Sahabeler ve ağabeyler

Fetih suresinin sonunda, uzun uzun vasfedilmelerinin ardından sahabe efendilerimiz için "Onlardan iman eden ve güzel işler yapanlara Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir." deniliyor. Bu çok dikkat çekicidir. Mağfiret, mükafat ile birlikte ve onun değerinde takdim edilmiş. Bizim gibi sıradan mü'minler için elbette öyledir. Rabbimizin mağfiretine mazhar olmak en büyük bir mükafattır. Ama sahabeler... İşte burada Bediüzzaman Hazretleri ince ve örtülü, gaybî  bir işaretten haber veriyor.
 
"Sahabeyi tavsifât-ı mühimme ile senâ ederken, en büyük bir mükâfâtın vaadi makamca lâzım geldiği halde,  kelimesiyle işaret ediyor ki, istikbalde Sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünkü mağfiret kusurun vukûuna delâlet eder. Ve o zamanda Sahabeler nazarında en mühim matlup ve en yüksek ihsan, mağfiret olacak. Ve en büyük mükâfat ise, af ile, mücâzât etmemektir." (Lem'alar)
 
Cenab-ı Allah sahabelerin, zamanla türlü fitnelerin içinde kalacaklarını haber verirken mağfiret edileceklerini de peşin peşin müjdeliyor. Akıl ve vicdan da böyle hükmetmez mi? Peygamber Efendimizin (a.s.m.) etrafında pervane olmuş, herkesden önce ve bütün zorluklarına rağmen onu tasdik etmiş, ona arkadaş olmuş, yoluna baş koymuş, Efendimize "anam babam sana feda olsun ya Resulullah" demeden hitap etmeyen, Efendimizce de çok sevilen, haklarında "hangisinin ardından gitseniz doğru yola ulaşırsınız" buyurduğu, aleyhlerinde konuşulmasına asla razı olmadığı o yıldız misal insanların İslamiyete yaptıkları hizmetler, beşerî kusuratlarının nihayetsiz fevkindedir.
 
Evet; hayatlarında çeşitli nedenlerle karşı karşıya gelmişler, hatta savaşmışlar, hatta birbirlerini öldürmüşler. Ama biz müslümanlara düşen, bu olaylar hakkında hüküm vermek değil, sahabe efendilerimizin İslamiyete hizmetlerini düşünüp bütün kalbimizle muhabbet ve hürmet etmektir. O hadiseler de  hikmet-i İlâhiyenin bilgisi ve tedbiri dairesinde cereyan etti. Evet Hz. Ali haklı, Hz. Ayşe, Hz. Zübeyir haksızdı. Ama biz onların aralarındaki meselelere müdâhil değiliz. Daha hayatlarında cennetle müjdelenen o zatları dilimize dolamak hakkına da sahip değiliz hâşâ.
 
Gelelim çok sevgili, candan aziz, muallâ Üstadımızın, yanında ve hizmetinde yer alan saff-ı evvel ağabeylerin durumuna.
 
Onlar ki şiddetli istibdattan insanların gözlerini açamadığı, evinde Kur'ân okumaya korktuğu, camiye gidenlerin mimlendiği, dine dair herhangi bir faaliyette olmanın kelleyi koltuğa almak anlamına geldiği bir zamanda Üstadlarının yanıbaşında iman hizmetine atıldılar. Ne can korkusu, ne derd-i maişet kaygısı… Kâh yazdılar, kâh naklettiler, kâh okudular, okuttular. Çile deseniz çeşit çeşit. Neticede kendi imanları gibi nicelerinin imanının kurtuluşuna vesile oldular, kıyamete kadar da vesile olmaya devam edecekler. Bu hizmetleri ile anılmayı sonuna kadar hakediyorlar.
 
Hüsrev Ağabey'i yazdığı sayısız risalelerle mi anmalıyız, yoksa Üstadı ile arasında geçen, bir iki ufak ihtilafla mı ki Üstad helal etmiş, onu asla gözden çıkartmamış, devamlı arayıp sormuş.
Bayram Ağabeyi, Said Özdemir Ağabey'i, Birinci Ağabey'i ve diğerlerini yaptıkları paha biçilmez fedakarlıklarla ve hizmetleri ile mi anmalıyız yoksa bazı beşeri hataları ile mi? Bekir Berk Ağabey ki Üstad kendisine boş kağıt imzalayıp, tam yetki veriyor, öyle îtimad ediyordu. Senelerce gece gündüz demeden oradan oraya nurcuların davalarına koşuyordu. Kimin bu hatırayı lekedar etmeye hakkı olabilir? Üstadın, ama asıl Zübeyir Ağabey'in ahirete intikalinden sonra hizmetin önde gelen ağabeyleri yine hizmete taalluk eden konularda farklı içtihad etmiş olabilirler. Hatâ da etmiş olabilirler. Ama Allah indinde asıl değerleri, iman hizmetine yaptıkları katkı değil midir? Gençlere asıl anlatılması gereken bu değil midir? Onların zaaflarından, hatalarından bahsetmek, unutulup gitmiş, mahkeme-i Kübraya kalmış hadiseleri ısıtıp ortaya dökmek, yeni nesillerin Üstadın talebeleri hakkındaki hüsn-ü zanlarını ve şevklerini kırmaktan başka neye hizmet edecektir?
 
Risale-i Nurları ne Bediüzzaman'dan ne de en birinci semereleri olan talebelerinden ayrı düşünemeyiz. Risale-i Nurun ne denli hayattar bir eser olduğunu, ne kadar "zevki bir tefsir" olduğunu  ilk önce talebelerinde müşahede ederiz. O yaşanan hayatlar bize Risale-i Nurların insana neler kattığını, kazandırdığını anlatır. İhsan Kasım Ağabey’e Arap dünyasında soruyorlarmış: “Sen zaten âlim bir zat idin. Ne ihtiyaç duydun ki Risale-i Nura intisab ettin?” İhsan Kasım Ağabey de diyormuş. “Evet ben Kur’an ve temel İslamî ilimleri tahsil etmiştim. Ama ben Risale-i Nur talebelerini gördüm. Onlar da bende olmayan bir şey vardı. Farklı bir hâl. Anladım ki bu, okudukları eserden geliyor. Böylece Risale-i Nura yöneldim.”
 
Son söz;  kendilerine nihayetsiz minnettar ve borçlu olduğumuz ağabeyler hakkında konuşacak olan ya hayır söylesin, ya da sussun!...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum