Ruh sağlığımız

Ruh, hayatın zatı. Ruh hakkında bize az bilgi verilmiş olduğunu ruhu yaratan Zât’ın kelamından öğreniyoruz. Hayat Allah’ın varlığını, birliğini, Vahdet ve Ehadiyetini en parlak olarak gösteren bir ayine. Acaba ruh hakkında insanın daha fazla bilgisi olsa idi Allah’ı inkar etmesinin imkan ve ihtimali kalmayacak ve imtihan sırrı fevt mi olacaktı? Allah bilir.

İnsanın kesinlikle şunu fark etmesi gerekiyor ki; bizim ruhumuz var ve ruhumuz da hayatını devam ettirebilmek için çok gereksinimler içinde. Kendisi hayatın zatı ise; hayatını devam ettirebilmek de ne demek? zaten hayatın zatı, demek ki ne yapsan da hayatı devam edecek, ölmek yok ona. “ruh katiyyen bâkidir.”[1]

Ruh için ölmek yok. Ebedî saadet veya ebedî şekavete namzet olan insan, cisim olarak çok farklı cesetler ve farklı cismaniyet mertebeleri görecektir. Dünyada bile her an bizden zerreler ayrılıyor ve yeni zerreler geliyor. Her sene cismimiz değişiyor. Bebek iken başka idik genç iken başka, ihtiyar iken başka. Berzah âlemi için başka, Cennet veya Cehennem için başka cismani tavırlar ve oraların iktizasınca farklı cismanî vücutlar; kimi daimî, kimi geçici. Fakat ruhu birdir değişmeyecek, o gidip de yerine başkası gelmeyecek.“İnsanın en kıymetli ve üstüne titrediği malı onun ruhudur.”[2]

Peki biz kabre kadar bizimle gelecek cesedimiz için didinip duruyoruz. Onu nerede barındıracağız, ne ile besleyeceğiz, şartlarını iyileştirmek için daha neler neler yapabiliriz diye didinip araştırıp, uğrunda ömürler veriyoruz da ebedî hayatta da bizimle olacak ve bâki olan, bizim özümüz, en değerli varlığımız olan ruhumuz için ne yapıyoruz?

Ruh için konforlu bir ortam hazırlamak nasıl olacak? Ruhumuzdaki istidatların neşvü neması için ne yapmalıyız? Onun tehlikeleri nelerdir ve onu bu tehlikelerden nasıl koruyacağız?

Ruh hakkında az bilgimiz olması işimizi zorlaştırsa da madem bâki olduğunu biliyoruz öyle ise bâki olan ile besleneceğini ve bâki olandan hoşlanacağını, fanilerin ise onu inciteceğini anlamak zor değil. “madem insan bekaya âşıktır; elbette bütün kemalatı, lezzetleri, bekaya tabidir.”[3]

Bâki olan ruh elbette beka âleminin mahlukları ile, bu fani dünyanın mahluklarından daha sıkı bir irtibat içinde olacaktır ya da olmalıdır. Bu dünyada bile insan içten içe fani olduğunu bilmekle beraber hep adeta hiç ayrılmayacak gibi ve bâki olduğunu vehmederek bir şeye bağlanabilir, sevebilir. Hatta evimizde kullanacağımız bir maddeyi temin ederken bile onun üzerinde bir şeyler ararız. Bal gibi biliyoruzdur ki o madde geçicidir, fanidir. Fakat yine de onda ruhumuza hitap edecek bir şeyler ararız velev ki bu bize İlahî san’atı hatırlatan bir çiçek motifi olsun.

Zannederim mobilyaların gittikçe çiçek gibi motiflerden uzaklaşıp sadece soğuk çizgiler alması ve yuvarlak estetik tasarımlardan dümdüz hatlara evrilmesi kainat kitabından uzaklaştığımızın da habercileridir. Bizim yerli tasarımlarımız yok denecek kadar az belki. Fakat çok değil 30 - 35 sene evvelinde daha yumuşak hatlar ve İlahi sanatı hatırlatacak motifler hiç de az değildi. Allah’ın kitabından sanat tahsil etmeyen ölü kalbler ise bizim ruhumuza ne kadar hitap edebilir? Dairenin, yuvarlak motiflerin vahdet dairelerini ve sonsuzluğu bize anımsatması, dikdörtgen fincan üretenlerin hiç aklına gelmiş midir? Ya da kare yemek tabakları tasarlayanların..

Zamanla eşyalarımızdaki sivri köşeler dilimize ve davranışlarımıza da yansıdı sanki. Veya tersi oldu. Daha çok birbirimizi incitir, birbirimizin gözüne daha bir batar olduk. Muhataplarımızı kuşatıcı bir şefkat iklimine taşımaktan mahrum kaldık belki. Evet bu sadece muhataplarımız için değil başta kendimiz için sıkıntı kaynağı oldu.

Her zamana, her zemine hakîm olan bir ruh var. Bu ruh insanlardan eşyalara kadar her şeyle alakalı, her şeyi etkisi altına alıyor. Demek ruh, cismaniyete, maddeye hükmediyor. Madde ise, ruha hizmet ediyor. Peki ya insan maddeyi asıl zanneden akılların boyunduruğuna girerse? Hizmetçisine hizmetçi olursa? Neden en çok zenginler intihar ediyor? Ruhunda bir açlık vardı da farkına varamadı mı acaba? Maddesi besili idi ama ruhu aradığını bulamadı mı?

Öyle anlaşılıyor ki bâki olanla irtibat azalırsa ruh bunalıma giriyor. Fanilere bağlanmak kezzap gibi tahrib ediyor onu.

İmam-ı Gazzalî ruh için “Bu acaib bir emr-i Rabbanîdir ki, bunun hakikatini akıl ve fehimlerin çoğu anlamakta âcizdir”[4]diyor.

Bediüzzaman, Yirmidokuzuncu Söz’ün İkinci Maksadında “Ruh; zihayat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş, camî, hakikattar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir”[5]şeklinde tarif etmiş. Yine Onuncu Söz’de ruhun bazı sıfatları yer alıyor ki bunlar ruhun fıtrat vazifeleri olduğunu söyleyebiliriz: “müştak ayinedar, mütehayyir seyirci, muhaç şakir” bu vasıflar iledir ki müştakı, hayranı ve muhtacı olduğu Cemal’e ebediyyen müştak ve hayran ve muhtaç olacak. Yine aynı Sözde “Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyyetini başı boş bırakıp idam etme” duası da bize gösteriyor ki şu dünyada Allah’a müştak ve müteşekkir olmak adeta ruhun cennetidir.

Ruhumuz Allah’a müştak ve müteşekkir olmaya programlı iken nefis ve şeytanın da kandırması ile ilgisiz ve şikayetçi olursak ruhumuza ne yapmış oluruz? Veya başkalara müştak ve müteşekkir olursak? Veya kendimize müştak olup her şeyi nefse feda edersek? Dünyadaki tüm katliamlar ve zulümlerin altında da bu yok mu? asıl vazifesini bulamadığından, insanî görevini yapmamakla insanlar hakkında ölüm ve zulüm fetvası nasıl verilebilir? Karıncanın yaşama hakkını muhafaza eden bir dine mensub olduğunu iddia eden nasıl insanların yaşam haklarına tecavüz eder?

Evet biz hakiki fıtrat vazifemizi bulup tahakkuku için çabalamadıkça her şey karmaşık görünecektir. Ruhun rağmına olarak nefsin tarafını tutacak olursak hüsrandan başka ele ne geçer? Halbuki ruh kendine layık olan ile meşgul olduğunda, kalb sahibini bulduğunda nefis bir binek gibi olur, bizi mahall-i maksuda ulaştırmak için bir vasıtaya dönüşür. Yoksa biz kalb ve ruhun rağmına olarak nefse tabi olsak, ruh ve kalbin elemleri sürekli bizi rahatsız eder geçici olarak (ancak gençlik zamanında) avunup uyutsak da kendimizi, ölüm ile ve ölümün keşif kolları olan hastalıklar ile karşılaşınca ani bir sıçrayış ile uyandığımızda bir teselli bulabilir miyiz?

Ölmeden evvel ölmek gerek, sarsıcı bir çağrı ile uyandırılmadan evvel uyanmak. En uyanık sandığımız anın, uykunun en derini olabileceğini nazara almak. Ruh ve kalb sağlığımıza dikkat etmek…



[1] Sözler s.515 (Envar N.)

[2] Şualar – On Birnci Şua - On Birinci Mesele

[3] Lemalar s.16 (Envar N.)

[4] İmam Gazalî – İhya-u Ulumi’d- dîn  cilt 3 s.10 Bedir Y.

[5] Said Nursî – Sözler s.517  Envar Y.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum