmektedir:
“Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya'yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur'un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.
Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım”

Bu mektubunda geçen ve gerçekleştirilen diğer bir talebi de Risale-i Nur eserlerinin serbestiyetinin ilanıdır. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığının bu eserleri basmasının gerekliliğini defalarca izah eden Bediüzzaman, Alem-i İslam’ın bu vatanda yaşayanlara karşı hürmet ve muhabbetinin artacağını ifade etmektedir.

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, bu ikinci talebi yerine getirmiş ve Diyanet aracılığı ile bütün yurtta basılarak dağıtımı yapılmaya başlanmıştır. Devlet Risale-i Nur eserlerine sahip çıkmıştır.

Bediüzzaman’ın hayatı boyunca yapılması için gayret ettiği Şark Üniversitesini yani meşhur adıyla Medresetüz Zehra’yı ve Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması devletten  istediği diğer iki isteğidir. Bu konuyu da devlet idarecilerimize iletiriz. Sebep olanlar Adnan Menderes gibi kahraman olacaklar, milletin ve ümmetin gönlünde yaşayacaklardır.

Sonuç olarak şunları ifade etmek mümkündür: Bediüzzaman, her şeyden önce eşya ve hadisenin açıklamasını iman mefhumunda aramış ve bunu yaşadığı asrın idrakine büyük bir başarı ile kazandırmıştır. İman ile aklın telif ve terkibini yapmak Bediüzzaman’ın çağımıza yönelik en belirgin misyonudur. Bediüzzaman, İslam’ın bütün şeairlerine hassasiyetle sahip çıkmıştır. Ülkeyi idare edenlerden de aynı hassasiyeti göstermelerini istemiştir. Adnan Menderes, İslamiyet’in en önemli şeairinden ezanı aslına çevirdiği ve dini hassasiyetlere sahip çıktığı için, Bediüzzaman’ın “İslâm kahramanı” teveccühüne mazhar olmuştur.

Dipnotlar
1. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İst., 1969, s. 393.
2. Mümtaz’er Türköne, “Türk Siyasetinin Eskimeyen Kilidi” Türkiye Günlüğü, Sayı: 21, Kış 1992.
3. Sebilürreşad, III-65, Kasım 1949.
4. Davut Dursun, Dine Müdahale Aracı Olarak Laiklik , KÖPRÜ, 1995 Yaz, Sayı. 51.
5. A. Afet İnan, Medeni Bilgiler, TTK, Ankara 1988, s. 364-368.
6. Geniş bilgi için bkz.; Demokrat Parti’nin İktisat Politikası (1950-1954) Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000
7. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, İstanbul., 2008, s. 765.
8. A.g.e., s. 759.
9. A.g.e., s. 860.
10. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, İstanbul, 2007, s. 869.
11. Köprü, Eylül 1986, Sayı: 102.
12. Mustafa Armağan, 14 Haziran 2009
13. Weld Mary F., Bediüzzaman Said Nursi Entelektüel Biyografisi, Etkileşim Yayınları, 2006, İstanbul.
14. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, s, 746-748.
15. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, İstanbul. 1994, s. 55.
(Köprü – 2010 – Sayı: 112’de yayınlanan makalemin güncellenmiş şeklidir. Mehmet Abidin Kartal)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum